Ahlâk meselesinin felsefede olduğu kadar sosyoloji ve antropoloji literatürü içerisinde geniş olmasa da hatırı sayılır bir yeri var. Türkiye’de ise ahlâk konusu sıklıkla dini bir mesele gibi anlaşılıyor, tıpkı maneviyat gibi. Oysa zannedildiğinin aksine İslami literatür içerisinde ahlâkla ilgili derin tartışmalar yok. Yaygın İslam düşüncesi içinde ahlâk, müminin dine uygun davranmasıyla birlikte ortaya çıkan davranışlar bütünü olarak kabul edildiği için müstakil bir inceleme konusu haline gelemedi. Bunun yerine dini hareketler, ahlâk kelimesinin önüne arkasına çeşitli sıfatlar ekleyerek kendi kimliklerini modern dönemin tecrübesine eklemlemeye çalıştı. Bunun pek işe yaramadığı konusunda uzlaşmaya varmak zor değil.
Türk-Japon, teist-ateist, kadın-erkek ahlâkı diye özel bir ahlâktan söz edilebilir mi ya da ahlâkla kimlik arasında kurulan ilişkinin sahici bir karşılığı var mı diye düşündüğümüzde karşımıza cevaplanması gereken birçok soru çıkar. Bunlardan ilki ahlâkın niteliğine ilişkin sorulardır. Eğer ahlâkla ilgili ortak bir tanıma ulaşabilirsek, ahlâkın kendisiyle ve kendisi dışındaki unsurlarla ilişkisini de açıklayabiliriz. İkinci olarak ahlâkın ne işe yaradığını sormamız gerekir. Eğer kamusal bir ahlâktan söz ediliyorsa, bu ahlâkın, kamu dediğimiz ortaklaşmada, müşterekte, hemzeminde hangi işlevler ve nitelikler ile orada yer aldığı hakkında da sorular sormamız gerekir. Bu soruların epey kalabalık ve hacimli olduğunu kabul edelim. Neticede ahlâkla ilgili girişilecek bir sohbet, uçsuz bucaksız diyarlara yolculuk etmeyi sağlayacak kadar mümbittir.Bunun başlıca nedeni kültür gibi ahlâk kavramının da sabit, donuk, metafizik kavranmasındaki kolaycılıktır. Bir olguyu açıklamak için ahlâk gibi bir kavrama başvurmanın beraberinde getirdiği serbest alan, ahlâkın inşa edildiği ve hareketini sağlayan gerçekliğin göz ardı edilmesini kolaylaştırıyor. Oysa ahlâk, her toplumsal olgu gibi, içerisinde yer aldığı toplumsal alanlarla ilişkisi üzerinden bir karşılık ve anlam kazanır. Müşahhas ve toplumsal güç ilişkilerinin dışında bir cevher olarak ahlâkın varlığından söz etmek, gerçekliği bilinemeyecek bir kanaati dayatmaktan öte anlam taşımaz.
Türkiye’nin siyasal tarihi içerisinde muhalefeti ya da iktidar seçkinlerini ahlâk üzerinden eleştirmenin, tarafların birbirlerini ahlâksızlıkla suçlamasının bir mızrak gibi kullanıldığına tanık olan geçmişteki ve şimdiki kuşaklar açısından bu kelimenin anlamı, kişilerin ahlâkiliğine bir gönderme içermez. En yalın haliyle ahlâkı kişinin sözü ile davranışı arasındaki uyum olarak tanımlarsak, Türkiye’deki seçmenlerin yönetici elitlere bakışında bu uyumun gözetilmediğini, böyle bir ahlâkiliğin pek aranmadığını birçok tuhaf gelişmeler ve yakın tarihimiz vesilesiyle biliyoruz. Oysa bu ahlâk eksenli ithamların ardı arkası kesilmiyor. Buna rağmen seçmenler genellikle iktidarı elinde bulunduranların politik, ekonomik ve siyasal etkilerine bakarak tercihte bulunma eğilimdeler. Elbette buna eşlik eden birçok farklı değişken de var ama ahlâk bunlar içerisinde sayılabilir mi? “Çalıyorlar ama çalışıyorlar” klişesinin merkez sağ seçmen için bir motto olması tesadüf olmasa gerek.
Yine yakın dönemde Adalet ve Kalkınma Partisi’nin muhafazakâr bir parti olduğunu vurgulamasından bahisle ona yönelik eleştirilerin ahlâki göndermeler eşliğinde yapıldığına sıklıkla şahit olduk. Buradaki ahlâksızlık eleştirisinin Türkiye’deki egemen kimliğe göndermeler içerdiğini de hesaba katalım. Ahlâksızlıkla itham edilen AKP’nin seçmen nezdinde oy kaybedeceği düşünülüyordu ama pek işe yaramadığı kısa sürede fark edildi. Şimdilerde pek hatırlanmasa da 28 Şubat sürecine giden yolda da bu ahlâkilik meselesinin epey vurgulandığını hatırlamak lazım. Kemalistler ve İslamcılar cephesinin her ikisi de kendilerini ahlâki olarak meşru göstermenin gayreti içerisindeydi. Elbette bu mücadeleyi İslamcılar kazandı. Neticede bu cephelerin dilinde ahlâk, çoğunluğun tutumlarını özetleyen bir ifadeydi ve bu tutumları agresif ve manipülatif de olsa İslamcılar temsil ediyordu.
Türkiye’deki sağ siyaset için ahlâk meselesinin bir tür sopa, disiplin aracı olarak kullanılmasında muhafazakârlar, milliyetçiler ve İslamcılar arasında analitik olarak fark gözetmeye pek gerek yok. Bilindiği üzere sağın dilinde ahlâk kelimesinin kapsamı sıklıkla cinsellik ve kadın bedenine ilişkin bir mesele olageldi. Bu nedenle ahlâk meselesi, genellikle yanına aile ve nesil kavramlarının eklenmesiyle güçlendirildi. Aileyi ve yeni kuşakları korumak, toplumun ifsat olmasını, düzeninin bozulmasını engellemek için kullanılan bu kavramın bir kimlik göstereni hükmünde olduğunu söyleyebiliriz. Kendi kimliğini ahlâk kavramının altına yerleştirerek bunu üst soyutlamaya taşıyan bu pratiğin, genellikle toplumlardaki egemen kimliğin kendini dayatma stratejilerinden ve tahakküm etme biçimlerinden biri olduğu söylenebilir.
Ahlâktan hukuka geçememiş toplumlarda ahlâk zor aygıtlarından birine dönüşür. Türkiye’de ahlâkın çoğunluğun yaşam tercihleri olarak tanımlanan bir kimliğe indirgenmesi ve kamusallığın bir kimlik etrafında örgütlenmeye zorlanması, Türkiye’de yaşayan kişilerin bir toplum haline gelmesini zorlaştıran ve bunu engelleyen nedenlerden biri olarak kabul edilebilir. Toplumun hâlen cemaatler halinde örgütlenmesi, toplumsal değişimin ivmesine rağmen azımsanmayacak bir kalabalığın kendilerini cemaatvâri sınırlar ile çevrelemesi ise topluma ilişkin yaygın taleplerin dar grup tikelliği kavranmasına neden oluyor. Onur Yürüyüşü’ne verilen ayrımcı ve nefret içerikli tepkilerden de anlaşıldığı üzere, haysiyetli olarak var olma hakkını sadece kendisine benzeyenler için geçerli bir imtiyaz olarak gören bu bakış açısının farklılıkları gözetmek ve buna kıymet vermek gibi bir derdi yok.
Bu bakış açısının kendine dert ettiği ahlâkın hukuk olmadığını, hukukun toplumdaki herkesi herkese ve devlete karşı korumakla yükümlü olduğunu hatırlatmanın bugün için anlamı var. Bu anlam, tam da aile kurumunun ve yeni kuşakların değişimiyle ilgili. Anlaşılmayan şeylerden biri Türkiye’deki topluluğun içerisinde yer alan kişilerin camdan sınırları aşmaya başladığı ve kendisine benzemeyenlere olan mesafesinin gittikçe kısaldığı gibi gelişmelerin hızlanarak devam etmesidir. Bu nedenle Onur Yürüyüşü’ne verilen menfi tepkiler bekledikleri desteği kendi toplulukları içerisinden de istedikleri hınç ve öfkeyle alamıyor. Bir tür üstünü örtme, görmezden gelme tutumundan daha çok gittikçe farklı olanı tanıma, kabul etme, haklarını gözetme, toplumun bir parçası olarak içerme davranışının yoğunlaştığını görmek zor değil. Geleneksel toplumlarda etkili bir işleve sahip olan sapkın tanımlamasının da artık pek bir işe yaramadığı söylenebilir. Belli ki, sapkın kavramının da modern dönemdeki işlevi ve karşılığı değişiyor.
Yine de egemen dinsel, cinsel, etnik, kültürel kimliklerin ve siyasal aidiyetlerin dışında kalanları sapkınlıkla tanımlamanın ardında ahlâk kavramına yüklenen siyasal iktidar istencine benzer bir motivasyon var. Görünür olmak isteyen, kendi benliğini korumaya çalışan, haysiyetli yaşama hakkını savunan ve kendisi için hak talep eden kişileri sapkınlıkla itham etmek, demokrasilerde devlet kurumlarının ya da bürokratların yapabileceği türden damgalamalar değildir. Kişisel olarak nasıl düşündüğü, nasıl yaşadığı, neye nasıl inandığı, sözü ile davranışı arasındaki uyumu kişinin kendi tercihi olduğu kadar kendi ahlâkıdır. Ancak kamusal alan hukukun alanıdır, kimsenin kamusal alanda var olma hakkı gasp edilemez, engellenemez, bir suç gibi gösterilemez. Aksine, suç bunları yapmaktır.
28 Şubat’tan söz etmiştim. O dönemdeki kanaat teknisyenlerinden bir kısmı başörtülü kadınların üniversiteye girilmesine izin verilmesi durumunda bütün üniversite öğrencisi olan kadınların başlarını örteceğini, örtmek zorunda kalacaklarını, dini cemaatlerin kadın üzerindeki baskısının artacağını öne sürüyordu. Başörtüsü diye bir sorunun kalmadığı bu dönemden o günlere bakıldığında, bu yaklaşımın abartılı olduğu kadar zorbaca olduğunu söylemek zor değil. Eğer gerçek bir demokrasi deneyimini tecrübe ediyor olsaydık, dini cemaatlerin herhangi bir baskısının ve etkisinin olmadığını da söyleyebilirdik. Bugün dini cemaatlerin kurumlar üzerinde bir etkisi varsa bunun nedeni dini cemaat olmaları değil, iktidar aygıtlarından birine dönüşmelerinin ve ancak bu iktidar istenciyle varlıklarını devam ettirebileceklerini fark etmelerinin bir sonucudur. Öyleyse aynı meselenin etrafında dönmeye devam ediyoruz demektir. Hâlâ hakların tanınmasını kendi kimliğine yönelik bir tehdit olarak algılayan geniş kesimler var. Oysa Türkiye’de bir toplum olacaksa bunun yolu hakları tanımaktan ve onları korumaktan geçiyor.