31 Mart yerel seçimlerinin sonuçları ve 23 Haziran’da sadece İstanbul Büyükşehir seçiminin tekrarlanması ve Cumhur ittifakının büyük bir yenilgi alması çok önemli dersler barındırıyor. Bu sürecin özellikle siyasal aktörlerce doğru analizi, yakın ve orta vadede yaşanabilecek gelişmelere hazırlıklı olunması bakımından önemli. Bu yazıda seçim sürecini ve sonuçlarını Türkiye sağına muhtemel etkileri üzerinden ele almaya çalışacağım.
Son yerel seçimler, 7 Haziran-1 Kasım Genel Seçimleri'nden başlayarak 16 Nisan Referandumuna ve 24 Haziran Genel Seçimlerine kadar yaşanan iktidar ve muhalefet mücadelesinin bir devamı olarak görülmeli. Bu seçimlerin rakamsal sonucu genellikle Cumhur İttifakı’nın lehine görünse de muhalefet güçlerinin her seçim yenilgisinin ardından hızla toparlanmaları ve daha yaratıcı ve diri bir biçimde mücadeleye devam etmeleri çok önemliydi.
Muhalefetin söz konusu yaratıcılığı ve inadı, küresel ölçekte sağ popülizme karşı verilen mücadeleler bakımından da dersler barındırıyor. Sağ popülizmin hangi koşullarda gerileteceği ve inandırıcılık kaybı yaşayacağı meselesi elbette kolayca halledilebilecek bir mesele değil. Daha alınacak çok yol var. Öte yandan Türkiye muhalefet güçleri, bu yönde ciddi başarılar elde ettiler.
Bu başarının en dikkate değer boyutu mücadele azminin ve umudunun korunmasıdır. Otoriter rejimlerin kendini güvende hissettiği ve mağdurları ve kazananları tarafından kalıcı kabul edildiği an, tam da muhalefetin yenildiği hissinin oluştuğu andır. Muhalefetin fiziksel ve özellikle de psikolojik olarak yenildiği hissinin oluşması, tüm hesapların otoriter rejimin kalıcı olduğu üzerinden yapılmasına yol açar ve tam da bu hesaplar yüzünden rejim daha da kalıcılaşabilir.
Bu ruh hali Türkiye’de ortaya çıkmadı. Tam tersine, kaplanın kuyruğunu yakalayan muhalefet, 31 Mart yerel seçimlerinde iktidar blokunu çok ciddi bir demoralizasyon içerisine itmeyi başardı. Bu demoralizasyon da sadece rakamlarla anlaşılamayacak kadar büyüktür.
Öncelikle iktidarın yenilmezlik algısı çökmüştür. Devlet ve parti özdeşliğiyle devletin tüm imkanlarını hoyratça kullanan, medyanın neredeyse tamamını denetim altına alan, sermaye güçlerini havuç ve sopa siyasetleriyle sindiren bir iktidar, tüm gücünü yığdığı bir seçimi kaybetmiştir. İstanbul seçimlerini tekrar ettirme kararı, bu seçimi Erdoğan ve Cumhur İttifakı için bir tür referanduma çevirmiş ve iktidar bloku net bir yenilgi yaşamıştır. Bu durum kumar masasında gereksizce el arttıran bir oyuncunun kaybedeceklerini kendi elleriyle arttırmasına benzetilebilir.
31 Mart-23 Haziran seçim sürecinde siyasi iktidar iletişim ve inandırıcılık bakımından çok büyük bir başarısızlık yaşamıştır. Bu bir yerel seçim olduğu halde 1 Kasım’da büyük başarı getiren tarzda devam etme tercihinde bulunuldu. 7 Haziran-1 Kasım arasında yaşanan şiddet kaynaklı travma nedeniyle 1 Kasım’da başarı getiren korkutma ve yaftalama ‘stratejisi’, aynen devralınarak sürdürüldü. Muhalefet aktörleri bu söyleme güç verecek adımlardan ısrarla kaçındıkları ve yerel gündemi merkeze taşıdıkları halde bu kolaycılık sürdürülmüştür. İktidarın korkutma ve yaftalama dili çok hızla aşınmış, hırçın, kavgacı ve samimiyetsiz olarak algılanmaya başlanmıştır.
Sağ popülizmle verilen küresel mücadele bakımından bu inandırıcılık yitimi, aşınma boyutu son derece önemlidir. Anlaşılan önümüzdeki seçimlerde bu korkutma, sindirme, yaftalama söylemi artık kullanılamayacak veya tek başına kullanılamayacak. Bu ferahlama hiç de azımsanamayacak bir başarıdır. Hiçbir umut barındırmayan bu muktedir kibri karşısında yerele, sıradan insanların hayatlarına, gündelik ve en önemlisi iktisadi ihtiyaçlarına dokunan bir dil başarı getirebiliyor. Buna da zaten gerçek anlamda siyaset diyoruz…
Fakat en ciddi hasarlardan birisi, belki de AKP seçkinlerinin “tarih şuuru eksikliği” denilebilecek hallerinden kaynaklanmaktadır. Etkileri uzun vadeli olabilecek bu sorun, Türkiye sağının tarihsel meşruiyetini dayandırdığı söylemlerin anlamını yitirmesidir.
Erdoğan’ın şiir okuduğu için görevden alındığını, Ordu valisine ettiği söylenen sözler nedeniyle İmamoğlu’nun da görevden alınabileceğini ima etmesi, tam da bu duruma örnektir. Bir zamanlar Menderes, Özal ve Erdoğan üçlüsünü “Millet’in adamları” ve “müesses nizamın mağdurları” olarak yücelten tavır, şimdi müesses nizam olmuş, “atanmış vali, seçilmiş başkan” geriliminden medet umar hale gelmiştir. Bu durum da muhalefete “Devlet oldular, Millet’i unuttular” popüler temasına yaslanma imkânı tanımaktadır.
Devlet olanaklarıyla muhalefeti engelleme çabalarını Erdoğan’ın popülizminin ana karşıtlığı üzerinden düşünelim: “Sessiz muhafazakâr-mütedeyyin çoğunluk ve aktif Batıcı-seküler azınlık.” AKP kadroları devletleştikçe bu söylemin inandırıcılığı azalmaktaydı. Son seçimde AKP’nin sağ popülizmini besleyen mağduriyet algısının altındaki halı daha da çekilmiştir. Seçmen yukarıdaki karşıtlığa dayandırılan kutuplaştırıcı dili anlamsız kılacak tercihlerde bulunmuştur. Bu durum yukarıda bahsedilen sağ popülizmle mücadele arayışları bakımından son derece değerli bir kazanımdır.
Yukarıda artık AKP müesses nizam adına konuşuyor dedik ama bu kadar hata ancak müesseseleşemeyen nizam tarafından yapılabilir. Müesseseleşememek, mevcut müesseseleri tahrip etmek ve ortak akla dair tüm kanalları yok etmek, sadece bahsettiğimiz duruma yol açsaydı geçer giderdik ama “kazanılamayan seçimin tekrarı” gibi bir hataya yol açan da bu sorundur.
Abdullah Gül, YSK kararıyla seçim tekrarının ne anlama geldiğini dışlandığı partisine anlatmaya çalışmıştı aslında: “Bu 367 kararından daha vahimdir” demişti. Evet bir kez daha atanmışlar, seçilmişlerin önünü kesiyordu. Fakat AKP-MHP bloku, Türkiye sağının pek çok defa atanmışlar tarafından önünün kesildiği iddiası üzerine dayandırdığı tarihsel meşruiyet ve mağduriyet algısını kendi elleriyle dinamitlemiş oldu.
Bu toplumun yaşanan krizlere seçimlerle müdahale etme gücüne, bilincine ve ayrıcalığına saldırıldı. Toplumun seçimler dışındaki siyasal katılım biçimlerine çok fazla teveccüh göstermediği doğrudur ama, dünyada seçimlere bu denli yoğun katılım gösterilen bir ülkede, üstelik sandığı işaret etmenin sağ söylemin en belirgin özelliklerinden olduğu bir ülkede seçimleri itibarsızlaştırmak ters tepebilirdi ve böyle de oldu.
1950’lerden bu yana Türkiye sağı, kuvvetler ayrılığını ve denge ve fren mekanizmasını atanmışların seçilmişleri denetlediği bir sistem olarak milli irade karşıtlığı üzerinden eleştirmiştir. Sahiden de zaman zaman kuvvetler ayrılığının hukuki zeminin ötesine geçerek siyasi aktörleri sınırlandırmak için keyfice kullanıldığı doğrudur. Fakat sağın eleştirdiği kuvvetler ayrılığı, demokrasilerde gördüğümüz sahici denge ve fren mekanizmasından çok farklıydı. Sağ, müesses nizamın yani devletin denge ve fren görevini kendisine sakladığı bu demokratik olmayan durumu aşmak için, sahici bir denge ve fren mekanizması önermek yerine, bu türden bir mekanizmanın olmadığı bir siyasi “ütopya” hayal etti. Kısacası denetimsiz bir milli irade yüceltimine gitti.
Menderes’te ve Bayar’da gördüğümüz, Demirel’de “demokratik otorite” arzusu olarak öne çıkan, Özal’da yeni sağ iktisadi aklıyla soslanan bu çoğunlukçuluk, Başkanlık ütopyası olarak karşımıza çıktı. Özal’ın hayal ettiği ama beceremediği “ütopyayı” hayata geçirmek Erdoğan’a nasip oldu. Erdoğan nihayet Cumhurbaşkanlığı Hükümet Sistemi’yle Türkiye sağının 70 yıllık hayalini gerçekleştirdi. Türkiye sağının farklı siyasi aktörlerinin iktidara gelmeden önce demokratikleştirici bir söylem kullandıkları halde her seferinde otoriterleşmelerini başka nasıl izah edebiliriz?
Peki gerçekleştirdi de ne oldu? Yanlış bir hayat doğru yaşanmaz deyişini doğrular biçimde Türkiye sağının siyasi “ütopyasının” aslında bir distopya olduğu kısa sürede anlaşıldı. Asıl mesele müesses nizamın yani devletin kuvvetler ayrılığı ve güçler dengesini kendisi lehine yorumladığı durumdan çıkarak, bu mekanizmayı topluma devretmekti. Halen de asıl mesele budur. Türkiye sağı, mevcut tüm gücü elinde toplayarak sorunu aşacağını hayal etti ve kendisi sorun haline geldi.
AKP-MHP bloku, devletçi-milliyetçiliğe yaslandıkça giderek sayıları artan toplum kesimlerini yabancılaştırmaya başladı. Bu blok, AKP’nin merkez sağla zaten örtüşmeyen dilini daha da radikalleştirdi. Türkiye sağının özellikle dış politikada sergilediği pragmatizm ortadan kalktı. Türkiye sağı, attığı pragmatik adımlarla büyük kent seçkinlerini en azından ürkütmez, hatta onlara parti içerisinde bir temsiliyet alanı tanırdı. AKP-MHP bloku, İYİ Parti’nin ortaya çıkarak Millet İttifakı’na yönelmesiyle seküler kesimleri ciddi ölçüde öteledi. Seküler dinamiğin büyük kentlerde sadece niceliksel ağırlığı değil, etki alanları da dikkate alındığında bu aslında uyuyan devi uyandırmak anlamına geliyordu. Son yerel seçimlerde büyük kent sonuçlarının AKP-MHP bloku aleyhine gelişmesinin bir nedeni de budur.
Yine AKP’nin de merkez sağdan devraldığı ve yer yer daha ileriye taşıdığı, Kürtlerle kurulan kısmen söylemsel büyük ölçüde de pragmatik bağlar giderek zayıfladı. Bir zamanlar Kürtlerle güçlü bağlar kurmayı başaran AKP, eğer devleti temsil etmeseydi, Kürt illerinde halen görmeye devam ettiği seçmen desteğini de yakalayamazdı. Batı illerine gittikçe Kürtlerden aldığı desteğin azalması hafife alınamaması gereken bir zafiyettir. Nitekim HDP’nin yönlendirmeyi başardığı Kürtlerin büyük kentlerde AKP’ye ders verir nitelikte oy kullanmaları, Türkiye’de yerel iktidarı değiştirmiş oldu.
Ebette bu konuda daha çok şey yazılabilir ama Türkiye sağı açısından baktığınızda sadece kentli seküler kesimlerle değil, Kürtlerle de mesafenin bu denli açılmasının genel iktidar kaybına yol açabilecek nitelikte ciddi sorunlar olduğu aşikardır. Üstelik kopan parçalar, dağınık kalmamayı ve belirli siyasi hedefler için yan yana gelmeyi şaşırtıcı bir hız ve pragmatizmle başarmış görünüyor.
Toplumun çoğunluğu, Cumhurbaşkanlığı Hükümet Sistemi’ne geçildikten sonra oluşan yönetilemezlik durumunun iktisadi krize yol açtığının farkında. Mevcut iktisadi krizin küresel dinamiklerden ziyade, AKP-MHP’nin siyasi tercihleriyle oluştuğu algısı giderek derinleşiyor. Böylece radikal sağa demir atan AKP-MHP bloku, toplum açısından taşınması giderek zorlaşan bir sorun kaynağına dönüyor.
Kendilerini “Milletin hakiki evlatları” olarak bir tür doğal aristokrasi gibi görmeye başlayanların, ciddi meseleleri çözememeleri ve kendilerinin mesele olarak algılanmaları durumunda seçmen tarafından tasfiye edilebilecekleri gerçeğini idrak etmekte zorlandıkları görülüyor. Son seçimde İstanbul kent yoksullarının bir bölümü de İmamoğlu’ndan yana oy kullandı. Üstelik AKP’ye oy vermenin dini bir zaruret olduğu yönündeki telaşlı propagandalara rağmen. Bu durum siyasal İslam’ın sivil dinamizmine dair bir değerlendirmeyi de ayrıca gerektirir. Bu konuyu başka bir yazıda ele almak yerinde olur.
Demek ki orta yerde sandık varsa her politik aktör korkmalıdır. Gelgelelim iktidar blokunda yaşananların tam olarak idrak edildiğini gösterir fazlaca işaret yoktur. Davutoğlu ve Gül-Babacan parti girişimleri, yukarıda ortaya koyduğumuz krizleri aşabilecek söylem ve pratiklerle ortaya çıkabilecekler mi? Özellikle Gül-Babacan ekibi, AKP’den ciddi parça koparacak gibi görünüyor. Şu ana kadar sergilenen ve Türkiye sağının “Şimdi Zamanı Değil” anlayışını gösteren zaman zemin pragmatizmi, zamanında AKP’de de bolca mevcuttu. Babacan ve ekibi, meseleyi sadece daha liyakatli kadroların devreye girmesine indirgerlerse, zaman içerisinde AKP’yi etkisizleştiren sıkıntıları yeniden yaşarlar.
Toplumda AKP’nin ilk çıkışındaki (halen programında duran) vaatlerle, zamanla yöneldiği otoriterliğe dair bir hayal kırıklığı mevcut. Üstelik Türkiye sağı bunu hep yapıyor. Bunun nedeni de siyaseti yorumlama biçiminin yanlış olması ve sıkıştığında güç biriktirmeyi çözüm olarak görmesi. Kısacası Başkanlık hayalini var eden siyaset anlayışının aşılması gerekiyor. Bunun yolu da güçlü denge ve fren mekanizmaları içeren ve toplumun bunları kullanma araçlarına sahip olduğu ve bunları kullanmayı öğreneceği alanların açık tutulduğu yeni bir sivil anayasadan geçer. Sorunlar sadece iktisadi değildir. Siyasetin krizi çok derindir ve bu tür bir sivil duruşu ıskalayarak sadece iktisadi hayatı toparlama teknokratizmine sıkışacak bir partiyi bekleyen kaderi tahmin etmek güç değildir…