Sözlük’ün bu maddesine bıraktığımız yerden[1] devam edersek Yeşil Yeni Mutabakat (Green New Deal), Demokratik Parti’nin sol/sosyalist kanadının ekonomik adaletsizlik ve çevre kriziyle mücadele etmek adına ortaya koyduğu, Franlink D. Roosevelt’in 1930’larda hayata geçirdiği Yeni Mutabakat’ı 21. yüzyıla uyarlama iddiasındaki programın adı. Mutabakat’ın temel hedefleri; 1) 2030 yılı itibariyle ABD’de %100 yenilenebilir enerjiye geçip sera gazı salımını sıfırlamak ve 2) buna paralel olarak herkese bedava sağlık sigortası ve üniversite eğitimi, ucuz konut ve adil ücret sağlamak.
Çevresel ve ekonomik hedefler iki ayrı küme değil, birbiriyle ilintili unsurlar. Ekolojik tahribatın ceremesini ağırlıklı olarak yoksul kesimin çektiğine ve çekeceğine sembolizm yüklü örneklerden birini Birleşmiş Milletler’in aşırı yoksulluk ve insan hakları özel raportörü Philip Alston 2016’daki bir basın toplantısında vermişti.[2] Alston, 2012’de ABD’nin birçok bölgesinin yanısıra New York’u da vuran ve 157 can kaybıyla sonuçlanan Sandy kasırgası sırasında Goldman Sachs’in, şehirdeki merkez binasını kum çuvallarıyla korumaya aldığını, jeneratörleri elektrik kesintisi için hazır bulundurduğunu anımsattı toplantıda. Naomi Klein’in bir başka kasırga, Katrina, bağlamında çarpıcı bir şekilde betimlediği üzere “doğal” felaketin sınıfsal (ve de ırksal) boyutu sadece felaket sırasında kimin hayatta kalacağını tayin etmiyor, aynı zamanda fırtına dindikten sonra şehrin kimin çıkarları doğrultusunda yeniden şekillendirileceğini belirliyor.[3]
İşte bu yüzden yukarıda bahsolunan toplantıda Alston, küresel ısınmanın bir “iklim apartheid”ına yol açabileceğine, varlıklı kesim aşırı ısınma, açlık ve çatışmadan kaçarken toplumun gerikalanının sorunlarla başbaşa kalma tehditine dikkat çekmişti. Nitekim Silikon Vadisi’nin süper zenginlerinin vahim bir ekolojik ya da toplumsal kriz ihtimaline karşı Yeni Zelanda gibi güvenli buldukları coğrafyalarda gayrimenkul edindikleri bir sır değil.[4] Dolayısıyla, ekonomik adalet arayışı çevre mücadelesiyle içiçe geçmiş durumda; nitekim bu sarmaşıklık halini ifade etmek için kestirmeden “çevresel adalet” tabirini kullananlar var.[5]
Yeşil Yeni Mutabakat’ın vizyonunda çevresel ve ekonomik amaçlar arasında simbiyotik bir ilişkinin varsayılmasının bir diğer nedeni ekolojik hedeflerin tutturulması için muazzam bir ekonomik seferberliğin gerekliliği. Kimi projeksiyonlara göre böylesi bir seferberlik önümüzdeki on sene boyunca otomotivden inşaata, bilişim sektöründen sürdürülebilir tarıma 20 milyon yeni “yeşil” iş imkanı yaratacak. Ve Mutakabat, yaratılan bu işlerin çalışanların örgütlenme hakkını gözeten, iş sağlığı ve güvenliği kurallarına riayet eden, yaşanabilir ücretler ödeyen işler olması için gerekli düzenlemeleri yapacak.
Peki, bu değirmenin suyu nereden gelecek? Artan talebe cevaben özel sektörün, örneğin, güneş paneli üretimini ve beraberinde istihdamı arttırması mümkün ama buna karşılık kömür/petrol/doğalgaz sektörlerinde çalışanlar zamanla atıl kalacak. Dahası, çevresel krizin boyutu devlet tarafından devasa altyapı yatırımlarını da gerektirmekte. Üstelik, Yeşil Yeni Mutabakat’ın hedefleri arasında eğitim ve sağlığı birer vatandaşlık hakkı olarak bedava sunmak da var. Dolayısıyla, Mutabakat’ın destekçilerinin en çok muhatap kaldıkları sorulardan biri finansman.
Sol/sosyalist Demokratlar için en bariz çözümlerden biri zenginlerden alınan vergileri arttırmak. Mutabakat’ın mimarlarından Alexandria Ocasio-Cortez, en yüksek gelir diliminin %37 oranında vergiye tabi olduğu günümüz ABD’sinde Kennedy ve Johnson hükümetleri sırasında geçerli olan %70 oranına geri dönmenin gerektiğini savunanlardan. Massachusetts eyaleti senatörü ve 2020 Başkan adaylarından Elizabeth Warren benzeri bir öneriyi servet vergisi için yapıyor. Warren’ın planında $50 milyonun üzerindeki servet yıllık %2, bir milyar dolar üzerindeki servet de %3 oranında vergilendirilecek. Tahminlere göre bu düzenleme sadece 75 bin haneyi etkileyecek ve on sene zarfında federal hükümet bütçesine $2.75 trilyon ek gelir sağlayacak.[6] Tabii, diğer harcamaları kısarak da kaynak yaratmak mümkün. Örneğin, 2018 rakamlarına göre ABD savunma için tek başına Çin, Suudi Arabistan, Hindistan, Fransa, Rusya, Büyük Britanya, Almanya ve Japonya’nın toplamı kadar para harcıyor.[7]
Muhtelif vergi reform ve tasarruf önerileri ortaya atıladursun, Yeşil Yeni Mutabakat tarafından resmen sahiplenilmemiş olsa da ismi onunla birlikte anılmaya başlamış yeni Modern Para Teorisi’ne (Modern Monetary Theory) göre aslında bütçe dengesine çok takılmaya gerek yok. Kabaca ifade edersek, bu teorinin taraftarlarına bakılırsa devlet para basarak kaynak yaratabilir ve bu yöntem illa enflasyona neden olmaz. Yani, ayağımızı yorgana göre uzatmasak da olur; icabında yorganın kendisi uza(tılı)r. Siyasi yelpazenin hem sağından hem solundan sert eleştirilere maruz kalsa da bütçe dengesinin sosyal harcamalar önüne hep bir engel olarak çıkartılmasına karşı ezberbozan bir yaklaşım olması bakımından Modern Para Teorisi’nin tartışılması bile kendi içerisinde faydalı.
Siyasi yelpaze demişken, Yeşil Yeni Mutabakat’ın muhalifleri fosil yakıt endüstrisine göbekten bağlı, küresel-ısınma inkârcısı Cumhuriyetçi siyasetçilerden ibaret değil. Temsilciler Meclisi Başkanı Nancy Pelosi gibi anaakım Demokrat siyasetçiler de Mutabakat’tan hiç ama hiç hazzetmiyorlar. Onlara kalırsa karbon-vergisi gibi uygulamalar ve teknolojik buluşlar sayesinde bu badireyi atlatmak mümkün; Yeşil Yeni Mutabakat ise gerçekçilikten uzak, ütopik bir kalkışma. Ve fakat bazı yorumcuların işaret ettiği üzere, asil ütopik olan gezegen ölçekli bir varoluşsal kriz karşısında marjinal reformlardan medet ummak değil mi? Ve bu sebepledir ki Pelosi ve onunla aynı cenahta yer alan Demokratlar duble inkârcılıkla malûller: Küresel ısınmaya inanmayan birinin köklü değişiklikler istememesi doğaldır ama inanıp da sistemik dönüşümlere itiraz etmek katmerli inkârcılıktır.
Ne var ki ekolojik krize dair bir inkârcılık içinde olmadan da Yeşil Yeni Mutabakat’ı eleştirmek mümkün. “Yeşil” işler marifetiyle olsa da Mutabakat’ın son kertede ekonomik büyüme üzerine inşa edildiğini ve büyümenin ekolojik “ayak izimizi” azaltmak hedefiyle bağdaşmadığını düşünenler acilen küçülmeyi (degrowth) salık veriyorlar.[8] Toplumun refahının barometresi olarak Gayrisafî Milli Hasıla’nın fetişleştirilmesini sakat bulan bu yaklaşım açısından tüketimciliği sorunsallaştırmayan her reçete eksik ve daha fenası yanıltıcıdır. Örneğin, mesele bütün taşıtları elektrikli hale dönüştürmek değil –zira elektrikli taşıtların bataryaları için gereken lityum sonsuz bir hammadde değil ve üstelik en iyimser senaryoda bile elektrik daha uzun bir süre kömür ve doğal gazdan temin edilecek– arabalara olan bağımlılığımızı azaltmaktır. Dolayısıyla alışageldiğimiz hayat tarzından feragat etmek gerekecektir ama aksi takdirde zaten kısa bir süre sonra alışageldiğimiz hayat tarzı kendiliğinden yokolup gidecek.
Yeşil Yeni Mutabakat’ın ekonomik küçülme ilkesine kulak vermesi elzem ve fakat ismi tüketimcilikle özdeşleşmiş, dünya nüfusunun yaklaşık %4’üne sahip olduğu halde küresel enerji tüketiminde %17 pay sahibi[9] ABD gibi bir ülkede bunu hayata geçirmek çok ama çok zor. Gidişata bakılırsa toplumun geniş bir kesiminin küçülmeye ikna olması için ekolojik krizin daha vahim bir çehreye bürünmesi lazım ve fakat o gün gelip çattığında artık durum iyice tersinemez bir hal almış olacak.
O yüzden belki de en iyisi, Michael Haneke’nin Yedinci Kıta filmindeki ailenin yaptığını küresel ölçekte yapıp birkaç senelik bir tüketim orjisiyle “Yedinci Kıta”yı[10] iyice büyüttükten sonra nükleer bombalar marifetiyle insanlığın fişini çekmek. En azından pasif nihilizmden aktif nihilizme geçme cesaretini göstermek…
Bu nihilizme en etkili ve belki de tek panzehir çocuklar ve gençler. 16 yaşındaki İsveçli Greta Thunberg yetişkinlerin ataletine isyan eden yeni neslin en azimli sözcülerinden. Çevre krizinin aciliyetini anlamaz görünen ülke liderlerinin dikkatini çekmek için 2018’de tek başına başlattığı Cuma günleri okul boykotu eylemi şimdiden uluslararası bir boyut kazandı. Küresel İklim Grevi çerçevesinde[11] 20 ve 27 Eylül tarihlerinde yüzlerce şehirde insanlar okul, iş ve diğer rutin meşguliyetlerini askıya alıp sokaklarda seslerini yükseltecekler. Zira Thunberg’in 13 Eylül’de Beyaz Saray’ın önünde katıldığı benzeri bir etkinlikte bir protestocu gencin pankartında yazdığı üzere: “Olmayan bir gelecek için niye eğitim alalım?”
[3] Naomi Klein, “Shock Doctrine: The Rise of Disaster Capitalism” (2007).
[5] “Çevresel adalet” ya da “iklim adaleti”, ekolojik ve ekonomik bir hak mücadelesinin yanısıra bir insan hakları meselesine de işaret ediyor. Örneğin, son senelerde Orta Amerika’dan ABD’ye yönelmiş göç dalgası sadece El Salvador ya da Honduras’daki çetelerin estirdiği terör rüzgârından ya da Kuzey ABD’deki fırsatların cazibesinden değil aynı zamanda küresel ısınmayla birlikte bu bölgede tarımın çökmeye başlamasından besleniyor. https://www.newyorker.com/news/dispatch/how-climate-change-is-fuelling-the-us-border-crisis
[6] https://www.factcheck.org/2019/06/facts-on-warrens-wealth-tax-plan/
[7] https://upload.wikimedia.org/wikipedia/commons/9/9e/Military_Expenditures_2018_SIPRI.png
[8] Fikret Adaman ve Bengi Akbulut’un Açık Radyo’daki “Bildiğimiz Ekonominin Sonu” podcast’i bu konuya dair tartışmaları merak edenler için çok faydalı bir kaynak: http://acikradyo.com.tr/program/44375/kayit-arsivi/1
[9] https://www.eia.gov/tools/faqs/faq.php?id=87&t=1
[10] Haneke’nin filminin adı Avustralya’ya gönderme yaparken 2019 İstanbul Bienali’nin teması olan “Yedinci Kıta” ise muhtelif plastik atıklarının okyanus yüzeyinde oluşturdukları kıta büyüklüğündeki kütleye referans veriyor.