Devlet ile Piyasa Arasındaki Fırtınalı İlişkiler

Batı’daki istikrarsızlık

Batı’ya özgü üç temel nokta üzerinde duracağım. (...) Roma İmparatorluğunun Çin İmparatorluğuyla pek çok ortak yönü olduğunu hatırlamak tarihsel arkaplanı oluşturmak açısından yararlıdır. (...) Öte yandan, iki örnek arasında temel bir farklılık vardır. Çin örneğinin aksine, Avrupa’da imparatorluğun çöküşünü bir yeniden kuruluş takip etmemiştir.

Bu durum üzerinde duracağım ilk nokta ile açıklanabilir. Roma’nın düşüşünden sonra Avrupa, siyasî bir merkezi olmayan geniş bir toplum halini almıştı. “Toplum” beşyüz yıl boyunca Latin Hıristiyan Dünyası tarafından oluşturulmuş ve birarada tutulmuştu. Söz konusu dönemde zaman zaman devletlerin kurulduğunu görüyoruz. Fakat Charlemagne’ın ünlü imparatorluğu örneğinde olduğu gibi, söz konusu devletlerin tümü kelimenin tam anlamıyla geçicidir. Düzen, siyasetten ziyade ideolojiyle sağlanmaktadır. Bu ise alışılmamış bir şeydir. Aslında, bu durum Latin Hıristiyan Dünyasındaki entellektüellerin konumuyla Çin örneği arasındaki büyük farka işaret eder. Çin’de entellektüeller devlete sadıktırlar; diğer bir deyişle devletin ve entellektüelin iktidarı birlikte belirlenir ve birbirlerini güçlendirir. Bunun aksine gerek İsa gerekse Aziz Augustine devlete karşı bir konum almışlardır. (...) Öte yandan, Roma İmparatorluğunun Hıristiyanlığı yok etme çabalarının başarısızlıkla sonuçlanmasından sonra, Konstantin -Çin’de olduğu gibi- ideolojinin imparatorluğu desteklemesini sağlamak için bir alternatif olarak Kiliseyle birleşmeyi denemiştir. Böylece ideoloji -Çin örneğinde olduğu gibi- imparatorluğa kuvvet verebilecektir. Kilise ise bu teklife sırt çevirmiştir. (...) Kısaca, ideolojik iktidar siyasal iktidardan ayrı durmaya devam etmiştir. Daha da önemlisi, Kilisenin imparatorluğu yeniden kurmak yerine işbirliği yapmak üzere istilacıların yasalarını düzenlemeye hazır oluşudur.

Batı’ya dair ikinci genel nokta Kilisenin 800 ve 1100 yılları arasındaki dönemdeki hegemonyası sırasında Avrupa ekonomisinin önemli ilerlemeler kaydetmiş olmasıdır. Bu, aydınlanmanın “karanlık çağlar”a bakışına tezat teşkil etmekle beraber, ortaçağ iktisat tarihçilerinin üzerinde görüş birliğine vardıkları bir şeydir. (...) Offa ve Charlemagne arasındaki yün arzıyla ilgili yazışmalarda da görüldüğü gibi, bu devrimin ticari boyutunun da olduğunu söylemek gerekir. Bu tür ticaretin bir koşulu, normatif dayanışmaydı. Diğer bir deyişle bu koşul, (Durkheimcı bir bakış açısıyla) sözleşmeye dayanan ilişkilerin temelini oluşturan bir uzlaşmaydı. Yukarıda bahsi geçen ilk nokta burada önem kazanmaktadır.(...)

Avrupa’nın normatif bütünleşmesi yerini, 1202’deki Bouvines savaşından sonra, pazarın ve ortak diplomatik ve kültürel normların oluşturduğu ve içinde askerî alanda birbiriyle rekabet halinde olan devletleri barındıran genel bir çerçeveye bırakmıştır. Avrupa tarihinin ritmi çok kutuplu devlet sistemiyle belirlenmeye başlar. Diğer bir deyişle, Avrupa’nın tek bir merkezi yoktur: kapitalizmin devletleri vardır. Çünkü Avrupa’da iktisadi faaliyetin patlayışı Çin’de 14. ve 15. yüzyıllarda gerçekleşen iktisadî uyanışa benzer. Buna bağlı olarak, Avrupa’daki patlayışın neden durdurulmadığı sorusu temel analitik soru haline gelir.

Bu sorunun cevabının Avrupa siyasetinin çok kutuplu koşullarında aranması gerektiğini öne sürmeden önce, Roma’nın düşüşünden sonra Avrupa’da imparatorluk kalmadığı iddiasını kanıtlamamız gerekir. Bir yandan Avrupa’da hiçbir zaman teokratik imparatorluğun varlığından bahsedilemez. VII. Gregorius, III. Innocente ve VIII. Bonifacius böyle bir imparatorluk kurmak istemişlerdir. Fakat Papalığın hiçbir zaman kendine ait bir ordusu olmamış; onun yerine işbirliği yapabileceği değişik prensliklere dayanmıştır. Öte yandan, seküler Kutsal Roma İmparatorluğu da yeniden kurulmamıştır. Bu noktada, Papa’nın Charlemagne’ın 800 yılında Aachen’da taç giymesine karşı gösterdiği tepkiden bahsetmek istiyorum. Bu şehirdeki imparatorluk sarayının yanında, imparatorluğun ideolojinin siyasî iktidarla uyum içinde yaşayabileceği yolundaki umudunun açık bir sembolü olarak Papa için de inşâ edilmiş bir saray vardı. Fakat Papa’nın, Tanrı’nın “iki kılıcı” kuramında görülen kesin bir bağımsızlığı vardı. Papa bu bağımsızlıktan Avrupa’nın birliği uğruna feragat etmeye hiç de istekli değildi. (...) Belki de Avrupa’nın çok kutuplu sisteminin temel nedeni Kilisenin bunu kendi çıkarı için uygun görmüş olmasıdır. Kilise çok kutupluluğun oluşmasında yardımcı olmuş ve kendi özerkliğini korumak için siyasî dengeler üzerine oynamıştır. Sonuç olarak, ideolojik iktidar ve siyasî iktidar arasındaki bölünme bu sistemin oluşmasında etkili olmuştur.

Öyleyse neden büyük ölçüde kapitalist ruha sahip bir iktisadi dinamiğin yaşaması engellenmemiştir? Gerçeği bir de tersinden okuyalım. Friedrich Barbarossa, V. Charles, II. Philip, Napoleon ve Hitler’in arzu etmiş oldukları imparatorluklar Avrupa’da yeniden kurulmuş olsaydı ne olurdu? Sözgelimi II. Philip tarafından yönetilen merkezî bir sistemin Hollanda’nın veya İngiltere’nin yeni toplumsal ve iktisadî fikirler ve kurumların oluşumuna yol açan tecrübelerden geçmeleri için gerekli olan serbestliğe izin vereceği şüphe götürür. Keşifleri hatırlayalım. Merkezileşmiş Çin devleti için keşifleri durdurmak mümkündü. Bunun aksine, Avrupa’da siyasî bir merkezin yokluğu, Kolomb’un Cenova’da iş bulamazsa Portekiz’i veya İspanya’yı deneme şansı olduğu anlamına geliyordu. Özetle, pek çok tecrübeye açık kapı bırakan çok kutuplu bir sistemi yönetmek oldukça zordur. Konu, gerçeğin tersten okunmasına başvurmadan değişik bir açıdan daha ele alınabilir. Avrupa tarihini gözönüne getirdiğimizde, Kuzey İtalya’nın şehir devletlerinin Rönesans ve bankacılık ve ticaret üzerine yeni fikirlerin gelişmesine yardımcı oldukları için çok önemli oldukları açıktır. Bu Aydınlanma nasıl mümkün olabilmiştir? Bana göre en iyi cevap bu devletlerin çok kutupluluğa bağlı olarak özerklik kazanmış, dolayısıyla tecrübeye açık olmalarıdır: Kuzeyde Kutsal Roma İmparatorunun toprakları ve Güneyde Papa devletleri vardı. Bu iktidar merkezleri arasında toplumsal girişimleri mümkün kılan bir boşluk vardı. Dahası, çok kutuplu bir devlet sistemi taklidi teşvik eder. 18. yüzyıl boyunca İngiltere ve Fransa beş kez savaşmışlar ve bu savaşların dördünden İngiltere zaferle çıkmıştır. Doğal olarak, Fransa’nın siyasal sınıfları daha az nüfusa ve daha küçük iktisada sahip bir devletin nasıl böylesine başarılı olabileceğini anlamaya çalışmışlardır. (...) Çok kutuplu bir devlet sisteminde hayatta kalmak istiyorsanız taklit etmeniz gerekir. (...)

Taklit sürecinin itici gücünü açıklamadan önce Avrupa devletinin doğasını anlatmak gerekir. Avrupa devleti ilk dönemlerinde feodal bir yapıya sahiptir. Hem despotik hem de altyapısal olarak zayıftır. Winchester piskoposunun oldukça uzun bir süre kraldan daha fazla parası olmuştur. Bu durum, kralın malî kaynağını prensipte kendi topraklarından elde edilen hasılat oluşturduğu için önem taşımaktadır. Feodal devletler, hem Kilisenin hem de asillerin çok sayıda mülkler üzerinde güçlü haklara sahip oldukları bir sivil toplumla birlikte yaşamak zorunda idiler. Bu nedenle fetih krallıkları olarak tanımlanamazlar. Bu durumun sonuçta, bürokratik olarak adlandırılan çok daha güçlü devletlerin kurulmasına yol açtığını görmemiz büyük önem taşır. Hükümdar gelirlerini toplayabilmek için olağanüstü malî taleplerinin gerekliliğini kabul ettirmek zorunda olduğu parlamento veya Standestaatları [zümre meclisleri] toplamak zorundaydı. Bu örgütlenmeler kilise kanunlarını kullanıyorlardı ve özellikle de “herkesi ilgilendiren şeyin herkes tarafından kabul edilmesi” ve “temsil olmadan vergilendirme olmaması” fikirlerinden yararlanıyorlardı. Bütün bunların sonucunda ortaya çıkan devletin despotik gücü doğal olarak azdır; fakat iktidar üst sınıflarla işbirliği yaparak kaynaklarını çoğaltır. Özetle, üst sınıf devleti kontrol edebildiği için devlete güvenir ve devlet yapısını ortak bir girişim olarak gördüğünden ona büyük oranlarda katkıda bulunur. Böylesine bir organik devlet birbiriyle çelişmeden beraber işleyen değişik iktidar kaynaklarını koordine eder.

Üstünde durulması gereken son faktör devletlerin neden daha fazla paraya ihtiyaçları olduğu sorusuyla ortaya çıkar. Nedeni açıktır; çok kutupluluk devletleri Avrupa tarihi boyunca savaş makineleri haline getirmiştir. Bunu, devlet harcamalarına bakarak göstermek mümkündür: 19. yüzyılın ortalarına kadar bütün devletler gelirlerinin yarıdan fazlasını savaşa veya savaş için hazırlığa harcamışlardır. Bu Avrupa tarihinde taklidin en önemli itici gücüdür. Ya yeni teknikler kullanırsınız -daha büyük ordular, barut, İtalyan savunma duvarları- ya da yok olma riskiyle karşı karşıya kalırsınız. 1600’de sayıları 200 civarında olan devlet tipleri 1900’de 25’e inmiştir. Polonya’yı ele alalım: rasyonelleşemedi, komşularıyla girdiği sonsuz silah yarışını sürdüremedi ve sonuçta yüzyıldan daha fazla bir süre için ortadan kalktı. Bunun aksine, Prusya 1805’de Napoleon karşısındaki feci yenilgisinden şaşırtıcı bir şekilde toparlanarak çıktı. Clausewitz’in de aralarında bulunduğu bir grup reformcu sadece askerî düzenlemelerin değil aynı zamanda toplumun kendi yapısının da değiştirilmesi gereğinin farkına vardılar. Birkaç yıl içinde, özgür vatandaşlardan oluşan modern orduların dışlanmış ve cahil çiftçiler karşısında yenilgiye uğramasının imkânsız olduğu inancına dayanılarak kölelik kaldırıldı. Avrupa tarihinde savaş toplumsal gelişmenin itici gücü olmuştur.

Avrupa toplumunda iktidar değişik odaklarda toplanmıştır. Bu toplum gerek askerî gerekse iktisadi rekabetle şekillenen huzursuz bir toplumdur. Dahası, bu ikisi arasında devletlerin kısa bir süre sonra farkına varacakları karmaşık bir ilişki vardır. I. Edward, 1297’de, İngiltere’yi cazip kılmak için tüccarlara özel ayrıcalıklar tanıyan bir bildiri yayınlar (Carta Mercatoria). Bu bildirinin nedeni oldukça basittir: devletin gücü, altın yumurtlayan kaza sahip olarak arttırılabilir. Diğer bir deyişle krallar iyi bir iktisadın kendilerine hatırı sayılır derecede vergi sağlayacağının ve böylece güçlerini arttıracağının farkındadırlar. (...) Hükümdarların aklı başında hareket edip etmediklerinin bir ölçüsü rekabetçi bir dünyada yaşıyor olmalarıyla belirlenmişti: üstlerinde kayda değer bir güce sahip olan daha büyük toplumların içinde yaşamak zorundaydılar; dünya onlardan ibaret değildi.

Temel tezim devletlerin kendilerini çevreleyen bir yapı içerisindeki rekabetlerinin iktisadî dinamizm yarattığı üzerineydi. Aynı zamanda feodal ve bürokratik devletler arasında bir geçiş olduğunu da ileri sürdüm. Diğer bir deyişle burada Çin’in temsil ettiği imparatorluk rejimi gelişme potansiyelinden yoksun görünmektedir.

Örneğim Çin ve Avrupa arasındaki karşılaştırma üzerine kurulmuştur. İlk düşüncem -kısaca söylemek gerekirse- İslamiyetin burada kullanılan genel kategorilere nasıl uydurulabileceği sorusu üzerinde şekillenmektedir. İslam medeniyetinin iki ayrı kutbu olduğu söylenebilir. Çin’e özgü olduğu kadar Osmanlılar için de geçerli olan müdahaleci fakat zayıf olan imparatorluk yönetiminin ortak noktalar taşıdığını düşünüyorum. (...) Elimizde olan, Avrupa’da da olduğu gibi, uzun bir süre tek bir siyasî merkezin hâkim olmadığı geniş bir kültürdür. Fakat İslam ve Avrupa arasında bir fark vardır. Avrupa hakkındaki savım daha büyük bir çerçeve içerisinde uzun ömürlü devletler arasındaki rekabetin iktisadî dinamizme yol açtığıdır. Diğer bir deyişle, İslam dünyasının imparatorluk rejimine sahip bölümleri dışında kalan devletler uzun süre yaşamamakta, hattâ aynı sınırlar içerisinde kalmamaktadırlar. Avrupa tarihi eğitimi almış biri için böylesine değişken devletlerin tarihini akılda tutmak gerçekten çok zordur; bu devletler kelimenin tam manasıyla var olurlar ve yok olurlar. Avrupa’da ise durum daha değişiktir. Bouvines savaşı İngiltere ve Fransa arasında cereyan etmiştir ve bu devletler üretim biçimlerindeki muazzam değişimlere rağmen gözle görülür şekilde aynı kalmışlardır. Bu farkın akrabalığın tarihsel sosyolojisi ile açıklanabileceği söylenebilir. Avrupa Kilisesinin yaygın akrabalık bağlarını kırmada başarılı olduğu söylenebilir: Halkı çekirdekleştirmiş ve bölmüştür. Bu mülkiyet üzerinde söz sahibi olmaları açısından iyi bir şeydir. Fakat aynı zamanda halkı devletin kuruluşu için uygun kalıba da sokmuştur. Bunun aksine, İslam dünyasında akrabalık bağları yıkılmamıştır. Bu bağlar çoğu zaman devlete karşı yönelen ve onu daha geçici kılan güçlü kaynaklar olmaya devam etmektedirler.

İkinci düşüncem toplumsal evrimin, özellikle bu terimin doğru olarak kullanılmasının, buradaki açıklamamın oryantalist ya da liberalizmin zaferini müjdeleyici olmadığını nasıl kanıtlayabileceği üzerinedir. Pek çok kişinin Batı’nın yükselişi hakkında tamamen dehşet verici bir dille konuştukları bir gerçektir. Max Weber’in Avrupalıların diğer medeniyetlerden olanlara göre daha rasyonel oldukları konusundaki ısrarını düşünün! Daha geniş bir açıdan duraklama, dinamizmle karşılaştırılmakta ve böylece dinamizm ve gelişmenin normal, arzulanır ve saygıdeğer olduğu izlenimi verilmektedir. Fakat doğru olarak anlaşıldığında toplumsal evrim bir toplum için en rasyonel şeyin halkın yeni koşullara uyum sağlamasına izin verecek yaşam biçimini kurmak olduğunu öne sürer. Benim de katıldığım bu görüşe göre, normalliğe -yani dengeye, oturmuş bir yaşam biçimine ve demografik büyümeye izin veren yeterli ekonomik gelişmeye- ulaşmış büyük ve oturmuş medeniyetler olarak Çin, İslam ve Budist Hindistan’ın başarılı örnekler olduğunu kabul etmek gerekir. Bunun aksine, Avrupa bir karmaşa yumağıdır: saf bir kimlik yaratamamıştır. Bunun nedeni iktidarın her zaman için değişik ellerde olması ve siyasetle inancın halkı tamamen değişik amaçlara yöneltmiş olmasıdır. Fakat belki de bir tek Avrupa böylesine bir karmaşa yumağı olduğu için (ki bu medeniyet açısından göreceli bir başarısızlıktır) yeni olan bir şeyi de inşâ etmiştir: kendi başarısızlığından yeni bir toplumsal gelişme basamağı yaratarak diğer tüm medeniyetlerin uyum sağlaması gereken bir durum yaratmıştır. Öyleyse toplumsal evrim kavramının ahlâki bir değerinin olması gerekmez: yeni aşamaları genellikle göreli başarısızlıklar getirir; ve böylece herhangi bir yeni aşama geride kalanların tümü için gündem oluşturur. Bunun ötesinde ahlâkın gelişmeyle olan ilgisiyle ilişkili iki farklı yaklaşım vardır. Bir yandan Avrupa’nın dinamizmi, yani analiz ettiğimiz sınıf ve devlet kombinasyonu, uzun dönemde felaketle sonuçlanmıştır: kollektif iktidardaki büyük şahlanma 1914-45 yılları arasındaki dönemin jeopolitik çatışmaları içerisinde kendine korkunç bir var olma alanı bulmuştur. Öte yanda ise ilk modern toplumun ticari ve liberal olduğu gerçeği durmaktadır. Daha sonraki gelişme modellerinin şu veya bu şekilde baskıcı bir yönetimi tercih etmiş olmaları gözönünde tutulduğunda bunun aslında takdire şayan bir şey olduğu anlaşılır.

(...) Tezim Max Weber’in Batı’nın 15. yüzyıldaki yükselişini Protestanlığa özgü hükümlerin bir sonucu olarak ele almasından farklıdır. Öncelikle Avrupa’nın dinamizm mantığı 15. yüzyıldan önce de işlemekteydi. Ayrıca bir ideoloji için önemli olan, doktrinin ayrıntılarından çok, geniş alanları birleştirerek yabancıların kendilerini tek bir topluluğun parçası olarak görmelerini sağlayabilmesidir. Tartışmam, doktrinden çok topluluğa vurgu yaparak, Durkheimcı ideoloji teorisini öngörmektedir. Bu aynı zamanda Marksizm’le de çatışır. İlk olarak, daha önce de belirtildiği gibi Fransa ve İngiltere gerek feodalizm gerekse kapitalizmde bariz bir şekilde varlıklarını devam ettirmişlerdir. Bu da devletlerin sadece üstyapısal gölge olgulardan ibaret olmadıklarını öne sürer. Siyasal teşekküllerin ve özelde Avrupa’da askerî rekabetin, modern bilimin gözardı etmemesi gereken oldukça önemli faktörler olduklarını öne sürdüm. Bu ise sosyoloji için olduğu kadar iktisat için de geçerlidir.

JOHN A. HALL

Derleyen Huricihan İnanoğlu, Neden Avrupa Tarihi, İletişim Yayınları, 1997, s.31-41