Ve ATV’ye çıkmadı. O yüzden alternatif iletişim aracı Birikim’e bir kayıt düşelim dedik, bu uzaklardan gelen adam için. yazdığı önsözde Savaş Arslan onu sizlere yeteri kadar tanıtıyor. Bu yazıdan anlaşılacağı gibi, Jimmie Durham için onu tanımlamakta kullanılan terimlerin her biri (“Amerikan yerlisi”, “sanatçı”, “siyasal aktivist”, “uluslararası yerli hakları savunucusu”, vb.) basitçe bir niteliğe veya kimliğe değil bir noktaya, bir soruna işaret ediyor. Tıpkı oto-portresinde gösterdiği gibi, “kendi” bir dizi işaretlerden, yazılardan yapılma, gövdesi saf bir “kim-lik” sorusunun yanıtı değil işaretlerin, adlandırmaların savaş alanı. Kısacası, karşınızdaki ne 19. yüzyıl sömürgeci mitolojisinin “asil savaşçısı” ne de çağdaş vicdan muhasebesinin masum kızılderili “kurbanı”. Ama ne de kendini “melez” diye tanımlayıp yeni bir ucuz kimlikçi politikanın kâr devresine girmiş “çağdaş sanatçı” (ATV’ye çıksa terimler bunlar olurdu herhalde). Durham, garip, ürkütücü ama komik, alaycı ama ciddi, toteme benzemeyen totemler yapıyor, gerilmiş deri üzerine Franz Fanon’dan alıntılar yazıyor, yıkanmış beyinleri yeniden-yıkamak değil beyinlerin kirini yitirmemek için, karalanmış kâğıt üzerine bir kez daha, yeniden-yazıyor: “yerliler kaybetti, çünkü teknolojik düzeyleri taş çağıydı.” Ve cümlenin yeri, doğruluğu, etkisi birdenbire altüst oluyor... Global ve çok-kültürlü bir harikulâde dünyanın “melez”, “yerli”, “öteki” sanatçısı değil o; aklın temsilcisi, cömert, müşfik ve liberal beyaz adamın çok-kültürlülük maskesi altında sinsice kendine yadsıdığı evrenselliği kimseye bırakmaya niyeti yok, altını çize çize evrensel sanat yaptığını söylüyor: kendini tanımı, “evrensel Çeroki sanatçısı”. Ama evrensellik diye bir şey olduğuna inandığı için değil: “Sanat nasıl evrensel olurmuş hakikaten anlamıyorum. Geldiğiniz yer belli ve dışlayıcı kurallar var. Gene de insan bunda rahat etmemeli, kurban olmaktan haz duymamalı. Toplumun mümkün olduğu kadar fazlasıyla mümkün olduğu kadar fazla diyalog kurmaya çalışmalı.”[1]
Kim bir Çeroki? Durham için bu yok edilen bir halk olduğu kadar, bu yok ediliş sürecinde ayakta kalan bir halk. Bir saflık değil söz konusu olan. Beyazlarla ilk karşılaştıkları günden beri Çerokiler onlar için alet yapan bir grup olmuşlar: bıçak, kolye, yün battaniye. Buldukları her aleti ve materyali başka bir şeye dönüştürmüş yerliler, öyle ki beyazlardan gelen aletler ve materyaller onların olmaktan çıkacak ve yerli kültürün dönüştürücü gücü, paradoksal biçimde, bu aletlerin ve materyallerin tekrar beyaz kültür tarafından otantik nesneler olarak mal edilmesine yol açacaktır. Kendine otantik, folklorik ve kültürel bir yer tanıyan bu yutucu hâkim kültürle bir mücadele Durham’ın sanatı, en azından bir yönüyle.
Yerli kültürü özgünlük, saflık, otantiklik terimleriyle görmeyen Durham onu bir hayatta kalma ilişkisi içinde tanımlanıyor. “Vahşilik otoritesi verilmiş biri olarak, geleneğim ve mesleğim saldırmaktır”. İnsanı rahat değil -ah ne güzel, ne otantik!- rahatsız ettiren bir yerlilik: iki ayağının üzerine yükselmiş, ağaçtan bir ölü geyik ürkünç bir kahkaha fırlatıyor yüzünüze. Kurumuş ağaç, ölü geyik, muazzam (ve hâlâ süregitmekte olan) bir soykırım, yokoluşun, geri getirilemeyen, onarılamaz tarihin izleri. Durham için sanat, bu izleri, bu kalıntıları, basitçe kültürel kimliğe tedavül etmenin ve sanat tarihinde ve pazarında “otantik yerli sanatı”, “çok-kültürlülük” liberal hücreleri içinde yerini almanın aracı değil, bir direnç paniği. Gelgelelim basitçe bir red de değil söz konusu olan: “Merak etmeyin” diyor, “iyi bir yerliyim... doğayı severim, çevreyle bir beyazın tam olarak anlayamayacağı türden ‘intim’ bir ilişkim vardır... hayvan kuzenlerimle söyleşir, hattâ pipo bile içerim.”[2] Durham’ın “otantikliği” hedefe yönelik, maske düşüren bir yerli hinliği: 1984’te, kendini New York’un ünlü Trump gökdeleninin yapımında kullanılan materyallerin sahibi olarak tanımlayıp, gökdeleni 98 sent ve bir dizi kolye taşı karşılığında Kübalı sanatçı dostu Jose Bedia’ya sattığını ilân etmişti.
Durham için eğer sorun bozulmamış, otantik bir yerli kimliği savunmak değil de tarihin onarılmazlığının altını çizmek ise, sanatında bulmamız ihtimali olan yokoluş ile direnç arasında kurduğu garip ilişki olabilir. Nasıl oluyor da gene de bir türlü yok olmuyor apaçık bir biçimde yok edilen halklar? İşte size sanatta yeni bir buluş, Durham-yasası: direncin sorusu ve sorunun direnci, soru-direnç. Belki de sanatın kökeninde, transandantal beyazlardan merhum Kant’ın buyurduğu gibi “tad yargısı” değil de başka bir şey vardır .. garip, ölümde canlı, yargı-olmayan bir şey? Batı uygarlığının amansız yok etme gücü yok edile(meye)ni yeniden ve yeniden geri getirmiyor mu? Kimliği, yanıtı değil yok oluştaki direnci, yok edişin silemediği izini getiren Durham’ın sanatsal pratiği bu noktada önem kazanıyor. Onun yapıtlarında karşımıza çıkan bu gülünç totemler, bu ağaç-geyik-hayaletler, bu yeniden-canlanan cesetler bize, ister istemez, “bazen düşünce ölen bir hayvana yaşayan hattâ demokratik bir insandan çok daha yakındır” diyen yazarları hatırlatıyor.[3]
Durham’ın sanatında, en azından, basitçe bir şey öğrenmekten ziyade öğrenileni bozmaya, sorunsal kılmaya davet ediliyoruz. Bu önemli bir nokta: sorunsal kavramını, “teori öğrenme” işleminin altında öldürme tehlikesinden kurtulmak, “sorunsal”ın öğrenileni bozmayı içermek zorunda olduğunu görmekle mümkündür (yoksa sorunsalı gerçekten de entelektüalist, teorisist ve elitist bir hale getiririz ve buna “olsun fark etmez” dersek, belki teori öğrenmiş, ama aslında sorunsalı yok etmiş oluruz). Basitçe bir şey öğrenince değil, öğrenirken aynı anda öğrendiğimizi sorunlaştırınca, yani koşullarını, sonuçlarını, çelişkilerini, çıkmazlarını bulunca sorunsal içinde oluruz.[4] Durham’ın sanatsal pratiği işte bu anlamda bir düşüncenin, bir sorunsalın yaratıcısıdır. Son sözü kendisine bırakalım: “Zorunlu yanlışlık düzeyini sürdürebilmek için, sanatın üslûbunu ve özgüllüklerini, hattâ iç çatışmalarını ve isyanını banal bir düzeyde tutmalı ve tercihan sadece sanat sistemine gönderme yapmalı ... İzleyici sorununun Üçüncü Dünya sanatçıları için pratik olarak aşılamaz (kesinlikle çözümü olmayan) bir sorun olduğu açık, demek ki, yapıtlarımızda bu aşılmazlığın içerilmesini borçluyuz kendimize... Kollektif doğanız dolayısıyla meydan okunamaz olan sizlere meydan okumak zorunda mıyız yani? Peki ya, pis çizmelerinizle her yeri adımlarken sizleri görmezlikten gelebilir miyiz?”[5]
[1]Alıntılayan Louis Camnitzer: “Jimmie Durham: Dancing Serious Dances”, Jimmie Durham: Bishop’s Moose and the Pinkerton Men içinde (New York: Exit Art, 1989), s.9.
[2]Alıntılayan Lucy R. Lippard: “Little Red Lies” a.g.e. içinde, s.22.
[3]Gilles Deleuze ve Felix Guattari: What is Philosophy? (New York: Columbia University Press, 1994), s.108.
[4]Birikim okur-yazarları olarak “doğal” alışkanlığımız üzerine küçük bir uyarı sadece!
[5]Jimmie Durham ve Jane Fisher: “The ground has been covered” Artforum, New York, 1988.