Türkiye'de Siyasal Tıkanma ve Medya

Türkiye’de ulusal ölçekte, bir başka ifadeyle mikro düzeyde bakıldığında son günlerde siyasal alanda bir tıkanma durumunun yaşandığından söz edilmeyebilir. Oysa 1997 yılı içinde son dönemin en derin siyasal bunalımı yaşanmış, medya da bu bunalımda taraflardan biri olarak yerini almıştı.[1] Refahyol iktidarı döneminde yoğunlaşan ve kriz, bunalım, tıkanma vb. birbirini çağrıştıran kavramlarla ifade edilen bu durumun o dönemdeki siyasal iktidarın yapısından ve RP’nin tabanı dolayısıyla “çevre”nin iktidara taşınmasından kaynaklanan temel bir nedeni vardı. Medya ile siyasal iktidar arasındaki kutuplaşma kolay kolay eşine rastlanmayacak bir düzeyde gelişmişti ve iktidar medyaya yönelik suçlamalarını kamusal alana taşıyarak bu kutuplaşmayı açıkça ilân etmişti. Sonunda merkezî bir operasyonla hem Refahyol iktidarı bırakmak durumunda kaldı hem de medya ile siyasal iktidar arasındaki gerilim sona erdi. Dönemin siyasal iktidarının karşısına aldığı medya için kullandığı “bir kısım medya” söylemi de nostaljik bir espri olarak toplumdaki yerini aldı...

Kültür sorunlarının ana tartışma gündemi haline geldiği son yıllarda, toplumsal süreçleri açıklamanın diğer yaklaşımlarla birlikte önemli bir alanı kültür olmuştur. Her toplumsal tıkanmada olduğu gibi 1997’deki bu gerilimli dönemin de temelinde ekonomik, siyasal nedenler var olsa da, kültürel boyut bir kenara bırakılarak yaşanmış olan ve gelecek konusunda aydınlatıcı bir çıkarsama yapılamaz. Nasıl olup da medya ile siyasal iktidar bu denli keskin bir çatışma içine girmiş ve medya siyasal iktidarın sonunu getirecek kadar belirleyici olabilmiştir? Medya, kültürel alanın belirleyici bir parçası olarak Türkiye’nin kendi gelişme dinamiklerinden kaynaklanan özelliklere sahiptir, ancak kendi iç dinamikleriyle de yapısal bir roldedir. Dolayısıyla medya ve siyasal iktidar arasındaki bu çatışmanın birinci yönü Türkiye’nin kendi gelişme dinamikleri içinde, ikinci yönü de medyanın yapısal niteliğinde saklıdır. Medyanın yapısal niteliği ve bu niteliğin kamuoyuna yansıyan yanları üzerinde düşünmeye çalışırsak; medyanın hangi haberleri öne çıkardığı, nasıl işlediği, hangi haberleri yayımlayıp hangilerini yayımlamadığı gibi seçimlerinde, dolayısıyla haberlerin kamuoyuna yansıma biçiminde siyasal sistemin niteliği (açıklığı, sivil toplum örgütleri ve muhalefet kurumlarının yapısı, fonksiyonlarını yerine getirebilmesi, hükümet-medya ilişkilerinin sağlıklı işlemesi açısından yerleşmiş gelenek vb.), kurumda yerleşmiş yayım ilkelerinin olup olmadığı, medya patronlarının ekonomik çevrelerle girift ilişkileri değişik ölçülerde etkilidir. Siyasal sistem içindeki çıkar dengeleri ve ülke çapında dağıtımı yapılan gazetelerin ve izlenebilen TV kanallarının birkaç kişinin elinde toplanması, tek bir kişiye ekonomik bağımlılık dolayısıyla çalışanları olduğu kadar, kamuoyuna ulaşan mesajları etkilemekte, dolayısıyla medya kurumlarının yapısı, haberin kamuoyuna yansımasında giderek daha belirleyici olmaktadır. Ekonomik çıkar çevreleriyle giriftleşen medya patronlarının çıkarlarının haberler üzerindeki belirleyiciliği, kimi zaman oto-sansür, kimi zaman haberin hiç yayımlanmaması ya da yayımlanma, yer alma biçimini etkileyecek şekilde ortaya çıkabilmektedir. Gazeteci yazdığı haberin hangi sayfada ya da kaçıncı sırada, hangi manşetle yayımlanacağını saptayamamaktadır. Kurum politikasına göre haber büyütülüp küçültülmekte ya da yayımlanmamaktadır, dolayısıyla medya kurumlarında çalışanların bağımsızlığı, kurumsal etiğin ve yayım ilkelerinin yerleşikliği, haberin oluşmasında önemli bir etken durumundadır. Görüldüğü gibi, haberlerin kamuoyuna ulaşmasını etkileyen, yukarıda sayılan siyasal sistemin niteliği, medya kurumlarında ekonomik çıkar çevreleriyle girift ilişkiler, yerleşmiş geleneklerin, kurumsal mekanizmaların olmayışı gibi birkaç temel faktörden hareket edilebilir.

Manzaranın arkasına doğru ilerledikçe ekonomik, siyasal yapıdan kültürel olana doğru bir açılımla karşılaşacaktır: Siyasal sistemde çıkar dengelerinin birbirleriyle ne tür bir etkileşim içinde olduğu, nasıl örtüştüğü, ne kadar açık-kapalı olduğu, medya kurumlarının bu dengeler içindeki yeri, gazetecinin siyasetçilerle ilişkilerinde bireylerden yana mı, devletten yana mı bir kültürel perspektifle baktığı vb. siyasal gelişmelerin medyaya yansımasında etkilidir. Yani haberin içeriği bir yandan içinden çıktığı toplumu yansıtırken, bir yandan da kurumsal bir ürün olarak bir takım koşulları yansıtır. Ancak, gazetecinin devletin bireyler için araç olduğu fikri yeterince gelişmemişse, yasaların ve kurumsal yapının sağladığı esneklik ne olursa olsun kamuoyunun aydınlanmasında iktidardan yeterince bağımsızlığı da gerçekleşemeyecektir.[2] Devleti bir araç olarak gören kültür yerleştikçe gazetecilerin kamuoyunu aydınlatmadaki sınırları da genişleyecektir. Medyanın siyasal iktidarla ilişkisi, bireyin devletle ilişkisinde belirleyici olan ideolojik-kültürel yapılanmadan bağımsız değildir. Toplumun bu alandaki pratikleri, yöneten-yönetilen ilişkisinin tarihsel süreç içinde oluşturduğu gelenek, ideolojik-kültürel perspektifi de belirler ve ideolojik düzey tüm düzeyleri içine alır.

Medyanın temel işlevlerinden birisi kültürdeki var olan sınırları korumaktır. Toplumsal çıkarları bütünleştirebilmek için bazı görüş ve değerler kabul edilebilirlik sınırları içinde kabul edilirken, diğerlerinin meşrû olmayanlar biçiminde tanımlanması zorunludur (Shoemaker&D.Reese, 1979: 99).[3] Medyanın siyasetle ilişkisinde toplumsal bir bütünleştirme mekanizması olarak ideolojinin doğası, toplumsal pratiklerin nasıl yönlendiği ve medyanın bu çerçevenin niteliği ile şekillenen toplumsal denetim işlevi önemli bir rol oynar.

MEDYANIN GÜÇ OLARAK SORGULANMASI

Medyanın bize yansıttığı ne olursa olsun, gerçekte neyin olup bittiğini anlatırken, bir toplumsal formasyonu belirlemesi, dolayısıyla kültürel biçimi, kavrama biçimini oluşturması, klasik demokrasilerde dördüncü güç olarak ifade edilen medya anlayışının daha ötesinde bir güç analizi yapılmasının gerekliliğini de ortaya koymaktadır.

Günümüzde Batı toplumlarında gazeteciliğin konumu ve siyasal düşüncelerin oluşumundaki işlevi, yerleşik iktidar yapılarının çevresinden daha merkezî bir konuma gelmiştir. Kitle iletişimi ekonominin ve her şeyin ötesinde siyasetin işleyişinin işlevsel bir önkoşulu durumundadır denebilir, dolayısıyla gazeteciliğin siyasal düşüncelerin oluşumunda merkezî bir rol oynamasına paralel olarak medya da bağımsız bir güç haline gelmiştir. Toplumlar demokratikleştikçe, siyasette gizlilik ilkesinin temelleri sarsıldıkça, aradaki işlevsel ilişki arttıkça, medya da siyasal etkinliğin önkoşulu durumuna geçmiştir. Bugün siyasetçilerin en etkili kanalı medyadır. Nitekim, modern toplumun ekonomi, siyaset ve kültürün bütünleşme araçları olarak hizmet eden iletişim biçimleri tarafından tümüyle tahakküm altına alındığı yeni bir aşamaya girdiğinden söz edilmektedir. Bu süreçte medya, bir denetim ve aktarma alanı haline gelmiş, anlamındaki paylaşma ve ortaklaşma kavramıyla bağlantılı kısmını yitirmiştir. Medya, halka birer vatandaş olarak haklarını kullanabilmeleri için gerekli olan enformasyonu sağlar, dolayısıyla yurttaşlar medya aracılığıyla olayların yorumlanmasına ve tartışmalara katılabilirler. Yurttaşların siyasal tercihleri ve tutumları, eylemleri medyaya ve kamusal tartışmalara erişimleri dolayısıyla etkilenip yankı bulur, bunun için de demokratik sürecin vazgeçilmez bir ögesidir (Lundby&Ronning, 1991: 265-269). O halde medya, “modern toplumlarda bir denetim ve aktarma alanı olarak ekonomi, siyaset ve kültürün bütünleşme araçları olarak hizmet eden, dolayısıyla denetimini ve aktarmasını bu bütünleşme yönünde yaparak, aynı zamanda yurttaşların siyasal tercih ve tutumlarını bir yörüngeye sokmaya çalışan” ve yukarıda belirtildiği gibi ideolojinin doğasına uygun davranan bir şekilde konumlanmıştır.

Medyanın gelişimi ülkelere göre farklı yollar izlemiştir. Bu yüzden hukuki çerçeveler, editoryal yapılar, iş düzenlemeleri, profesyonel ölçütler ve rol yorumlamaları konusunda ülkeden ülkeye farklılıklar görülmektedir (Kepplinger&Köcher, 1990: 285-311). Rol yorumlamalarının ülkeden ülkeye farklılaşması o ülkenin tarihi içinde oluşmuş, sosyal-kültürel yapısıyla ilgilidir.[4] Gazetecilerin kendilerini nasıl algıladıkları, toplumsal tabakalaşmada nereye konumladıkları olaylara bakışlarında etkili olabilmektedir.[5] Hattâ aynı toplumsal sınıflara mensup olduklarında statü ve rol değişimi gerçekleşmektedir. Liberal basın ideolojisi ve pratikleri eleştirildikçe, dolayısıyla gazetecinin nesnelliği ve tarafsızlığı, toplumsal güç/iktidar ilişkilerinin haber üretimine yansıması sorgulandıkça medyayı toplumsal, kültürel ve ekonomik yapıdan yalıtmayan çalışmalar artmış ve özerk medyayı liberal çoğulculuğun garantörü olarak gören ABD siyasal kültürünün dışına çıkılmıştır. Keane’in “konumlandırılmış yorumcular” olarak ifade ettiği (1992: 49-50) gazetecilerin nesnelliği, Alvin Gouldner’a göre (düzen içinde) bekçi köpeği rolü ve muhalif basın anlayışı çerçevesinde gelişmektedir ve “statükonun yöneticileri olan” önemli kişi ve elitlere bağımlılığı desteklediği için doğası gereği muhafazakârdır (Glasser, 1992:176). İngiltere ve Kıta Avrupası’nda kabul gören eleştirel eğilimler, Almanya’da Frankfurt Okulu, Fransa’da yapısalcı ve post-yapısalcılar ve İngiltere’de kültürel çalışmaların yaklaşımları içinde çeşitlenmiştir. Frankfurt Okulu’ndan Marcuse’ün eleştirisi, basının alternatif siyasal çözümleri tartışmaya açmaktan çok statükoyu koruyucu bir yönde ve “söylemlerin evreninde bir kampanya” işlevi gördüğü yönündedir. Habermas bu durumu gazetelerin parasal temele dayandıkça sistem dünyasının, dolayısıyla seçkinlerin kontrolü altına girdikleri ve dolaylı iletişimlerinin aslında “tahrif edilmiş iletişim” olduğu şeklinde yorumlamaktadır (1996: 181-187). Althusser, kitle iletişim araçlarını devletin ideolojik aygıtlarından biri olarak görmektedir. Gramsci’den kaynaklanan yaklaşımla kültürel hegemonyanın oluşmasında medyanın aktif bir rol oynadığı ve var olan ideolojiyi yeniden ürettiği fikri Avrupa’daki medya çalışmalarını 1970 sonrası derinden etkilemiştir. Ancak Althusser’in ideolojiyi bilinçaltı ve her zaman kurumsal olarak vurgulamasına karşın, Gramsci ideolojinin yanısıra hegemonyada kültürel, ekonomik ve siyasal kertelerin önemini vurgulamıştır (Eagleton, 1991). Gramsci’nin hegemonya kavramı, medyanın ideolojik bir aygıt olarak kavranmasında daha çok iktidar sahiplerinin ideolojilerinin kültürel pratiklerinin dolayımı ile toplumsal rızaya dönüştürüldüğü bir araç olarak ele alınmasına dayanmaktadır. Eleştirel yaklaşımı benimseyen kuramcıları birleştiren nokta, gazetecilerin profesyonel ideolojisinin var olan güç/iktidar yapısını yeniden ürettiği yolundadır. Medyayı yönetici sınıfın bir aracı olarak gören araççı yaklaşım, güç/iktidar sorununu formüle ederken birey üzerine odaklanır. Gerek bireysel eylem üzerinde, gerekse toplumsal yapı üzerinde duran eleştirel yaklaşımlar, Bourdieu’nun “ikili belirlenim” (double determination) önermesinde birbirine yaklaşırlar (Murdock, 1980; İnal, 1996). Gazetecilerin profesyonel ideolojilerinin ikili biçimde belirlendiklerini vurgulayan Bourdieu, belli bir sınıfın çıkarlarından çok kapitalist ekonominin dinamikleri ile belirlenen, medya sahiplerinin çıkarlarını yansıtsa da, alana egemen olan ve üretimi yönlendiren özgün mantıkla şekillenen ideolojiden söz etmektedir. Bourdieu, ekonomik ve kültürel kapitali birbirinden ayırır. Egemen sınıfın avantajını belirtirken, sınıfsal konumları dolayısıyla kültürel kapitale ulaşımı mümkün olanların güç/iktidar ilişkilerini pekiştirdiğini, böylece siyasal, ekonomik ve askerî seçkinlerin yanısıra “sembolik seçkinler”in de var olan güç/iktidar ilişkilerinin sürmesi yönünde hareket ettiklerini, medyada çalışan profesyonellerin konumlarının da bu bakış açısı ile alınıp incelenmeleri gerektiğini belirtir (İnal, 1996). Sembolik seçkinler içinde yer alan gazeteciler, eşitsiz toplumsal yapının eklemlenmesinde, söylemin başlıklarını, stilini, sunumunu belirleyerek karar verme konusundaki göreceli özgürlükleriyle etkilidirler, dolayısıyla modern enformasyon ve iletişim toplumlarında iktidarın uygulanması ve sürdürülmesi konusunda günlük pratikleriyle destek olurlar (Van Dijk, 1994; 276).

Üstyapısal olduğu kadar altyapısal etmenleri ve medya söylemlerinin kuruluşu kadar izleyiciler tarafından değişik biçimde çözülüşünü ve yorumlanışını kavramayı hedefleyen genel bir kültürel araştırma paradigması oluşturmayı amaçlayan Stuart Hall’un modeline göre, medya olanı biteni basitçe bize anlatmaktan öte, bir hammadde olan olayı bir ürün olan habere dönüştüren, bu dönüştürmeyi yaparken de neyin haber değeri taşıdığına karar veren zımni mekanizmalar, ideolojik ve mesleki kodlarla davranan kurumsal bir ajandır. Bir başka ifadeyle gazetecilerin rol yorumlaması da bu kodlardan bağımsız değildir. Hall, ideolojik ve meslekî kodların önemini vurgulayarak haber ya da enformasyonun bu kodlar içinde eklemlenip iletildiğini belirtir (Hall, 1973; 1986; 1989). Medya mesajları doğrudan değil, dolaylı yollarla yani dilsel, görsel ve retorik mekanizmalar, ideolojik ve meslekî kodlar aracılığıyla, son çözümlemede ekonomik ve siyasal seçkinlerin işine yarayan bir ideolojik ve simgesel dünya kurar. Mesajların ekonomik ve siyasal seçkinlerin işine yaraması ise, medya tarafından kurulan bu ideolojik ve simgesel dünyada hep belli sorunların konulması ve gündemlerin belli biçimde formüle edilmesiyle, başka soruları ve gündemleri ise dışarıda bırakarak, açık sansür mekanizmalarıyla değil, dilsel ve retorik yollarla, örtük kurumsal ve dilsel varsayımlar ve kodlar sayesinde gerçekleşir (Mutman, 1995: 35-36). Medya “etki” yapabilmek için toplumsal ilişkiler bütününün belirli bir anında ideolojik alana bu alanın özgüllüğü içine girmek zorundadır. Hall, medyaya ideolojik derken, onun anlamın toplumsal inşâsı alanında işgördüğünü ve ideolojik alanın analitik açıdan bir parçası olmadığı, toplumsal, siyasal ve teknolojik ilişkilerle birlikte, ekonomik ilişkiler içerisinde yapılanıp biçimlendiğini belirtir. Tüm bu toplumsal, kurumsal, teknik, ekonomik ve siyasal ilişkiler belirli bir anda anlaşılır anlamlar üretmek, kadın ve erkeklerin sıradan gündelik toplumsal etkinlikleri içinde dünyayla ilgili anlayış ve kavrayışlarını biçimlendiren, onları potansiyel toplumsal özneler olarak inşa eden ve dünya hakkındaki bilinçlerini oluşturma biçimlerini düzenleme etkisine sahip olan kültür şebekelerine -kültürel pratikler alanına- girmek zorundadırlar.

VAR OLANLA NEREYE KADAR ÇATIŞABİLİR?

Medya ile onu çevreleyen kültürler arasındaki mesafenin çok fazla olmaması beklenir, ancak medya modern insanın dünyaya ilişkin imgelerini yaratırken bir kültürel değişkenliği de yaratmaktadır. Kültürü içinde barındırdığı paradoksu bir kenara bırakıp “bir bütünden daha küçük olan bir parçanın değerler ya da pratikler dizgesi” olarak tanımlarsak (Wallerstein, 1993; 1990), medya tarafından yaratılan medya kültürü, geleneksel kültürü hammadde olarak kullanmakta, geleneksel kültürü hem yansıtmakta, hem de yeniden şekillendirmekte, dönüştürmekte ve modern insanın tercihlerini yeniden düzenlemektedir (Kepplinger, 1975). O halde, medya tarafından kurulan ideolojik ve simgesel dünya, “yerleşmiş gelenekleri tarih içinde kuşaktan kuşağa aktaran ve toplumun üyelerinin kültürel bilincine egemen olan birincil deneyimlerle bağlantılı bir kültürü niteleyen geleneksel kültüre” ters düşebilir mi, ya da ne kadar ters düşebilir? Medya çeşitli alt-kültürler ve kültürel alt kesitler arasında da seçim yapmakta ve bunlar arasında dolayımlayıcılık işlevi görmektedir. Medyanın sunduğu imgeler geleneksel kültürün kalıplarına çok ters düşmemelidir. Burada Lundby ve Ronning’in geleneksel kültür ve medya kültürü hakkındaki vurgularını kullanırsak (1991: 259-269), geleneksel kültürün simgeleri süreklilik özelliğine sahiptir, uzun bir zaman diliminde kuşaktan kuşağa aktarılarak paylaşılır, tekrara dayanır, temel ilkesi süreklilik, kapalılık ve istikrardır. Geleneksel kültürler kendi değerlerini değişime karşı korurlar. Eğer değişim olacaksa, bu son derece ağır bir süreç içinde gerçekleşir. Medya kültürünün simgeleri ise yenilikçidir, eski simgelerin üzerine yenileri inşa edilir. Ancak bu simgeler belli bir dereceye kadar bilinen kodlarla ilişkilendirilmek zorundadırlar. Temel ilke değişim, açıklık ve istikrarsızlıktır. Bu tanımlamalardan medya kültürü ile geleneksel kültürün çeliştiği sonucu çıkarılmasına. Hem medya kültürü hem de geleneksel kültür içinde farklı çıkarların çatıştığı, çelişkilerin yer aldığı, değişik söylemlerin hegemonya için savaştığı alanlar vardır. Medya, bir kültürdeki sınırları korurken toplumsal çıkarları bütünleştirebilmek için bazı görüş ve değerleri kabul edilebilirlik sınırları içinde kabul ederken, diğerlerini de zorunlu olarak meşrû olmayanlar biçiminde tanımlar. Hiçbir kültür tümüyle türdeş değildir. Ancak medya kültürü türdeşleşmeyi teşvik etmektedir, geniş ölçüde bir tek biçimlilik ve uyumluluğa sahiptir.

Medya kültürüne ilişkin bir başka yorum da Adorno ve Horkheimer’ın irdeledikleri mit/akıl, akıldışılık/akla uygunluk, ciddiyet/eğlence arasındaki diyalektiktir (Lundby&Ronning, 1991). Buradan yola çıkıldığında mit, akıldışılık ve eğlence güçlerinin öne çıktığı kötümser bir medya kültürü yorumuna varılır. Demokratik ve anti-demokratik itki arasındaki diyalektikte ise, medya tek boyutluluğun ve baskıcı hoşgörünün, siyasal süreçleri sahteleştiren, aşırı derecede antidemokratik ve güdümleyici pratikleri gizleyen bir yönde değerlendirilir. Başka bir tarafta ise, iletişim sistemlerini yükselen demokrasinin destekleyicileri olarak gören görüş yer almaktadır. Bu medya kültürü ile nitelenen medyanın denetim ve iktidar ilişkilerinin dolayımlayıcıları olarak işlev görmesi ve aynı zamanda toplumsal siyasal süreçlerin yapıldığı bir alan oluşturduğunu ima etmektedir. Anthony Giddens, bunun yeni bir toplumsal oluşum olmadığını, daha çok modern durumun merkezî boyutlarının devam etmesi ve kesintiye uğraması arasındaki bir diyalektik olarak yorumlamaktadır (1990).

TÜRKİYE’DE MEDYANIN ANLAM DÜNYASI

Medya, kültür ve ideolojinin karşılıklı etkileşimi üzerine söylenenlerden sonra Türkiye örneğine geçildiğinde, medya çalışanlarının medya pratikleri ve ilişkilerinin ideolojik olarak nasıl işlediğini, hangi ideolojik-kültürel kodlarla olaylara baktıklarını anlamak için geriye, ilk gazetelerin ortaya çıktığı döneme gitmek gerekmektedir. İlk gazetelerin devletin yaptığı reformları duyurmak amacıyla, hattâ yüksek yönetici kadroların yeni düzenlemeleri öğrenmelerini sağlamak için çıkarılması, basının Batı’dan farklı olarak yola koyulduğunu göstermektedir. Batı’da 15. yüzyılda sosyal yapının değişimi ve ekonomik gereksinmelerin artması ve bunların belli bir teknoloji ile birleşmesi sonucu basımevinin belirmesiyle gazeteler ortaya çıkmıştır. Dolayısıyla ilk gazeteciler devlet mekanizmasının dışında kalan kimselerdir. Osmanlı toplumunda ise ilk gazeteciler hep devlet memuruydular (Lewis, 1991: 455; Koloğlu, 1992: 17). Devletten aldıkları maaşla geçinen bu kişiler, yönetimin çıkarları dışında fikir üretmek bir yana, yönetimle aynı hedefleri paylaşıyorlardı. Amaç kamuoyunu yönlendirmek ve eğitmekti. Basının ortaya çıkışından itibaren oluşan bu gelenek, Batı’ya yaklaşmak isteyen Osmanlı İmparatorluğu yöneticilerinin gazeteleri hedeflerini gerçekleştirmek için bir araç olarak görmesinin yanısıra, gazetecilerin kişisel konumlarıyla da perçinlenmektedir. Topluma merkez-çevre, yöneten-yönetilen, modernleşme taraftarı-modernleşmeye karşı, geleneksel gibi ikilemlerle bakıldığında; gazetecilerin toplumun merkezinde, yöneten kesime yakın, modernleşme taraftarı kesimden olduğu, bireyi devlet karşısında destekleyecek ve istemlerini yansıtacak bir anlayış yerine, devleti güçlendirmeye sahip bir anlayışa sahip oldukları söylenebilir. İlk gazeteciler devleti yönetenlerin reformları yapıp sürdürebilmeleri için eğitim almış, reformların getirdiği yenilikleri icra edebilecek yeni yetişen kadrolar arasındadır. Dolayısıyla bu kişiler Batı tipi eğitim alabilecek ya da çocuklarına bu eğitimi aldırabilecek, yabancı dil öğrenimini sağlayıp onları yurtdışına gönderebilecek ailelerin çocuklarıdır. Bernard Lewis, Tanzimat dönemindeki gazeteciler için “yeni bir haberleşme aracında, değerini kavrayamadıkları imkânları eğlence kabilinden kullanan edebiyatçı, memur ya da politikacı olan ve zamanlarını kısmen bu işe veren amatör kimseler” ifadesini kullanır ve Abdülhamit döneminde ülkenin yetişmiş ve eğitimli eliti arasında dördüne özel bir önem atfeder: subaylar, memurlar, hukukçular ve gazeteciler (1991: 455)... Gazeteler, 19. yüzyılın ikinci yarısında iktidardan bağımsızlaştıkça yöneticilerle gazetecilerin birleştiği toplumun modernleşmesi ortak paydası değişmemiştir. Bu payda dolayısıyla basının kamuoyunu yansıtmaktan çok, kamuoyunu yönlendirmeye dayanan ve belli hedeflerde toplumun gelişmesini benimseyen anlayışı, ilk gazetecilerin fikirlerinin ve simgeler yaratma gücünün bağımsız olmadığı anlamına gelmektedir.

Türkiye’de gazetecilerin 19. yüzyıl koşullarında oluşan ideolojik-kültürel perspektifi Cumhuriyet döneminde de devam etmiştir. Bu perspektif, ulus-devletin yapılanmasında gazetecilerin siyasal iktidarla ilişkilerinde belirleyici bir temel oluşturmuş, onların kendilerini toplumun diğer öncü kesimleriyle birlikte gelişmenin motoru durumunda görmelerini getirmiştir. 20. yüzyılın başında Osmanlı Devleti’nin çöküş sürecinin tanığı olan gazeteciler, çöküşe karşı farklı çareler arasalar da, birleştikleri nokta 19. yüzyılın hedeflerinden farklı olmayarak modern Batı’ya yetişmektir.[6] İktidara muhalefet etmeleri de bu çerçevede ortaya çıkmıştır. Nitekim Birinci Meşrutiyet’in ilanından önce ve sonra gazetecilerin yaşadıkları baskılar, sürgün dönemi vb. aynı nedenlerle olmuş, Abdülhamit’in baskıcı tutumu, dolayısıyla Jön Türk hareketinin güçlenmesi sırasında, gazeteciler Meşrutiyet’in ikinci kez ilanını hedefleyerek, kamuoyunu bu konuda bilinçlendirmeye çalışmışlardır. Meşrutiyet’in tekrar ilanı gazeteciler için de hedef olmuş, o günü özgürlüğün geldiği gün olarak bayram ilan etmişlerdir. İkinci Meşrutiyet’in ilanı siyasal iktidarın modernleşmesi, yetkilerin paylaşılması anlamında önemli bir adımdır ve gazetecilerin bu adımda kamuoyu oluşturma, meşrutiyet talebini diri tutma anlamında büyük payları vardır. Halka meşrutiyeti öğretmek ve meşrutiyet lehinde propaganda yapmak basına düşmüştür (Akşin, 1980). Ancak okuma yazma oranının düşüklüğü gözönüne alındığında bu heyecanın yayılmasının daha çok hangi çevrelerde olabileceği düşünülebilir.

Gazeteciler, Cumhuriyet döneminde toplumu dönüştürme misyonunu geçmişe kıyasla daha radikal biçimde devam ettirmişlerdir. Gazetecilerin bu misyonuna örnek yine bir gazetecinin ağzından verilebilir. Hüseyin Cahit (Yalçın), anılarında İstanbul’un işgali sırasında Malta Adası’na sürgüne gönderilen gazetecilerin artık padişahlık yönetimiyle ülkenin düze çıkamayacağının farkında olduklarını anlatmaktadır. Sürgündeki gazeteciler padişah yönetimine karşı alternatif geliştirmeye çalışırlar ve nasıl bir parti sistemi ile cumhuriyeti kurabileceklerini tartışırlar (1976). İkinci Meşrutiyet’in ilânı, Sevr Antlaşması, Batılı ülkelerin işgâli gibi ülkenin önemli dönüm noktalarının tanığı olan bu gazeteciler, nasıl bir idarenin daha iyi olacağı, nasıl bir sistemle ülkenin yönetilmesi gerektiği konusunda düşünmekte, rejimin niteliğini belirlemek, hattâ siyasal parti kurarak ülkenin yönetiminde bizzat yer almayı istemektedirler. Nitekim, Cumhuriyet’in kuruluş günlerinde iktidarla başlıca sorunlar bu sistemin niteliği konusunda çıkmış ve bir süre sonra da basının çalışma sınırları siyasal iktidar tarafından iyice daraltılmıştır. Değişim ve yenilenme süreci Cumhuriyet sonrasında hızlanan Türk toplumunda gazeteciler de dahil olmak üzere çeşitli toplumsal-siyasal güçlerin radikal istekleri, Kurtuluş Savaşı’nın ardından devlete egemen olan resmî ideolojinin sınırları içine girmek zorunda kalacaktır.[7] Toplumsal istikrar bu ideolojinin çizdiği sınırlar içinde sağlanacaktır ve basından beklenen Cumhuriyet’in etrafında “bir zihniyet kalesi” oluşturması, yeni rejimin temel hedeflerini yayması, devletin kurucu ideolojisini desteklemesidir. “Cumhuriyet’in etrafında çelikten bir zihniyet kalesi” oluşturması beklenen basın kendi oto-sansürünü de bu zihniyet kalesiyle oluşturmuş, o günlerde Cumhuriyet ilkelerinin motoru olması beklenen gazetecilerin ideolojik ve mesleki kodları bu çerçeve içinde belirlenmiş, yeni rejimin anlam üreticileri olarak, devlet merkezli tanımlamalarda yerlerini almışlardır. Gerek Osmanlı, gerekse Cumhuriyet döneminde gazetecilere düşen toplumun merkezinde bir seçkin grup olarak çevreye karşı yönetici, eğitici bir misyon olmuştur. Kemalist modernleşme projesi, siyasal ve kültürel anlamda bir bütünlük taşımak amacıyla toplumsal yararı toplumsal taleplerin önüne geçirmiş, toplumsal istikrarı türdeş bir toplum yaratmakta görerek merkezî bir yapılanma ile basına da yeni bir kimliğin inşasında toplum mühendisliği misyonunu biçmiştir. Dolayısıyla basının ilk ortaya çıkışından beri merkez-taşra (çevre) kopukluğunda merkezden yana bir misyonu başat olmuştur. Nitekim, Türk siyasal seçkinleri üzerine yapılmış bir araştırmada, gazeteciler “resmî ideolojinin propagandacıları” olarak ifade edilmektedir (Frey: 1965). Ancak, dönemin belli başlı gazetecilerinin yapılan reformlara karşı olmadıkları, eleştirilerini özde değil, daha çok biçimde yaptıkları görülmektedir. Bunun bir örneği, Takrir-i Sükun Kanunu’ndan sonra sürgün olarak gönderildiği Çorum’da ilk şapkayı giyen Hüseyin Cahit’tir. Tek parti döneminde iki kez İstiklal Mahkemesi’nde yargılanmış, Atatürk’le en çok çatışan gazetecilerden biri olan Hüseyin Cahit için bir başka gazeteci Falih Rıfkı Atay’ın yorumu, “Hüseyin Cahit’in Mustafa Kemal’le aynı şeye inandığı, ancak Mustafa Kemal’e inanmadığı” şeklindedir. Falih Rıfkı, onun bu korkusunun temelinde “İttihat ve Terakki devrindeki Enver diktatoryası tecrübesi”nin yattığı fikrindedir (Atay, 1980: 383). Hüseyin Cahit dahil olmak üzere, Osmanlı döneminde olduğu gibi tek parti döneminde de gazetecilikleri siyasal iktidar tarafından engellenenlerin alternatifi devlet görevi olmuştur. Milletvekili olan ve bu görevi gazeteciliklerine alternatif olarak yapan çok sayıda gazeteci mevcuttur.

Çok partili dönemde, çok partili bir siyasal rejim için kamuoyu oluşturulması, toplumsal rızanın yeni dengeler içinde kurulabilmesi konusunda basın yönlendirici olmuştur. 2. Dünya Savaşı’nın hemen ardından görülen yumuşama döneminde rejimin istikrarının sağlanması, siyasal yelpazenin sağ ve soldaki sınırlarının netleşmesinde yine basının payı vardır. Öyle ki, çok partili sisteme geçildikten sonra ilk kurulan siyasî parti Milli Kalkınma Partisi, basın tarafından ciddiye alınmamış, ancak CHP kadrolarından çıkmış kişiler tarafından kurulan DP ikinci bir parti olarak önemsenmiştir. 4 Aralık 1945 tarihinde Tan gazetesine yapılan saldırının basında onaylanması bu ideolojik perspektifin bir örneğidir. Sol ve sağ ideolojileri savunan çeşitli yayınlar merkezî basın tarafından kabul görmemişler, bu yayınların iktidar tarafından sık sık kapatılmasında olayı sadece haber olarak duyurulmuş, konuya basın özgürlüğü açısından yaklaşılmamıştır (Gürkan, 1994). 1945’de TBMM’deki oturumları gazetecilerin izleyebilmesi ve tartışmaların basında parti ağzından değil de gazetecilerin kendi ifadeleriyle yer alması sağlandığında, iktidar-basın ilişkilerinde demokratikleşme yönünde önemli bir adım atıldığı düşünülmüştür, çünkü muhalefet, denetim gibi kavramlar bu açıklık sağlandığında basında rahatça tartışılmaya başlanmıştır. Ancak o günden bu yana bu ilişkinin açıklığı yönünde pek de fazla yol alınmadığı görülmektedir. Bakanlıklar basın müşavirleri, basın-halkla ilişkiler birimleri kanalıyla dışarıya açılmış gibi görülseler de, günlük siyasetin içine sıkışan gazeteciler peşinden koştukları bakanların ağzından duyduklarını bir süre sonra, farklı bir yorumla bulabilmekte, gerçeği öğrenmeleri ilişkinin doğasını değiştirmekle, çoğu kez profesyonel ölçülerin dışına taşmakla mümkün olabilmektedir.

Türkiye’nin 1980’li yıllarda uğramaya başladığı değişimle, toplumun türdeş olmadığının fark edilmesi ve devletin meşrûluk zemininin türdeş bir kültürel/ekonomik bütünlük olarak düşünülen “ulusal birlik” esasına oturtmayı hedefleyen, medyayı da bu temelde koşullandıran yapının sarsıntıya girmesiyle gazetecilerin daha önce var olan perspektifini belirleyen ideolojik, meslekî kodlarında ne tür bir değişme olmuştur? Medyanın kurduğu ideolojik ve simgesel dünyada, başka bir deyişle belli sorunlar ve gündemlerin, belli biçimde formüle edildiği, başka soruları ve gündemleri dışarıda bırakarak, bunun açık sansür mekanizmalarıyla değil, yukarıda sözü edilen örtük kodlarla yapıldığı çizgide değişim var mıdır? Hürriyet gazetesi genel yayın yönetmeni Ertuğrul Özkök, Mayıs 1997’de medya ile iktidar arasındaki gerginliğin artması ve medya kurumlarına saldırılar dolayısıyla verdiği demeçte, “gazetesinin 49 yıldır laik, demokratik, cumhuriyetçi, halktan yana bir çizgi izlediğini, kendilerine yapılan saldırının bu çizgiyi değiştiremeyeceğini” belirtmektedir. Siyasal iktidarla olan gerginlik gazetelerin sık sık kendi çizgilerini birinci sayfada tanımlamak gibi bir yola gitmelerine de neden olmuş, yine 1997’de 19 Mayıs dolayısıyla medya kuruluşları kendilerini bir kez daha devletin kurucu ideolojisinden sapmadıkları yönünde tanımlamışlardır.[8]

SONUÇ YERİNE

1980 sonrası küresel gelişmelerin Türkiye’deki yansımaları ve her alanda birbirini etkileyen bir değişimin yaşanması, Türk modernist projesinin de temel değerlerini sarsmıştır. Temel değerlerin sarsılması, uluslararası düzlemde yeni model ve arayışların yaşandığı bir dönemde ulus-devletin kurucu ideolojisiyle hesaplaşma gereğinin ortaya çıkması anlamına gelmektedir. Medyanın var olan hegemonyanın kırılması karşısında konumu, toplumsal bölünmeye, parçalanmaya karşı bir ikna aracı durumudur. Cumhuriyet döneminin “zihniyet kalesi” olarak ifade edilen gazeteleri, bugün diğer kitle iletişim araçlarıyla birlikte sistemi koruma konusundaki tavrını ve bu konudaki ideolojik perspektifini hem yukarıda sözü edilen geleneği, hem de yöneticilerin toplumsal hiyerarşi içindeki konumları dolayısıyla sürdürmektedir.[9] Köşe yazarları, televizyondaki çoğu gazete kökenli yorumcular, topluma toplum için uygun olduğu düşünülen bir takım normları dayatmakta, fikir adamlığının içeriğinden bu anlaşılmaktadır. Ancak bu normlar belli toplumsal tabakaların değerleriyle oluşmuştur. Medya, sistemi ve istikrarı korumak yönündeki tavrıyla belli toplumsal tabakaların kodlarıyla davranırken radikal olanı dönüştürme işlevini yürütmektedir. Medyanın kurucu değerleri korumada bir ikna aracı rolünü sürdürmesi, çevrenin muhalif ögelerine olan tavrını da belirlemekte (merkezî basının radikal basına karşı tavrı dahil) ve bu durum merkezle, çevre arasındaki gerilimde kendini göstermektedir. İktidara taşınan çevre ile ulus-devletin kurucu ideolojisi ile meslekî kodları oluşmuş medya arasındaki yaşanan gerilim, medyanın demokrasi anlayışına yansımakta, kendi geleneği itibarıyla devletin kurucu ideolojisi ve onun kurulu değerlerini savunurken demokrasinin özüne dönük müdahaleler bile meşrû kabul edilmekte, ordunun rejimin gerçek sahibiymiş gibi davranması onaylanmaktadır. Devletin kurucu ideolojisinin ve onun belli yorumlarının ayakta tutulması topluma ve onun iradesiyle biçimlenen siyasal yaşama devlet adına ve lehine müdahalelerin meşrû görülebilmesi, demokrasi adına gerçekleştirilmiş bir girişim olarak sunulmaktadır. Böylece medyanın normal-anormal değerleri kimi zaman çevreden farklı olabilmekte, çevrenin küresel gelişmelerle kültürel olarak tüketici olarak vardığı noktada medya merkezde muhafazakâr bir konumda kalmaktadır.[10]

Medyadaki sermaye yapısının değişmesiyle bazı medya kurumlarının giderek artan kontrol alanı, siyasal iktidarı kimi zaman rahatsız etmekte, kimi zaman da ortak çıkarlar nedeniyle bu alan birlikte kullanılmaktadır. Ancak bu noktada sermayenin işleyiş biçimi ile ideolojik kültürel yapının ulus devletin kurucu değerlerini dönüştürme sancıları açısından bir gerilim söz konusudur. Bourdieu’nun ekonomik ve kültürel sermayeyi ayırırken yaptığı ayrım, Türkiye örneğinde kendini açıkça göstermekte ve medya sermayesinin sınıf çıkarları bir yana, egemen mantığa göre hareketi ideolojik perspektifinde, dolayısıyla merkez-çevre ilişkisi açısından merkezî açısını korumaktadır. Küresel düzeyde işleyen bir sermaye alanı ve ekonomik yapılanma isteği ile birlikte çok kültürlü bir istikrar ortamının sağlanması dışında, tekçi (monist) bir kültürel yapılanmanın ve kurucu ideolojinin dışına çıkılamayan muhafazakâr ve çatışmayı arttırıcı bir tavır sergilenmektedir. Medyanın bu çerçevedeki rolü, faktörlerin birbirine etkisinde, birbirini dönüştürmesinde ve sorunu yapısal bir durum haline getirmesinde adeta bir çimento ya da güçlü bir bağlaç olarak ifade edilebilir. Medya, tıkanıklığın aşılmasını sağlayacak, tarafların kimi zaman uzlaşmasını, kimi zaman birleşmesini, daha hoşgörülü olmayı, var olan sınırların aşılmasını gerçekleştirecek, var olan sınırları demokratikleşme yönünde esneten, daha çoğulcu, bireysel ve kollektif görüşleri yansıtan bir dönüştürme işlevinde olumsuz rol oynamakta, bir durumun aşılmasına ivme kazandırıcı bir araç olmaktan öte, o durumu yapısallaştırmaya katkıda bulunmaktadır.

1997’de yaşanan krizde hem medya, hem de siyasal iktidar toplumdaki gerilimi artırıcı bir söylemden vazgeçerek, toplumsal uzlaşma yönünde ilkeli davranabilirler miydi? İdeolojik-kültürel alandaki çizgiyi yenileyebilecek ve kendi kodlarını da dönüştürerek toplumdaki gerekli dönüşüme katkı yapabilecek bir medya olabilir mi? Bugünün dünyasında medya, denetim ve aktarma sınırlarını daha farklı oluşturarak, bilgi sağlamada, çoğulcu bakış açısı yaratmada her anlamda çeşitliliği yansıtacak bir noktaya gelebilir mi? Medyanın demokrasinin temel unsurları konusunda ilkeli davranabilmesi, kendi kodlarını dönüştürmesiyle, başka bir ifadeyle çevrenin değerleriyle uzlaşmasıyla gerçekleşebilecektir. Tek bir etnik unsura dayanan kurucu ideolojinin dönüşüm sancıları bugün en yetkili ağızlardan ifade edilmektedir. Türkiye’nin tek kültürlü bir toplum olmadığı, Türk toplumunun sadece Türk kökenli Sünni Müslümanlardan oluşmadığı, dinsel inanç ve etnik köken bakımından farklı unsurlardan meydana geldiğinin resmen kabullenilemeyişinin sancılarının var olduğu ve Cumhurbaşkanı Demirel’in dahi etnik millet tanımından vatandaşlıkla tanımlanan millet anlayışının önemini vurguladığı bir dönemde, medya kurucu ideolojiyi dönüştürme işlevini yapamamaktadır.[11] Ancak bir toplumda medyanın bulunduğu yer, yaptığı mücadele, aldığı yükler, toplumdaki gelişkinlikle ilgilidir. Sivil toplum örgütlerinin genişlediği, büyüdüğü ve etkin olduğu toplumlarda demokratik süreç sürekli gözetim altındadır. Sürekli alışverişin ve tepkinin olduğu, sürekli gözetimin olduğu bir toplumda medya ve siyasî otorite çekişmesi de, başka gözetim mekanizmalarının devreye girmesiyle daha sağlıklı bir şekilde işleyebilecektir. Yukarıdaki soruların yanıtı için Graham Murdock’ın şu ifadesi açıklayıcı olabilir: Murdock, medyanın tümüyle demokratik biçimde işleyebilmesi için gerçekleştirilmesi gereken dört temel önkoşuldan söz etmektedir (1990). Birinci olarak iletişim sistemleri vatandaşların bağımsız, bireysel ve siyasal seçimlerini yapabilmeleri için gerekli bilgiyi sağlamalıdır. Kamusal ve bireysel kurumlara ilişkinin sorunları yorum, tartışma ve değerlendirme için kullanılabilir hale getirmek özellikle önemlidir. İkinci olarak medya güncel olaylara ilgi göstermeli ve dünyada olup bitene ilişkin, çeşitli görüşleri içeren geniş bir bilgi sunmalı ve hem bireysel, hem de kollektif görüşleri gözönünde bulunduran bir bakış açısı yaratmalıdır. Fikirlerdeki, görüşlerdeki, yorumlardaki, bilgideki ve tartışmalardaki çoğulculuk üçüncü önkoşuldur. Bu olabildiğince çok ve geniş biçim ile görüşün iletişimsel sisteme erişim sağlamasını imâ eder. Dördüncü olarak, biçimlerdeki, formatlardaki ve kültürel ifadelerdeki çoğulculuk cesaretlendirilmelidir. Ancak Murdock “bu tarz bir iletişimsel potansiyelin gelişmesi, henüz ne ticari ne de ulus-ötesi medyayı bir araya getirebilmiş, ne de kamu hizmet sektörü için kurulmuş iletişim sistemleri kendi içinde tatmin edici bir duruma gelebilmiştir” demektedir (1990: 26).

Medyanın çevrenin değerleriyle olan gerilimi çözümleyecek yönde ve demokratik perspektifini genişleterek davranamaması, çeşitli toplum kesimlerinde bir güvensizlik yaratmaktadır. Çünkü farklı toplum kesimlerinin çıkarlarının medyanın oluşturduğu ideolojik ve simgesel dünyada yeri yoktur. Siyasal gündem merkez çevresinde kimi zaman yapay krizlerle belirlenmekte, enformasyon akışı merkezin dışına çıkamamaktadır. “Hayır, hep iktidar çevresinde dönen haberler duymak, okumak istemiyorum” diyebilirsiniz, ancak çok fazla alternatife sahip değilsiniz. Ankara ve İstanbul merkezli enformasyonla sürekli pekiştirilen bu dünyada medya, savunmacı ve muhafazakâr çizgisini farklı kesimlerin çıkarlarını da yansıtarak dönüştürmek durumundadır. Böylelikle toplumun normal/anormal değerleri ile medyanınki bir ölçüde yaklaşacaktır. Neyin sapkın olup, neyin olmadığı konusunda çevre ile uzlaşma sağlanacak, dolayısıyla merkez ve çevre arasındaki gerilimde ve toplumdaki psikolojik sıkışmışlık duygusunun çözümünde bir adım atılmış olacaktır. Medyada çoğulculuğun sınırı, medya söyleminin en fazla hakim söylemler kadar çeşitlenebilmesiyle çizilebilir. Toplumun üzerine kurulduğu (geleneksel-modern, Batıcı-İslâmcı, Türk-Kürt, Sünni-Alevi vb.) karşıtlıkların zaman içinde birbirinin sınırlarını ihlali gerçekleşmektedir. Kültürel alanda yaşanan genel kriz konusunda Murdock’ın önerisini burada anabiliriz. Murdock, “ya analiz etmeye çalıştığımız kültürel sistemin karakteristiklerini teorilerimizde yeniden üreterek ironik eğlenceli bir yansızlık ortaya koyarak, yüzeyin akışı ve şaşaasını selamlayarak ve kendimizi sonsuz bir şimdinin koynuna bırakarak akademinin molozları üzerindeki eğlence ve dansa katılırız, ya da gündelik eylemin gizli kaynaklarını açığa çıkartabilmek ve böylece insanların kendi hayatları üzerinde daha fazla denetime sahip olmalarını sağlayacak şekilde değiştirme imkânının önünü açabilmek için iletişim ve modernlik arasındaki bağlantıların eleştirel ve tarihsel bir perspektifle sorgulanması ihtiyacını savunabiliriz” diyerek, “sizi ikinci şıkkın daha izlenmeye değer olduğuna ikna etmiş olmayı umuyorum” demektedir. Murdock’a göre, iletişim biçimi farklılaştıkça belli söylemsel oluşumlar da gelişip ya da dışlanarak, içsel örgütlenmeler pekiştirilerek ya da altüst edilerek ve meşrûluk iddialarını destekleyerek ya da çürüterek söylemsel mücadeleler düzenlenebilir, ancak nasıl işlediğini açımlamaya ihtiyacımız vardır (1994: 380).

Akşin, S., Jön Türkler ve İttihat ve Terakki, İstanbul: Gerçek Yayınları, 1980.

Atay, F.R., Çankaya, İstanbul, 1980.

Berkes, N., Türkiye’de Çağdaşlaşma, Ankara: Bilgi Yay., 1973.

Eagleton, T., Ideology, An Introduction, UK: Verso, 1991.

Fiske, J., İletişim Çalışmalarına Giriş, çev. Süleyman İrvan, Ankara: Bilim ve Sanat Yayınları, 1996.

Frey, F., The Turkish Political Elit, Cambridge:1965.

Giddens, A., The Consequences of Modernity, Cambridge, 1990.

Glasser, T.L., Philosophical Issues in Journalism, E.D. Cohen (Ed.), GB: Oxford University Press, 1992.

Gürkan, N., Türkiye’de Demokrasiye Geçişte Basının Rolü (1945-1950), SBF: Basılmamış Doktora Tezi, 1994.

Habermas, J., The Structural Transformation of the Public Sphere, GB: The Polity Press, 1996.

Hall, S., “Ideology and Communication Theory”, Brenda Dervin v.d. (Der.), Rethinking Communication, cilt 1, Londra: Sage, 1989, s. 40-42. Türkçeye çevrildi: “İdeoloji ve İletişim Kuramı”, Ahmet Gürata (çev.), Medya Kültür Siyaset, der. Süleyman İrvan, Ankara: Bilim Sanat Yayınları, 1997, s.79-97.

Hall, S., “Cultural Studies: Two Paradigms”, Media, Culture and Society: A Critical Reader, R. Collins ve diğerleri (der.), Londra: Sage, 1986, s.33-48.

Hall, S., “Culture, the Media and the ‘Ideological Effect’”, Mass Communication and Society, J. Curran, M. Gurewitch, J. Wollacott (der.), Londra: 1977, s.315-348.

Hallin, C.D., We Keep America on the Top of the World, Londra&New York, Routledge, 1994, s.54.

İnal, A., Haberi Okumak, İstanbul: Temuçin Yayınları, 1996.

Keane, J., Medya ve Demokrasi, H. Şahin (çev.), İstanbul: Ayrıntı.

Kepplinger, H.M.; Köcher, R., “Professionalism in the Media World”, European Journal of Communication, 5, 1990, s.285-311.

Lewis, B., Modern Türkiye’nin Doğuşu, Metin Kıratlı (çev.), Ankara: Türk Tarih Kurumu Yayını, 1991.

Lundby, K.; Ronning, H., “Media-Culture-Communication: Modernity Interpreted Through Media Culture”, H. Ronning ve K. Lundby (der.), Media and Communication, Oslo: 1991, s.259-269. Türkçeye çevrildi: “Medya-Kültür-İletişim: Medya Kültürü Aracılığıyla Modernliğin Yorumlanışı”, Nilgün Gürkan (çev.), Medya Kültür Siyaset, Süleyman İrvan (der.), Ankara: Bilim Sanat Yayınları, 1997, s.1-28.

Murdock, G., “İletişim, Modernlik ve İnsan Bilimleri”, Mehmet Küçük (çev. ve der.), Medya, İktidar, İdeoloji, Ankara: 1993, s.365-381.

Murdock, G., “Class, power and the press: Problems of conceptualization and evidence”, H. Christion (ed.), The Sociology of Journalism and the Press, GB: J. H. Brookers Ltd., 1980.

Mutman, M., “Televizyonu Nasıl Sorgulamalı?”, Toplum ve Bilim, Güz, 1995, sayı 67, s.26-71.

Özkaya, Y., Milli Mücadelede Atatürk ve Basın, Ankara: Atatürk Kültür Dil ve Tarih Yüksek Kurumu yayını, 1989.

Parla, T., Türkiye’de Siyasal Kültürün Resmî Kaynakları: Atatürk’ün Söylev ve Demeçleri, cilt I-II, İstanbul: İletişim Yay., 1991.

Van Dick, T.A., “Söylemin ve İktidarın Yapıları”, Mehmet Küçük(çev. ve der.), Medya, İktidar, İdeoloji, Ankara: Ark Yay.

Wallerstein, I., Jeopolitik ve Jeokültür, Mustafa Özel (çev.), İstanbul: İz Yayıncılık, 1993.

Wallerstein, I., “Culture as the Ideological Battleground of the Modern World-System”, Global Culture: Nationalism, Globalization and Modernity, Mike Featherstone (ed.), Londra: 1990, s.31-56.

Wu, W.; Weawer, D.; Owen, V.J., “Professional Roles of Russian and U.S. Journalist: A Comparative Study”, Journalism&Mass Communication Quarterly, cilt 73, no.3, Güz 1996, s.534-548.

Yalçın, H.C., Siyasal Anılar, Rauf Mutluay (haz.), İstanbul: İş Bankası Yayınları, 1976.

[1]10 Mayıs 1997 tarihinde DYP Genel Başkanı Tansu Çiller’in Sultanahmet’te yaptığı mitingte medya patronlarının aldığı teşvik kredilerini açıklaması, medya ile hükümet arasındaki gerilimi tırmandırmış, medyanın bir karşı cephe olarak algılanmasını artırmıştı. 13 Mayıs 1997 tarihinde TGRT televizyonunda bu konuyla ilgili olarak yapılan “Alternatif” adlı tartışma programında iktidar adına programa katılan RP’li Devlet Bakanı Abdullah Gül, programa katılan gazetecilere şunları söylemişti: “Acaba ben gazeteciler yerine parti temsilcileri ile mi konuşuyorum?.. Basın işlevinin dışına çıkıyor. En doğru, en taze haberleri objektif olarak vermek yerine halkın iradesinin yerine kendi iradesini koyarak davranıyor. RP en başından iktidar yapılmamak istendi, diğer iktidarlara verilen avans bize verilmedi. Basın, halk adına karar vermeye başladı. Gazete manşetleri haber manşetlerinden çok bildiri yayınlar gibi...” Gül’ün yorumundaki ifade, iktidar karşısında medyanın ne tür bir cephe olarak algılandığı konusunda açıklayıcıdır.

[2]Ulusal çıkar konusunun haber alma özgürlüğünün önüne geçtiği durumlar, sözü edilen kültürel-ideolojik çerçeveye ilişkin açıklayıcı bir örnektir. İktidar-basın ilişkilerinde “ulusal çıkar” konusu basını elde tutmak için bir araç olarak görülebilir. Ancak neyin ulusal çıkar adına, neyin hükümetin çıkarına olduğu karışabilir. Bazı durumlarda hükümet politikasına aykırı olan gerçekte ulusal çıkara uygun olabilir. 1971 yılında New York Times ve Washington Post gazetesinde ABD’nin Vietnam Savaşı’ndaki sorumlulukları ile ilgili belgelerin yayımlanması FBI tarafından durdurulmaya çalışılmıştı. Başkan Nixon Washington Post’u ve belgeleri yayımlayan iki gazeteyi mahkemeye vermiş, gazeteler Anayasa Mahkemesi’ne gitmişler ve altıya karşı üç oyla kazanmışlardı.

[3]Shoemaker ve D. Reese’in makalesinde ideolojik düzeyin, daha alt düzeydeki -sırasıyla bireysel düzey, medya rutinleri düzeyi, kurumsal düzey, medya dışı düzey- süreçlerini kapsadığı savunulmaktadır (s.101).

[4]1992’de 1156 Amerikalı ve 1000 Rus gazeteci ile görüşerek yapılmış bir araştırmada iki ülkenin gazetecileri arasındaki benzerlik ve farklılıklar saptanmıştır. Araştırmada politik sistemlere, kültürel geçmişlere, profesyonel zorlamalara, istihbarat servisindeki sosyalleşmeye ve gazetecilik eğitimine bakılmış, Rus ve Amerikalı gazetecilere rolleri hakkında ne düşündükleri sorulmuştur. Her iki ülkenin gazetecileri de ilk sıraya enformasyonu en çabuk biçimde aktarmak rolünü koymuşlardır. En çarpıcı farklılık, medyanın gündem belirleme rolüne ilişkin görüşlerde ortaya çıkmıştır. Bu rol için “çok önemlidir” diyen Rus gazetecilerin oranı Amerikalı gazetecilere göre 12 kat daha fazladır (Rus % 53, ABD % 4.5). Amerikalı gazeteciler ikinci sıraya hükümet iddialarını araştırma rolünü koymuşlar, Rus gazeteciler için ise bu rol sekizinci sırada yer almıştır. Kamu çıkarlarını geliştirmeyi önemli gören Rus gazeteciler % 48, Amerikalı gazeteciler de % 18 oranındadır (Wu, Weawer, Johnson, 1996: 534-548).

[5]Karl Marx ve Thorstein Veblen’i izleyen Helmut Schelsky Batılı sanayi toplumlarında sınıf ayrımının giderek gizlendiğini ve bu ayrımın yerini “ürün üreticileri ve anlam üreticileri” arasındaki sınıf ayrımına bıraktığını söylemektedir. Basın ve yayın alanında çalışanlar da, okullar ve üniversitelerdeki “öğretici seçkinler”le, kilise ve tarikatlardaki “kurtarıcı seçkinler”le birlikte “bilgilendirici seçkinler” olarak “düşünce seçkinleri” arasında yer almaktadır. Anlam üreticileri sınıfı kendi öznel çıkarlarını başarılı biçimde gerçekleştirebilmektedir, çünkü toplumsallaşmanın önemli anlarını egemenliği altında tutmaktadır ve bu yüzden kendi değerlerini ve hedeflerini genel değerler ve hedefler haline getirebilmektedir. Sonuçta, anlam üreticileri sınıfının öznel çıkarları toplumun genel çıkarıymış gibi görünmektedir (Schelsky, 1975: 104-105).

[6]O dönemde basının önemli kalemleri, sürekli olarak Batı’ya yönelmenin gerekliliğini vurgularken, Batı Uygarlığı’nın iyi (maddi) ve kötü (manevi) yanlarını birbirinden ayrılmasını istemişler, özellikle de İslâmiyet’in bu yönde bir ilerlemeye engel olmadığını vurgulamışlardır. Nitekim, 1908 devriminin kansız oluşu gazeteler için bir övünç kaynağı olurken, İkdam gazetesi Meşrutiyet’in İslâm’a ne denli uygun olduğunu ve bu hükümet usulünün Hulefa-yı Raşidin devrinde de yürürlükte olduğunu belirtmiştir. Böylece Meşrutiyet’in Şeriat’la bağdaşmadığı yolunda ileri sürülebilecek iddialar peşin olarak çürütülmek istenmiştir (Berkes, 1973: 328-329; Akşin, 1980: 86).

[7]Kurtuluş Savaşı’nın başarıya ulaşmasından sonra Kemalist eyleme karşı yayın kampanyası yürüten Refik Halit Karay, Refii Cevat Ulunay, Tarık Mümtaz Göztepe gibi yazar ve gazeteciler “Yüzellilikler” adı verilen istenmeyen kişiler listesine alınarak yurtdışına çıkarılmışlardır. Muhalif gazetecilerden Ali Kemal ise, İstanbul’un kurtuluşundan sonra tutuklanıp Ankara’ya gönderilirken İzmit’te linç edilmiştir (Özkaya, 1989: 112-150).

[8]Hatta Yeni Yüzyıl gazetesi “Atatürk’ün Yaşayan Düşünceleri” başlığıyla Laiklik, İnkılapçılık, Cumhuriyetçilik gibi ilkelerin yanısıra Devlet ve Piyasa, Bilimsellik (Akılcılık), İnsan Sevgisi gibi bir takım başlıkları da saymıştır.

[9]Bugün de devlet büyükleriyle yakınlıklarının profesyonel ilişkinin dışına taşıyarak “...dün gece başbakan bana dedi ki...” esprisini bir anlayış olarak benimsemiş gazetecilerin varlığı, gazetecinin bu sözleri adeta bir övünme vesilesi gibi kullanması, merkez-çevre ilişkisi düşünüldüğünde çevreye karşı merkezle yakınlığı gösteren bir detay olarak belirtilebilir.

[10]Daniel C. Hallin, gazetecilerin kendilerini karşıt fikirleri savunmak zorunda hissetmedikleri standart olarak üç tür dünya olduğunu belirtmektedir. Ulusal çıkarlar söz konusu olduğunda, toplumda meşrû olan tartışma zemininin dışına çıkıldığında ve sapkınlık alanı olarak belirlenmiş durumlarda gazeteciler kendilerini karşıt fikirleri savunmak zorunda hissetmemektedirler. Hallin, Amerikan Federal İletişim Komisyonu’nun hakkaniyet doktrini anlayışının dahi meşruluk sınırları içinde geçerli olduğunu belirtmektedir. Sözgelimi, hakkaniyet komünist görüşlere yer vermek anlamına gelmemektedir (1994: 54).

[11]Cumhurbaşkanı Demirel, 10 Aralık 1996’da Lizbon’da yaptığı bir konuşmada böyle demişti: “Farklılıkların yaşatılmasının ve uyumun sağlanmasının en kalıcı yöntemi, toplumun her kesiminde paylaşılan demokratik değerlerle beslenen yurttaşlar topluluğu niteliği taşıyan bir millet anlayışıdır. Böylesine bir anlayışla örülecek yurttaşlık bağları, gerçek bir demokratik çoğulculuğu sağlayıp koruyabilecek tek mekanizmadır.”