Ekim ayında Avusturya’daki genel seçimlerde aşırı sağ parti FPÖ’nün (Avusturya Özgürlükçü Partisi) oylarını yüzde beş oranında arttırması, dünya çapında yankılara yolaçtı. Avrupa Birliği’ni telaşa düşüren; İsrail Dışişleri Bakanı David Levi’yi “Avusturya ile ilişkilerimizi keseriz” gibi tehditlere yönelten; Jewish Agency örgütüne, Avusturyalı Yahudiler’e İsrail’e göç konusunda danışmanlık etmesi
için Viyana’ya bir temsilci yollama kararı verdiren; dünya basınını ve siyasî gözlemcileri şaşkına çeviren, kuşkusuz yalnızca bu yüzde beşlik oy artışı değildi. Gerçi bu yükselişle FPÖ, toplam oyların yüzde 26.9’unu toplayarak Avusturya seçmenlerinin neredeyse üçte birini temsil eden, kolaylıkla omuz silkip görmezden gelinemeyecek bir parti kimliğine bürünmüş oluyor.
Dış basında sık sık “neo-Nazi” sıfatına layık görülen Jörg Haider’in önderliğindeki “Özgürlükçüler”, böylelikle Avrupa’nın en güçlü aşırı sağ partisi ünvanını başarıyla koruyorlar. Yine de söz konusu panik ve gündemdeki siyasî senaryoların altüst oluşu, genel seçimin ardından ortaya çıkan manzaradan kaynaklanıyor: Avusturya’da savaş sonrası yürürlükte olan siyasî dönem kapanıyor ve bu ülkede doğacak muhtemel bir demokrasi krizi, Avrupa’ya şamil sonuçlar yaratabilir.
“Avusturya zengin bir ülke. Avusturyalılar, ABD vatandaşlarından daha güvenceli bir toplumsal örgütlenme içinde yaşıyorlar. Suç olgusu, ABD ile kıyaslanamayacak kadar düşük düzeyde. Uyuşturucu bağımlılığı yok gibi. Hava kirliliği, keza. Bu cennet ülkede yaşayan insanlar, neyi protesto etmek için böylesi bir politikacıyı seçiyorlar?” Bu sözler, ilk kez Avusturya’ya gelip seçimleri izleyen Amerikalı bir gazeteciye ait. Gerçekten de, Avusturya’da ne oldu sorusu, gerek ırkçı ve milliyetçi hareketlerin Avrupa’daki şansını tartabilmek, gerekse çağımızda yaşanan yapısal siyasî değişiklikleri anlayabilmek açısından büyük önem taşıyor. Böylesi bir analize soyunmak, bu yazının sınırlarını aşacaktır. Bu nedenle yalnızca, Haider’in oynadığı rolü yakın Avusturya tarihi çerçevesinde gözlemlemeye çalışacağım.
1918’de kurulan Avusturya Cumhuriyeti, öteki parlamenter Avrupa toplumları gibi, içinde üç siyasî bloku barındırıyordu: sosyalistler, muhafazakâr-Katolik cephe ve liberaller. Gelgelelim, kökü 1848 hareketine dayalı liberalizm, Avusturya’da tam anlamıyla yerleşemeden Alman milliyetçisi ve Yahudi düşmanı kanat tarafından yönlendirilmeye başlandı. 1920’li yıllara gelindiğinde, tüm toplumsal-siyasal kurumlar ve bölgesel idare, sosyalistlerle Katolikler arasında pay edilmişti. Bu iki parti arasındaki rekabet, gerek Avusturya sosyalistlerinin büyük kentlerdeki gücü, gerekse Katolikliğin kırsal bölgelerdeki yerleşik siyasî tabanı yüzünden, öbür Avrupa demokrasilerinden çok daha gergin, çok defa da şiddete dayalı biçimde yaşanıyordu. Her iki cephe de, kendi eğitim kurumları, askerî milisleri ve yardımlaşma fonlarıyla devlet içinde birer ayrı devlet örgütlenmesi kurmuşlardı. Bu yapılanma içinde tutunamayan milliyetçi “üçüncü cephe”, giderek Avusturya’da da taraftar toplamaya başlayan Nazi hareketinin kadrosunu oluşturmaya, dolayısıyla da 1938’e kadar illegal koşullarda (çoğunlukla Bavyera’daki üssünden kalkarak) siyasî çalışma yapmaya başladı. Aynı yıl Hitler, Avusturya’ya girerken, arkasından bu “illegalleri” de sürüklüyor ve orta önemde idari görevlerle sadakâtlerini ödüllendiriyordu. (Jörg Haider’in babası Robert de, bu “eski tüfek” Naziler arasındaydı.)
İkinci Dünya Savaşı’nın akabinde müttefikler, Nazi Almanyası’nın parçası olmasına rağmen Avusturya’ya özel bir muamele uyguladılar. Öncelikle ırkçı soykırımlarıyla savaşın sorumluluğu bir grup “büyükbaş” Nazi’nin ve Almanya’nın üstüne yıkılarak, Avusturya’ya “kurban mağdur ülke” rolü uygun görüldü. Gerek bu kurban rolü, gerekse tarafsız ülke statüsünde kendi kaderini belirleme hakkı, Avusturya’nın faşist tarihiyle ciddi biçimde hesaplaşmasını engelleyici unsurlar oldular. Uzun yıllar başbakanlık görevinde bulunan ve yeniden-demokrasinin inşâsında önemli katkısı bulunan Bruno Kreisky, ölmeden önce kaleme aldığı anılarında, savaş ertesi yılların resmî siyasetini “pragmatik uzlaşma ve barışma” olarak tanımlar. Avusturya nüfusunun çok büyük bir kesimi Nazilerce oluşturulan siyasal-toplumsal sistemin içinde bilfiil yer almış olduğu için, savaş sonrasında sorumluluk üstlenecek, “geçmişi temiz” pek az insan bulunduğunu anlatır Kreisky; böylelikle de yeni kurulan İkinci Cumhuriyet’in kilit noktalarına, kaçınılmaz olarak eski Nazilerin getirildiğini vurgular. Bunun şaşırtıcı örneklerinden biri de, Kreisky’nin kendi partisi SPÖ’nün (özellikle de ülkenin güney eyaleti Kaernten’deki parti örgütü içinde) sayısız eski Nazi’ye yıllarca siyasî barınak görevi görmüş olması. Kaernten, Haider’in de siyasî memleketi olarak bilinen, halihazırda da yönetimini elinde tuttuğu eyalet.
Sosyalistlerle Katolikler arasındaki rekabet, İkinci Cumhuriyet’le birlikte yeniden devreye girdi. Bu defa “paylaşım”, rekabeti rasyonalize edecek biçimde yapıldı. Bir yandan, her yasanın ortaya çıkışında belirleyici işlevi olan, adına “toplumsal ortaklık” (Sozialpartnerschaft) denen ve özetle işçi ve işveren temsilcilerini uzlaşmacı bir pazarlık ekseninde birleştirmekle yükümlü ekonomik-siyasî temel oluşturuldu. Avusturya’da, savaş sonrasında kayda değer tek bir grev hareketinin olmayışı, kuşkusuz bu kurumsallaşmış sınıfsal uzlaşma ile açıklanabilir. Diğer yandan da, adına “Proporz” denen koltuk dağıtma yöntemiyle, siyasî yapı (oylara uygun düşecek biçimde) iki blok arasında pay edildi: Hıristiyan-demokrat ÖVP bir bakanlığı aldıysa, bakanlık müsteşarlığına sosyalist partiden (‘90’ların başında adı sosyal-demokrat olarak değiştirildi!) biri atanıyor, aynı önemde başka bir bakanlık SPÖ’ye, onun müsteşarlığı da ÖVP’li bir bürokrata veriliyordu. Bir gazetecinin, bugüne kadar da yarı açık biçimde süregelen bu sistemi yabancı bir politikacıya şöyle açıkladığı anlatılır: “Avusturya’da bir politikacıya elinizi uzatırsanız, iki el sıkmak zorunda kalırsınız.”
“Üçüncü cephe”nin 1945’deki ilk genel seçimlere katılması yasaklanırken, 1949 seçimleri arefesinde (ÖVP’yi zayıflatmak hedefiyle) SPÖ’nün de yardımıyla, Nazileri, liberalleri ve Alman milliyetçilerini kapsayan VdU (Bağımsızlar Birliği) kuruldu. İç çatışmalarla çalkalanan altı yıllık bir varoluş sürecinin ardından, VdU dağıldı ve yerine FPÖ kuruldu. Eski SS subaylarından çok küçük bir liberal kanada kadar ortanın sağındaki tüm yelpazeyi içinde barındıran FPÖ, 1980’lere gelene dek kayda değer bir siyasî rol oynamayan, iki iktidar partisinin kendi çıkarları için maşa olarak kullandığı bir muhalefet partisi olarak kaldı. Bu yıllarda, izolasyondan çıkıp iktidara aday olabilmek hedefiyle yönetimin liberal kanada devredilmesi, parti içinde geçici kabul gördü. Bu taktik, 1983’te SPÖ’nün “Özgürlükçüler”i koalisyona almasıyla semeresini verdi.
Aynı yıllarda, Jörg Haider’in de (partinin en sağ kesiminin desteğiyle, yönetime yıkıcı eleştiriler getirmek suretiyle) yıldızı parlamaya başlamıştı. 1986’da, bugün “Innsbruck darbesi” olarak tanımlanan gizli-kapaklı bir kulis hareketiyle, 36 yaşındaki Haider, parti yönetimini ele geçirdi. O günden beri de FPÖ, yüzde birle dört arasında gidip gelen oy oranını, ülke çapında yüzde 26.9’a çıkardı. Yerel seçimlerde ise bu oran, bazı bölgelerde yüzde 40’ı bulabiliyor.
Haider’in başarısının sırrı nerede yatıyor? Siyasî yapıyı aralarında paylaşmış, arasıra yolsuzluklara, düzenli olarak da adam kayırmalara başvuran iki partiyi “düzen partileri” olarak teşhir edip, yoğun bir eleştiri bombardımanına tutmasında. İşçilere ve “küçük insanlara” , siyasî yapıyı değiştirebilecek, önemli bir toplumsal unsur olduklarını günbegün empoze etmesinde. Değişen koşullara çok iyi ayak uydurup, parti sloganlarından giysisine kadar her türlü “imaj” ögesini değişim sinyali olarak kullanmasında. Nazi geçmişiyle ciddi bir hesaplaşmaya girmemiş Avusturya toplumunda alttan alta varlığını sürdüren milliyetçi-ırkçı potansiyeli, sürekli yeni düşman resimleri yaratarak kanalize etmesinde. Ve dillere destan popülizminde.
Haider, Yahudi düşmanlığını yabancı düşmanlığına; Alman milliyetçiliğini Avrupa Birliği’ne karşı Avusturya yurtseverliğine dönüştürerek, hem “ortadireğe”, hem de (seçmenlerin yüzde 4’ünü bulmayan) aşırı sağcı geleneksel taraftarlarına nesnesi güncel, malzemesi modernizm öncesi bir korku politikası sunuyor. Uluslararası eleştirileri baştan geçersiz kılmak için de, bir Yahudi gazeteciyi, Avrupa Meclisi seçimlerinde FPÖ’den birinci aday olarak gösteriyor.
Ekim seçimlerinin detaylı sonuçları, alınan genel oy oranlarından çok daha şaşırtıcı bir manzara çiziyor: FPÖ, seçimlerden işçilerin ve gençlerin partisi olarak çıktı. Sosyal-Demokrat Parti’den (yüzde 35) daha fazla işçi oyu alan Özgürlükçü Parti (yüzde 47), ayrıca 30 yaş altındaki seçmen grubunu da en iyi temsil eden parti durumunda.
Geleneksel sağ oyların FPÖ’ye gidişini, Avusturya’nın çözülmemiş ırkçı geçmişiyle açıklamak mümkün; peki işçi ve gençlik kesiminin Haider’e oy vermesini nasıl açıklayacağız? (Daha da ilginç olanı, Avusturya vatandaşlığına geçmiş Türk ve Slav kökenli seçmenlerin de azımsanmayacak oranda FPÖ’ye oy verdikleri söylentisi.)
Avrupa demokrasilerinde temsilî siyaset, giderek sınıfsal temelini kaybederek bir tür menajerliğe dönüşüyor. Partiler, belirli siyasî ilkeleri ve toplumsal grupları temsil eden yapılar olmaktan çıkıp, ürün olarak kendisini pazarlayan “marketing” firmalarına dönüşüyor. Bunda yaşam standartlarındaki yükseliş ve benzeşme, giderek önem kazanan toplumsal konsensus arayışı ve özellikle de işçi sınıfının orta sınıflar içinde eriyerek “yokolması” olgularının payı var kuşkusuz. Geleneksel örgüt yapılarında ısrar eden partiler, Avrupa çapında kaybedenler. Haider gibi, menajerlikle somut siyasî hedefleri bağdaştırabilen, bunu da belirli ilkelerden değil, “halkın” duymak istediği sözlerden yola çıkarak yapan politikacılar ise, kazananlar. Tabiî ki Haider, tutarsız, kendi içinde çelişik bir politika izliyor: bir yandan geleneksel yapıları, “sistem partileri”ni eleştiriyor, modern bir dinamizmi temsil ettiğini söylüyor; beri yandan globalleşmeye, ulusal sınırların aşılmasına karşı varolan tepkileri örgütlüyor. Ama popülizmin özü de zaten bu değil mi? Üstelik popülist politikalarla başarı sağlayan kesim yalnızca sağ değil; Tony Blair’i örnek bir başarıyla iktidara getiren “üçüncü yol” da, benzer bir popülist menajerlik ürünü.
Siyasetten uzak tutulan, siyasî çıkarlarının artık geleneksel partileri tarafından temsil edilmediğini gören işçiler ve genel olarak alt sınıflar, dört yılda bir kendilerine verilen siyasal görevi “ciddiye aldıklarında” ve gerçekten de bir şeyleri değiştirmeye karar verdiklerinde, bundan popülist partiler ve politikacılar yararlanıyorlar. Haider’in ve benzerlerine tüm Avrupa’da rastlanan ırkçı siyasetçilerin bundan sonraki dönemde başarılı olup olamayacağı, gerek siyasete katılım olgusunun geleneksel partilerce ne ölçüde kaale alınacağına, gerekse Avrupa Birliği’nin karşı politikalarına bağlı.
Ekim seçimleri ardından tüm uluslararası kamuoyunu ilgilendiren soru şu: “Avusturya, Nazilerden ve ırkçılardan kurulu bir ülke mi?” Bu soruya aceleyle evet ya da hayır cevabını yapıştırmak yerine, soruyu soğukkanlı ve politik biçimde sormak, gelecek açısından daha yararlı olacaktır kanısındayım: “Daha dün sosyal-demokrat bir partiye oy veren insanlar, bugün niye ırkçı bir partiyi seçiyor; ve toplumun Haider’e oy vermemiş olan büyük çoğunluğu, bu durumu nasıl değiştirebilir?”
HAKAN GÜRSES