Edebiyat Alanında Otoritenin Şekillenişi

Kültürel alanın millî kimlikler ve kamuoyunun oluşumunda ne denli önemli olduğu düşünülürse, kültürün bir alt-alanı olan edebiyat etrafında sürüp giden ilişkilerin niteliği daha açık hale gelir; modern toplumlarda edebiyatın/yazının tarihi, yazar, ürün, edebi aygıtın diğer ögeleri, toplum ve siyasî iktidar arasındaki güç ilişkilerinin tarihidir. Egemenlik ilişkilerinin -en hafifinden- baskıya dayandığı, devletin modernist bir yaşam biçimini yukarıdan aşağıya biçimlendirmeye soyunduğu -mesela Kemalizm gibi- düzenlenişlerde, edebiyat alanının örgütlenişi de, tıpkı toplumsal yeniden üretimin diğer alanları gibi hegomonik, daha doğru bir deyişle otoritaryendir.[1]

İster Batı demokrasilerinde, ister toplumsal alanın bütününün denetlenebildiği daha baskıcı, çırılçıplak şiddete ve zora dayanan iktidar görünümlerinde olsun, edebiyat ve sanatın iç işleyişi ne demokratik, ne totaliterdir; bu işleyiş otoritaryen bir özellik taşır. Çünkü edebiyat ve sanat, içine girilmesi zorunlu bir alan değil, gönüllülük temelli, çoğu kez de kişisel bir tercihtir. Edebi alanın kuralları ise, yalnızca alanı ve kuralları kabule önceden hazır olanlar ve kendisine uymaya “elverişli” olanlar üzerinde geçerlidir. Yani, edebiyat ve sanat alanındaki düzenlemeyi işaret eden otoritaryenizm, meşrûiyet zeminine olmazsa olmaz bir ihtiyaç duymasıyla -siyasî otoritaryenizmin “kerameti kendinden menkûl”lüğünden, mutlak ama muğlak oluşundan- farklılaşır. Etkililiği, meşrûiyetini mümkün olduğunca rasyonelleştirip, bu alanlara girenlerce paylaşılır kılmasına bağlıdır.

Habermas’a göre, her iletişimsel eylemin temelinde sözünü geçirme vardır. Özünde iletişimsel bir faaliyet olan edebi ilişkilerse, “sözü” -kabaca- doğrudan geçirmeye dayanmamakla birlikte, “sözün” beğendirilmesine yönelen bir eylemler bütünü olarak beğeni normlarını yaratır ve bütün kurumlar gibi edebiyat da kendisi ve gerçeklik hakkındaki bazı hakikatleri onaylarken bazılarını yasaklayarak uygun davranış kuralları sunar. Okurlara davranış kalıpları benimseterek insanî etkinliklerini yönlendirir.[2] Otorite, işte bu kalıp ve kuralların gelenekselleştirilmesi, evrenselleştirilmesi ve rasyonelleştirilmesi için kaçınılmaz bir aracı kurumdur. Edebi otoritenin oluşumu, başlangıcında, siyasî otoritenin ona yüklediği görevler sonucudur. Modernizm, edebiyatın kamusal alanın düzenlenmesindeki işlevini yerine getirmesi için, edebiyatı “özerk”, edebi eseri “kutsal”, yazarı da “deha” olarak “atamıştır”. Geleneğinde bu iktidar onayını barındıran edebiyata Bolşevik devriminden sonra yeni anlamlar da eklendi; siyasî önderler/otoriteler yazarlara toplum mühendisliği ünvanı vererek, onları sosyalizmin inşâsında göreve çağırdı. Bizlere belletilen “değerli” edebiyat kuramları, arkalarında siyasî otoritenin yüklediği bu işlevleri hâlâ taşıyor ve edebiyatın diğer toplumsal alanlara yayılan otoritesi biraz da bu atanmışlıktan kaynaklanıyor.

Bir kitapçı rafından seçilen gelişigüzel bir roman veya bir dergiye gönderilen masum bir şiirle edebiyat alanına “özgürce” dahil olan bireyler, geçmiş deneyimlerinin içinde bütünleştiği kalıcı yatkınlıklar/elverişlilikler bütünü -habitus- içerisinde hareket ederler. Bir topluluğun habitusu, düşünme ve eyleme konusunda kendiliğindenlik ve özgürlüğe sahip olduğuna ilişkin bir yanılsamadır.[3] Tam da bu nedenle, edebi faaliyette bulunan bireyler, alanın iç işleyişindeki yaptırımları görmez, veya görmezden gelirler. Ayrıca, -özgürleştirici diğer toplumsal alanlarda olduğu gibi- edebiyatta “yaptırımlar”, basitçe bir makama, dar bir insan topluluğuna, bir yayın tekeline, okuyucu taleplerine veya birkaç dergiye indirgenemez, onlar, bireyler ya da gruplar arasında kurulan gayrı şahsi ilişkilerin uygulamalarıdır. Otorite, yalnızca baskı gücüne sahip bir eyleyiciler topluluğunun alandaki “mazlumlara” karşı doğrudan ve basit bir eylemin sonucu değil, edebi alanda etkinliği olanların birbirine ve edebi alanın bu etki sahiplerinin tümüne yönelttiği dayatmalarla oluşur.

İkinci bir sorun yazınsal ve sanatsal faaliyetlerin doğasında özgürleştirici, ilerici, ya da en azından muhalif bir yan olduğu ön kabülü dolayımıyla çıkar ortaya. Hele edebiyatın Cumhuriyet tarihi içindeki mekânının çoğunlukla siyasî iktidarla bir restleşme, kapışma alanı olduğu kabul edilirse (hiç kuşku yok ki öyledir), bu kurum içindeki eyleyicilerin, fikirleri ve niyetleri ile uyuşmayan bir pratik etkinlikte bulunduklarını kabul etmeleri daha da zorlaşır. İlginç olan, yazar, sanatçı ve entellektüellerin, kültür sanayiinin gelişmiş olduğu toplumdarda bile aynı refleksleri göstermeleridir. Bu entellektüellerin, her zaman kaba ve indirgeyici olmakla suçladıkları, hele kendi dünyalarına uygulandığında özellikle iğrenç buldukları toplumbilimsel çözümleme karşısındaki direnişleri herhalde; yerine oturmamış bir tür onur noktasından, ya da daha doğrusu, “özne” olarak saygınlıklarına hiç de uygun olmayan ve pratiklerinin bilimsel çözümlenmesinde kendi “özgürlük”, ya da “çıkar gütmemelerine” bir saldırı görmelerinden kaynaklanır.[4]

Elbette gerek toplumsal alanlar ve gerek bu alanları oluşturan insanlar hakkındaki fikirlerimiz, onların kendi haklarında düşündüklerine dayanmadığı gibi, alanın işleme mantığını da onların siyasî bilincine göre değerlendiremeyiz. Aslında bir siyasî gücün ya da toplumsal gurubun kendisiyle ilgili öne sürdüğü tasavvurların gerekli inancı sağlayıp sağlamamaları, siyasal gücün otoritesine, toplumsal grubun prestijine bağlıdır. Kökeninde yatkınlıklar bulunan pratiklerin özgül mantığını anlamak için çıkış nedenlerine dayalı açıklama ile, haklı nedenlere, gerekçelere dayalı açıklama arasındaki kalıplaşmış ayrımı terk etmek gerekir,[5] ve görünüşte “özgürleştirici” olan toplumsal alanları tarihsel kapitalizmin gelişme dinamikleri içinde incelemek yerinde olur. Toplumdaki gücünü ve otoritesini “auro”sundan alan edebiyat ve sanatın nesnelliğine, ona nesnel ilişkiler içinde bakarak ulaşabiliriz. Böylece ürünün, yani bütün tartışmaların kaynağı olan metnin, üretim ve tüketim koşullarının gözden geçirilmesi zorunlu hale gelir..

META ÜRETİM KURUMU OLARAK EDEBİYAT

Aslında bütün edebi üretim kültürel olarak adlandırılabilecek ideolojik aygıt içinde yer alır. Sorun sadece edebi metinlerin üretim ve tüketim süreci değil, fakat böyle bir üretimin aygıt içerisindeki işlevidir. Bu aygıt, basımevleri, kitapçılar kütüphaneler gibi belli edebi üretim ve bölüşüm kurumlarını içerir. Ve aynı zamanda görevi daha ideolojik olan ve edebi standart ve varsayımların tanımlanması ve yaygınlaşması ile ilgili olan yardımcı ikincil kurumları da içerir. Bu kurumlara örnek olarak edebiyat akademilerini, edebiyat derneklerini, sansür kurumlarını, edebi dergi ve magazinleri gösterebiliriz.[6]

Bugün, yazar/ürün ve pazar arasındaki ilişki sancılı, “olmasaydı daha iyi olurdu” gibi görünmekle birlikte, tarihine baktığımızda, sanıldığının aksine, edebi ürünün kapitalist üretimle ilişkisinin çok çabuk ve gönüllü olduğu farkedilecektir. Sanatçı ve yazarların koruyuculuğunu yapan aristokrasinin incelikli egemenliğinden yayıncının ve pazarın katı kurallarına geçiş, o ana dek süren edebi ilişkilerin değişiminde “devrimci” bir rol oynar. Gazetelerin yaygınlaşması, dergi sayısındaki artış, matbaa makinalarındaki teknolojik ilerlemeler sonucu büyük çaplı üretimin gerçekleşmesi ve okumaya meraklı geniş bir insan topluluğunun varlığı, edebi alanın ve metinlerin yeniden düzenlenmesiyle sonuçlanır. Balzac, Dostoyevski, Dumas gibi birçok tanınmış yazarın eserlerinde, yazarların kendisi kadar bu yeni düzenin dayatmalarının da payı olduğu inkâr edilemez. Forma başına, veya tefrika edilecek gün sayısına göre pazarlık edilen bir romanın, sayfa miktarını arttırabilmek amacıyla uzatılmış tasvirlerle dolu olması ve bu tasvirlerin yarattığı tekdüzelikten kurtulabilmek için ani sıçramalara yer verilmesi, kendiliğinden gelişmiş üslûp özellikleri değil, muhakkak ki, arz-talep dengesinden kaynaklanan zorunluluklardır.

Böylece, yeni üretim ve tüketim biçiminin dayatmasıyla, modernliğin diğer özerk alanlarında olduğu gibi, edebiyatın çevresine de iç pratiği dışarıdan ayırdığı varsayılan yeni sınırlar çekilmiş olur, edebiyat kurumsallaşır, kendi kabul ve dışlama kurallarını, söylem kalıplarını ve tanımlarını geliştirir. Yapıtların üretimi, düzenlenmesi ve değerlendirilmesi, devletin kurallarına göre değil, kendi iç normlarına göre gerçekleşir.[7] O zamana dek insanî faaliyetlerin en soylularından biri olarak kabul edilen edebiyatta insanın yaratıcılığına yönelmiş sözkonusu kısıtlama ve kuralları, Marx, “yazar doğal olarak yaşamak ve yazmak için kendine bir geçim sağlamalıdır, ama bir geçim sağlamak için yaşayıp yazmamalıdır. Yazarlığını maddi bir araç olarak kullanan yazar, kendi iç köleliğinin cezası olarak dış köleliği, yani sansürü de hak etmektedir; daha doğrusu sansür onun cezasıdır”[8] sözleriyle değerlendirmişti. Edebi alanın iç ve dış etkilerindeki değişimin niteliğine -ileriki bir dönemi kastetmekle birlikte- Aydınlanmanın Diyalektiği’nde de yer verilmiştir: “Sürekli ve hissedilir tehdit altında estetik uzmanı olarak ilk defa iş yaşamına uyma mecburiyeti, sanatçıya tamamen gem vurmuştur. Bir zamanlar, tıpkı Kant ve Hume gibi mektuplarını ‘değersiz hizmetkârınız’ diye imzalıyorlardı ve taht ile sunağın temellerini sarsıyorlardı. Bugün hükümetin başındakilere ön adları ile hitap ediyorlar ve her çeşit sanatsal hareketle birlikte eğitimsiz patronlarının kararlarına boyun eğiyorlar”[9] der Horkheimer ve Adorno.

Buraya kadar yazılanlar kültür endüstrisi içinde yer alan kapitalistleşmiş edebi üretim ilişkilerinin doğasına yöneliktir. Oysa edebi alan içinde genel üretim ilişkisine ve egemen edebi üretime uymayan pratikler de yer alır. Özellikle muhalif siyasî düşüncelerin, zaman zaman da alan dışında kalmış, sesini duyuramamış edebiyatseverlerin -çoğunlukla şairlerdir bunlar- özveriyle, kendileri adına kazanç beklemeden çıkardıkları dergi ve kitaplar, niyetleri ne olursa olsun, kağıt, baskı-dizgi, matbaa ya da fotokopi gibi süreçlerle genel üretime bağlıdır. Bu sistem dışı üretimler, edebi metanın maddi yönüyle ilgilenmez, onlar, üretim-tüketim sürecinin diğer yönünü, otoritenin kaynağı olan -ideolojik fayda, itibar, ün, onur, vb. gibi- simgesel sermaye birikimini hedeflerler.

OTORİTENİN GÜCÜ SİMGESEL SERMAYESİNDE GİZLİDİR

Kültürel aygıtın geldiği devasa boyutlar içindeki Batılı toplumlarda, sanat, düzenlenmiş, kayda geçirilmiş, sanayi üretimine uydurulmuş, satılık ve kullanılabilir bir meta türüdür, ama meta türü olarak satılmasından ve yine de satılık olmamasından beslenen sanat, ticareti artık amaç değil de biricik ilke haline getirir getirmez, ikiyüzlü bir satılık olmayana dönüşür.[10] Kültürel meta, diğer alanlardaki metalardan bu satılık olmayan görünümüyle ve maddi olmayan bir değer taşımak zorunluluğuyla farklılaşır. Maddi olmayan zenginlikler bütünü, aslında simgesel bir sermayeyi işaret eder. Paranın ve pazarın buharlaştığı böyle bir değişim sürecinin kurucu ve yönlendirici dinamiği ise otoritenin ta kendisidir.

Öte yandan, yazarın, metnin, yayınevinin, eleştirmenler ve dergilerin asıl sermayesi simgesel bir sermayedir, ama “bilimsel” olarak kanıtlanamayan bu spekülatif sermaye türü tek başına bir anlam taşımaz, edebiyat alanında -hattâ diğer toplumsal alanlarda- yer alan önemli bir çoğunluğun kabülünü gerektirir. Kabül görmeye dayanan simgesel sermaye, alanın içinde bulunan kişilerin inancını gerektiren bir ön kabüldür! Ön kabülün; alanda geçerli olacak algılama ve değerlendirme kategorilerine dayanan ortak kararların oluşturulması ise bir otoritenin varlığını zorunlu kılar..

Önkabüllerle oluşan bu edebi kast, kurduğu üst dil aracılığıyla pazar ekonomisi söylem dışı bırakır. Kapitalist meta ekonomisinden ekonomik çıkarın içe atılması ya da sansür edilmesiyle farklılaşan simgesel metalar ekonomisinde, telif ücretleri, satış rakamları ve gelirleri, alanın bütün oyuncuları için mahremdir. Edebiyat üretiminin genel üretim içinde marjinal kaldığı, ve geçimini yalnızca edebi ürünlerinden temin eden yazar sayısının pek az olduğu bizim gibi toplumlarda ise, pazar ilişkileri daha çok yayıncılar, kitabevleri ve okuyucular arasında, ama yazar ve metninin etrafında cereyan eder. Ekonomik olanın yadsınması çok daha doğallaşmış bir görünümdedir; edebi alanı oluşturan herkesin fiyatlandırma üzerinde kanaati olmakla birlikte, kamusal alanda paranın lafı bile edilmez...! Otorite, sermayesi gibi şiddetini de ancak kendisine biat edenler üzerinde simgeselleştirerek gerçekleştirir ve egemenlik ilişkilerini yumuşak oldukları ölçüde yürütür. Sonuçta, otoritenin etkisi altında olanlar, bu otoriteye bir tarz gönüllü kulluk ederler.

EDEBİ OTORİTENİN BİLEŞENLERİ

Edebi otorite sayesinde, edebiyat alanında egemen olan üretim ve tüketim ilişkileri görünmez olur, bireylerin bu ilişkiler sonucu pazara çıkan “yüksek” değerli ürünlerle girdiği sanki dolaysız ve dolayımsızmış gibi görünen yeni bir ilişki tarzı doğar. Aslında tüketici durumundaki okuyucu, bir kitabın -önce- arkasındaki fiyatına bakıp kasaya ödemesini yaparken, tıpkı başka bir meta alırken olduğu gibi, ticari bir ilişki içindeliğinin farkındadır, ama okuma süreci başladığında, kitap üzerinden kurulan ticari ilişkiler kaybolur. Çünkü, çıkar gözetmeyen değerler alanına girilmiştir; değerli bir dergide değerli bir eleştirmen tarafından tanıtılan değerli bir yazarın değerli bir yayınevince basılan değerli metni vardır karşısında. Bu değerliler kervanına kitapevlerini de dahil etmek gerekir. Bir tüketici olarak okuyucu ise, sadece, bütün bu değerli edebi bileşenleri biraraya getirmeyi başardığı için değerlidir.

Böylelikle, düşünsel üretim tasavvuruyla taban tabana karşıt kültürel bir tüketim tasavvuru kurulur; yaratının karşısına edilgenlik, özgürlüğün karşına bağımlılık, bilinç yitiminin karşısına bilinç konulur. Tüketicinin aklı, düşünsel ürün yaratıcılarının ürettikleri bütün düşünce ve imgelerin rahatlıkla yazılabileceği yumuşak bir balmumudur. Üretim ve tüketim arasındaki bu ayrım, düşüncelerin ya da biçimlerin içkin anlamları olduğu ve bu anlamın oluşumunda, bu düşünce ve eylemlerin bir birey ya da grup tarafından benimsenmesinin hiçbir etkisinin olmadığını varsayımını doğurur.[11] Söz konusu tasavvurların, edebi alanın her bir köşesinde geçerli ve etkili olabilmesi, edebi otoritenin gücüne, otoritenin gücü ise, yukarıda adı geçen ve her biri ayrı simgesel sermayeye sahip edebiyat bileşenlerinin edebi alandaki değerlerinin toplamına bağlıdır.

Edebi bileşenlerin ortak noktası taşıdıkları değer normlarıdır ve bu sayede her bir bileşen diğer bileşenlerin değerine yeni değerler katar. Simgesel olduğunu belirttiğim bu değerin ölçütü, edebiyat tarihi için hep sıkıntılı olmuştur. Kendisine ait bir göstergesi olmayan ve daima aydınların beğenisine olan mesafesine göre tanımlanan halk kültürü de, işte bu değer karmaşasından kaynaklanır. Önce metnin, ve ardından yazarın değerini çok okunurluğuna bağlayan popülist söylemden, bu değeri, eleştirmen ve yüksek beğeni sahibi edebiyatseverlerin estetik normlarında arayan seçkinci anlayışa kadar geniş bir kuramsal akımlar yelpazesindeki irili ufaklı otorite sahipleri, alanda söz sahibi olmaya soyunan bu akımlar arasındaki tartışmaların etkili isimleridir. Tartışmalar hiçbir zaman çözüme ulaşmasa ve değerin kaynağı hâlâ apaçık olmasa da, onların otoritesinin varlığı ve işlevselliği tartışmaların etkililiği ölçüsünde kanıtlanmış olur...

Değerlendirme, sınıflandırma ve seçme işleminin insan etkinliğinin bütün pratiklerinde görülüyor olması, edebi bir metnin değerlendirilişine de haklılık zemini hazırlar. Üstelik çoğu kez kabül edilir, mantıki gerekçeleri vardır bu seçme işleminin. Bir dergiye gelen bütün yazılar için yeterli sayfa yokluğu veya bir yayınevinin basabileceği kitap sayısının -maddi nedenlerle- kısıtlılığı, bir elemeyi zorunlu kılar. Aynı zorunluluk antolojiler için de geçerlidir. Editörlük ve eleştirmenlik bu zorunluluğun rasyonelleştirilmiş biçimidir. Başlangıçta değerlendirmeyi belirleyen tüketicilerin talepleriyken, içinde bulunduğumuz üretim ve tüketim sürecinde eleştirmen ve editörün otoritesinin hedefi, alanı yeniden belirlemek ve okur kitlesini biçimlendirmek olmuştur. Bu noktada amaçların -edebi beğeniyi yükseltmek, özgürleştirici bir siyasî ideolojiyi yaymak gibi- iyi, ya da -tüketiciye apaçık komplo kurarak kârı arttırmak gibi- kötü olması önemsizdir. Her durumda yazar, metin ve okuyucu üzerinden bir otorite tasarımı gerçekleştirilmiş olur.

Edebiyat ve sanatın farklı bir toplumsal pratik olarak algılanması, ve değer yargılarının salt beğeniye dayandığı önkabülü, bu alanların çıkarsız faaliyetler bütünü olduğuna dayalı başka bir önkabülden kaynaklanır. Edebi alanın keyfî olarak kurulmuş bir yer değil de, üretilmemiş olan ve içinde doğulmuş bir uzam olarak düşünülmemesi, bu alanda çıkarsız tutumların varlığı düşüncesini destekler. (Pierre Bourdieu, Pratik Nedenler, Kesit Yay.) Bu çıkarsız pratiklerin sağladığı çıkarlar ise simgesel niteliklidir ve edebi otoritenin sermayesine eklenirler.

Metinler olmaksızın edebiyat akımları ve eleştiri müessesesi de oluşamayacağından, değer kavgasının kaynağı kuşku yok ki metindir. Okuyucunun karşına matbu kitap olarak çıkan bir metin son halini almış olmakla birlikte, okuma eylemi gerçekleşmeden önce bir değeri yoktur, daha doğrusu olmamalıdır. Ne var ki, edebi otorite tarafından bu metnin taşıdığı anlam ve değerler, edebiyat alanına okuma eyleminden önce sokulurlar ve genellikle o metnin tüketimini bu ön anlam ve değerler belirler. Bir metnin “okunması”, tüketici kitlenin niteliğine göre seçilen dergi ve gazete reklamları, yazarla yapılan şöyleşilerin reklam nitelikli habere dönüştürülmesi, metni basan yayınevinin sektördeki saygınlığı, yazarın -eğer varsa siyasî- geçmişi, dönemin popüler yazın akımına uygunluğu, son olarak da kitabın kağıt ve baskı kalitesi göz önüne alınmadan yapılamaz. Sonuçta, 18. yüzyıldan beri eserleri belli bir özgün, tek ve bireysel yaratıcılık eylemine atfettiğimiz ve böylece edebi mülkiyet hakkını sağlamaya çalıştığımız kategorilerin sorgulanması ve hattâ bunların gerekliliğinin tartışılması gerekir. (Roger Chartier, Yeniden Geçmiş.)

Bir metin ve yazarı etrafında oluşan değer, hem o yazarın, hem de o yazarın kitaplarını eleştiren ve yayımlayanların simgesel sermayelerini yoğunlaştırır. Eleştirmen ve yayıncının “bilimsel” bir serinkanlılık içinde olması makbulken, yazarın her türlü “normaldışılığı” neredeyse aranan bir özelliktir. Yazarın mitleştirilişi, her edebi eseri belli bir isme atfetme ve bunu bir tek kişinin -yazarın- zekâsının ürünü olarak kabül etme alışkanlığı modernizmin yeni bir toplum tasarımından, ve bu tasarımda edebiyata birleştirici -otoriter- bir rol yüklemesinden kaynaklanmasıyla tarihsel bir değerlendirme olduğu halde, efsaneler geleneğe aktarıldıkları için varlıklarını hâlâ koruyorlar. Nedir bu efsane; büyük romancı, bir deha, insanüstü bir varlıktır, bilinçsiz, sorumsuz, uğursuz, hattâ biraz zihinsel problemli, çözmeleri için okura bildiriler gönderen bir yaratık. İçki, ilaç, mutsuzluk, çılgınlık ve mistik tutku, sanatçıların aşağı yukarı romanlaştırılmış biyografilerini dolduruyor. Onları okuyunca, sanırsınız ki, “mutsuz yaşama” sanatçılar için olağan bir zorunluluktur ve yaratışla bilinç arasında her zaman bir çatışma vardır. Bu eğilim -aslında- bir metafiziği açığa vurur.[12] Çünkü, otoritesini bu metafizikten alan yazar metnin tek oluşturucu ögesi olmadığı gibi, edebi üretimi/tüketimi belirleyen ve edebiyatın o dönemdeki normlarını oluşturan diğer otorite sahiplerince de kısıtlanmıştır. Üretiminde -ya da varsayalım yaratımında- özgür değildir.

Bir metnin üretiminde, yayılmasında ve anlamının oluşturulmasında farklı ağırlıkta roller üstlenseler bile, yazarla birlikte, editörler, yayıncılar, eleştirmenler, okuyucular, dergiler ve kitabevleri -radyo ve TV kanalları sayesinde- dinleyiciler ve izleyicileri de belirleyicidir. Ancak bugün, her biri sektör dergisi özelliği taşıyan edebiyat dergileri, alandaki otoriter yapılanmanın merkezini oluşturuyorlar. Tek tek isimlerin fetişleştirildiği bu dergiler, dergi sayfalarında çıkan yazılardan çok, içindekiler bölümünde yeralan yazar, yayın yönetmeni ve yazı kurulu üyelerinin edebi alandaki prestijine göre değerlendiriliyor. Bir kitabın bin adet basıldığı edebiyat dünyamızda, o kitapların eleştiri yazılarının çok daha fazla kişi tarafından okunması olağan kabül edilir hale geldi. Bu olağanlık ve kabülleniş, edebiyat dergilerinin ve dergi künyesine adını koyanların edebiyat alanındaki otoritelerinin kanıtı olarak gösterilebilir..

İhtisaslaşmış ve profesyonelleşmiş dergilerle aynı gelenekten beslenen, ama çoğunlukla “amatörce” girişimlerle hayatını sürdüren edebiyat dergilerinin işleyişinin de çok farklı olduğu söylenemez. Bu kesimdeki ilişkilerin temelinde de demokratik eğilimler değil, dayatmalar vardır. Aslında okurların değil, en çok şairlerin ve öykü yazarlarının farkedebileceği bir dayatmadan sözediyorum. Çünkü, bir şiiri ya da bir öyküyü bir fotokopi dergisi sayfasında bastırmak bile sanıldığının aksine hiç de kolay değildir. Dergi sayfaları, o dergiyi çıkaranların elinde, yazara ve şaire yönelmiş bir baskı aracına -kolaylıkla- dönüşebilir. Buradaki otorite kişilere indirgenemez. İnsan elinden çıkma bir ürün olan dergi, simgesel metalar ekonomisinde canlı bir organizmaya, dergi olma niteliği ile kendisi bir otoriteye dönüşür; hem kendisini üretenler, hem de ürünleriyle bu dergileri besleyenler üzerinde bir hegemonya oluşturur. Dergi sahipleri ve yöneticilerinin otoritesinin kaynağı edebiyat alanındaki bilgi ve becerilerinden çok, bu derginin içinde yeralmalarından ileri gelir.

Toplumda siyasî bölünmenin ve hareketliliğin yoğun olarak yaşandığı dönemlerde, edebi otoriteyi yaratan bileşenlerden en önemlisi, alanı oluşturan faillerin siyasî bağlanımıdır. Bugün diğer toplumsal faaliyetlerden yalıtılmış bir görünümle salınan edebiyat dünyasının -dünyamızın- yakın tarihi, edebi alana yapılan siyasî müdahalelerin tarihidir. Özellikle sosyalist veya muhalif hareketlerin siyasal alanda kitleselleştiği ve toplumda prestij kazandığı dönemlerde, edebi alan da siyasallaşır. Siyasî düzeydeki bilgi sanatsal alana tahvil edilir ve edebi alanı, dışarıdan gelen, yazarlara, yayıncılara “yol gösteren” yeni otoriteler istila eder. Siyasî kimlik taşıyan herkesin bir metni, yazarı, dergiyi değerlendirme, hattâ yargılama dahası mahkûm etme hakkının olduğu bu gibi konjonktürlerde, edebi alanın diğer bileşenlerinin de giderek siyasallaştığını ve birbirleri üzerinde siyasallık ölçütlerine göre hegemonya oluşturduğunu söyleyebiliriz. Edebi alandaki ilişkilerin totalitaryen bir biçime en çok yaklaştığı, ama girişte saydığım nedenlerden dolayı yine de otoritaryen niteliğini koruduğu bu siyasallaşmış edebi alanda okuyucuların savunma refleksi, okumaktan vazgeçmektir.

SONUÇ

En sade okurdan en ünlü yazara, en çok satan dergilere ve en güçlü yayınevlerine kadar edebi aygıtın bütün oluşturucuları, aygıtın düzgün olarak işlemesini sağlayan -kişiler ve kurumlar bileşkesi olarak- otoritenin varlığını tehdit edebilecek girişimlere karşı, geleneklerin savunusunu üstlenerek muhafazakârlaşırlar. Zaman zaman edebi alanı ters yüz etme amaçlı devrimci bir taleple alanın içindeki güç ilişkilerini yıkmak isteyen atılımlar görülse bile, bu tür girişimler muhafazakârlık duvarını çoğu zaman aşamayıp, alanın ve otoritenin öneminin altını çizmekten öteye gidemezler. Genellikle de, -karşı çıkma pratikleri ile- kendileri yeni bir otorite alanı oluşturarak, edebi alanın otoritaryen niteliğini pekiştirirler. Bu konuda kütüphanelerdeki dergi arşivlerini karıştırmak yeterlidir. Cumhuriyet tarihinde edebi alana dalış yapan hemen hemen bütün dergilerin manifestosunda, alanın egemen işleyiş tarzına bir savaş ilânı vardır. Ancak çoğunun sonu trajiktir. Alana uygulayacaklarını ilân ettikleri entellektüel şiddetlerini neredeyse birbirlerine karşı fiziksel olarak gerçekleştirmeye yaklaşanlar olduğu gibi, edebi alanda kendine açtığı yerden memnun kalıp şiddetini giderek aşka dönüştürenler de az değildir.

Edebiyat alanındaki güç ilişkileri, siyasal alandaki gibi birtakım kurallara -yasalara- dayanmadığından, otoritenin tarifi biraz betimsel, hattâ spekülatif bulunabilir. Anlatılanların kabülu veya reddi, okuyucunun -yine- deneyimlerine ve kanaatlerine bağlıdır, çünkü hem bu yazı hem de yazıldığı ortamın kendisi bir iktidar, ya da otorite etkisi oluşturur. Her yazı ve her okuma eyleminin zorunlu olarak otoritaryen bir ilişkiler ağının içinde yeraldığı kültürel aygıt üzerinde zaman zaman indirgeyici ve basitleştirici belirlemelerde bulunmuş olma tehlikesine karşı bir önlem almak üzere, bu tür alanlarda iktidar görünümünde olanlarla iktidar etkilerine en çok marûz kalanlar arasındaki ilişkilerin göründüğü kadar basit olmadığını da eklemeliyim. Bir disiplini, bir düzeni ya da bir tasavvuru dayatmak için kullanılan araçların etkisinin, bu araçların yöneldiği kişilerin bunlara ayak diremeleri, bunları saptırmaları ve bunlara karşı türlü oyunlar kurmalarıyla birlikte değerlendirilmesi daha doğru olur. Her iktidarın kontrol ve baskı uygulamasının, otorite ve düzen kurmasını sağlayan aygıtların tanımlanması araştırılırken, sıradan insanın kendisini sahiplenmeye ve ehlileştirmeye çalışan girişimlere karşı savunmasız ve bunlardan korunamayacak kadar saf olmadığını da hatırlamak gerekir. (Roger Chartier, Yeniden Geçmiş.)

Bütün söylenenler içindeki en can alıcı noktanın, işte bu savunma mekanizmaları olduğunu düşünüyorum. Geleneklerle şekillenmiş otoritaryen bir aygıt olan edebiyat alanı üzerindeki tartışmanın amacı, elbette basit bir sistem tanımı ve sistem eleştirisi değildir. Siyasî iktidarla sürdürülen kavganın farklı bir biçiminin, sinsi bir iktidar düzeneği kurulan bütün özgürleştirici alanlara yönelmesi ve bu tür yazıların bir fikir jimnastiği olmaktan farklı anlamlar taşıması gerekir. Tespit ve tanımlama önemli olmakla birlikte, sistem-karşıtı hareketlerin, ve sistemi değiştirecek perspektiflerin yönelebileceği “doğru” pratikler üzerine görüşler belirtmek de, bir tür ahlâki zorunluluktur.

Marx ve Engels, sanatın kurumsallığının birey üzerindeki yıkıcı etkisini, özgürleştirici değil köleleştirici niteliğini daha o zaman farketmişlerdi, ama, Alman İdeolojisi’nde; “sanatçının işbölümünden ileri gelen yerel ve ulusal darlığa boyun eğmesi, bireyin yalnızca belirli bir sanata boyun eğerek yalnız bir ressam, bir heykeltraş, vb. olması, sanatının adı bile mesleki gelişmesinin darlığını ve sanatçının işbölümüne bağımlılığını dile getiriyor, toplumun sosyalist örgütünde ressam yoktur; başka işleri yanı sıra resim de yapan insanlar vardır” sözleriyle, çözümü ütopyalar alanına havale ettiklerinde, nesnel duruma ilişkin bir tür çözümsüzlüğü de vurguluyorlardı.

Öyleyse, postmodern düşüncenin, edebi alanı ve edebi ürünleri -yatay olarak- yeniden sınıflandıran zenginleştirici atılımının kendisinin de otoriteye dönüşmesi trajedisini hatırladığımızda, içinde bulunduğumuz ticari veya simgesel metalar dünyasında “yapılabilecek hiçbir şey yok” sonucunu çıkarabilir miyiz? Kendimize en çok yer açtığımızı sandığımız kültürel -edebi, sanatsal, felsefi, vb.- alanlarda, daha bu alanlara adımımızı attığımız anda çaresiz miyiz artık, ya da, alanların bizleri de “özne” olarak değerlendirişinden gizli bir hoşnutlukla geleneğin sürmesine katkıda mı bulunuyoruz? Benzer sorulara siyasî alanda da “hayır” yanıtını verenler için, üretmekle tüketmek arasındaki ayrımı kaldırmayı ve söz konusu alanları mümkün olduğunca demokratikleştirmeyi hedeflemek atılması gereken ilk adımlar olabilir. Bu, sanat ya da edebiyat yapıtının “aura”sını reddetmek, eserin bir yaratım değil, üretim ürünü olduğunu benimsemek, estetik yargıların tarihselliğini/ideolojikliğini vurgulamak ve kavganın siyasî alanda da sürdürülmesi zorunluluğunu kavramakla mümkündür. Çözümün kısa vadeli ve yalnızca edebi alana ilişkin bir halli ise hayal dahi edilemez.

[1] Siyasal otoritenin yazar, yayıncı, metin, eleştirmen, kitapevleri ve okuyuculardan oluşan edebiyat aygıtına uyguladığı baskı, veya bir metinin içine kodlanmış egemen ideoloji motifleri de kuşkusuz bu hegomonik ilişkiler alanına girer, ancak ben bu yazıda siyasal alanın etkilerini değil, edebiyat alanının işleyişindeki otoritaryen özellikleri tartışmak istiyorum

[2] Gregory Jusdanis, Gecikmiş Modernlik, Metis Yay.

[3] Pierre Bourdieu, Pratik Nedenler, Kesit Yay.

[4] Pierre Bourdieu, Pratik Nedenler, Kesit Yay.

[5] Roger Chartier, Yeniden Geçmiş, Dost Yay. 1998.

[6] Tery Eagleteon, Eleştiri ve İdeoloji, İletişim Yay.

[7] Gregory Jusdanis, Gecikmiş Modernlik, Metis yay. 1998.

[8] Karl Marx, Sanat ve Edebiyat Üzerine, Birikim yay.

[9] Adorno, Horkheimer, Aydınlanmanın Diyalektiği, Kabalcı

[10] Adorno, Horkheimer, Aydınlanmanın Diyalektiği, Kabalcı

[11] Roger Chartier, Yeniden Geçmiş, Dost yay.

[12] A.Robbe Grillet, Yeni Roman, Yazko