Türkiye’de insan hakları ihlâlleri çok çeşitli alanlarda ve çok boyutlu bir biçimde süregelmektedir. Özellikle içinde bulunduğumuz ara rejim sürecinde ihlâllerin hem sayısal olarak sürekli bir artış gösterdiğine, hem de yeni ihlâl alanlarının mevcut olanlara eklendiğine şahit oluyoruz. Ülkemizde devlet, hem sahip olduğu otoriter -veya son yıllardaki yönelimiyle yarı-totaliter- örgütlenme biçimiyle, hem de bunu mümkün kılan resmî ideolojisiyle, bu ihlâlleri üreten başlıca mekanizma olma özelliğini koruyor.
Devletin insan hakları ihlâllerinin başlıca öznesi olduğu yönündeki eleştiriler, hiç şüphesiz ülkemize özgü değildir. Meşrû şiddet kullanma tekelini elinde bulunduran en büyük ve yaygın örgütlü güç olmaları, -demokratik olanları da dahil olmak üzere- belki de bütün modern devletlere kuşku ile bakmamızı gerektirmektedir. Ancak güçlü bir sivil toplumun mevcut olduğu, bireyi devlet karşısında yalnız ve savunmasız bırakmayan kurumların işlevsel olduğu ve insan haklarını ayrımsız herkes için talep eden ahlâk anlayışlarının veya ortak bir insan hakları ahlâkının yaygın biçimde kabul gördüğü toplumlarda bu kuşkularımızı azaltmak ve insan hakları adına umutlu olmak için nedenler de vardır. Bu bağlamda, insan haklarını güvence altına alan sağlıklı bir yasal çerçevenin ve hükümetdışı kurumların oluşturduğu güvencelerin yanında, hattâ bunlardan daha önce, insan haklarını, ona dayanarak savunabileceğimiz tutarlı bir perspektifin varlığı hayatî bir önem taşımaktadır. Zira insan haklarının, herhangi bir ülkenin mevzuatına yansıma biçimi de, fiilî durumu da, o ülkedeki insan hakları mücadelesinin başarısı da, o ülkedeki insan haklarına ilişkin egemen perspektifin niteliğinden bağımsız değildir.
Dolayısıyla, söz konusu ihlâllerin nedenlerini araştırır ve anlamaya çalışırken, dikkatimizi sorunun bugüne dek üzerinde çokça durduğumuz, büyük ölçüde ortak tespitlerde bulunduğumuz ve genellikle hemfikir olduğumuz devlet boyutundan, birey ve toplum boyutuna çevirmekte fayda vardır. Bu yazının asıl amacı, merceği biraz da bu boyuta, başka bir ifadeyle bizlere/kendimize çevirmektir. Hiç şüphe yok ki, insan hakları konusundaki perspektif sorununda resmî ideolojinin, resmî eğitim ve iletişim kurumlarının ve varlığını son yıllarda daha çok hissettiğimiz derin devletin, psikolojik savaş merkezlerinin sistematik manipülasyon çabalarının, kısacası devletin payı büyüktür; ancak sorun, devletin bu faaliyetleriyle açıklanamayacak ölçüde derindir ve bu perspektif sorununun toplumun en azından bir bölümünde, entellektüellerin ise daha geniş bir bölümünde yaygın bir biçimde egemen olduğunu teslim etmek gerekmektedir.
Nedir bu perspektif sorunu? Bu sorun, öncelikle insan haklarının gereği gibi anlaşılmasını, buna bağlı olarak da ayrımsız bir biçimde herkes için savunulmasını ve devletin bu hakları tanıyıp onlara uymasının talep edilmesini güçleştiren, engelleyen ve sonuçta kollektif bir insan hakları mücadelesini sıkça başarısızlığa uğratan bir ruh halinin ve bir yaklaşım tarzının varlığıdır. Bu perspektif sorunu, çok çeşitli alanlarda, çok çeşitli biçimlerde ortaya çıkabilmekte ve tartışma konusu alandaki ihlâllerin ortadan kaldırılması bir yana, çok kere ihlâllerin ihlâl olarak görülmesini bile engelleyebilmektedir. Bu perspektif hatasının farklı somutlaşma biçimlerini ana başlıklar halinde sıralayarak, esas itibariyle, kurulduğu günden bugüne Türkiye’nin gündeminden eksik olmayan iki temel sorun, Kürt sorunu ve İslâm sorunu çerçevesinde örneklemeye çalışacağım. Bu perspektif sorunu sadece bu iki ana problemde değil, özgür bir ülkede yaşama idealimizin önündeki diğer tüm insan hakları sorunlarının ele alınmasında da geçerlidir. Ancak en çarpıcı ve dolayısıyla belki de en dramatik örnekler, temelde en geniş mağdur kompozisyonuna sahip olan bu iki sorun çevresinde belirginleşmektedir.
İNSANIN İNSAN OLARAK DEĞERİ
İnsanın bizatihi bir değer olduğunun kabul edilmesi, onun başka hiçbir amacın aracı olarak görülmemesi ve bir kişinin dünyayı anlama ve yaşama biçimine ilişkin tercihleri, bize ne kadar yanlış ve hattâ saçma görünürse görünsün, onlara saygı gösterilmesi gerekir. Bu yaklaşım, bizim insan olarak ne kadar değerimiz varsa, dünya görüşü ve yaşam biçimi bakımından kendimize en uzak gördüğümüz insanların da aynı değere sahip olduğunu kabul etmemizi ve ona saygı duymamızı gerektirir. Aslında teorik olarak kabul edilmesi güç olmayan bu ilke, pratikte son derece sınırlı bir kabul görmektedir.
Kürt sorununda bunun tipik bir örneği, rehin askerler olayında yaşanmıştır. Bu olayda askerleri kurtarmaya gidenler, örgüte propaganda fırsatı vermekle suçlanmış ve askerlerin hayatı ikinci plana itilmişti. Cumhurbaşkanı Demirel’in, “on yılda yirmi bin kişi öldü; altı eksik, altı fazla farketmez” mealindeki sözleri, bu yaklaşımın olabilecek belki de en somut örneğidir. Burada hayatını kaybeden onbinlerce kişinin teker teker insan olarak, sırf insan olmak bakımından taşıdıkları bir değer yoktur veya devletin “yüce” ilkelerine ve ideallerine nispetle değerli değildirler. Bu bağlamda “devlet eşkıya ile pazarlık yapmaz” veya “gerekirse bir bu kadar daha şehit veririz” sözleri de bu yaklaşımın tipik ifadeleri olarak değerlendirilebilir.
İslâm veya din sorununda ise bu durum, dindar veya dinci olarak görülen bireylerin de bizatihi değerli varlıklar olduklarının ve eşit haklara sahip vatandaşlar olduklarının kabul edilmemiş olması şeklinde ortaya çıkmaktadır. Bunun sonucu, dindar yurttaşların sivil ve siyasal haklarını kendi tercihleri doğrultusunda kullanmalarının sıkça engellenmesi, “daha ilerici, akılcı, bilimsel, çağdaş, vb.” ilkeler adına hareket ettiğini iddia eden bireylerle eşit vatandaşlar olarak görülmemeleri ve dolayısıyla devletin bu ilkeler adına yaptığı baskıların “insan hakları ihlâli” olarak nitelendirilmemesi, hattâ meşrûlaştırılmasıdır. Sarıklı ve çarşaflıların resmini basarak “20. yüzyıl Türkiye’sinde bu manzaralar” diye başlık atan veya yakın geçmişte bu insanların sokakta yürürken gözaltına alınmalarını “İstanbul’da sarıklı avı” diyerek olumlayan büyük medyanın mantığı budur. “Türban yasağını bahane eden dinciler gösteri yaptı” veya “Şehre sokulmayan Aczmendiler ortalığı karıştırdı” gibi haberler de bunun ifadesi olarak değerlendirilebilir. Burada başörtüsü yasağı veya Aczmendilerin engellenmesi başlı başına tepki gerektirecek bir uygulama veya hak ihlâli olarak görülmemektedir. Oysa ilkinde ifade, öğrenim ve giyim kuşam özgürlüğü, ikincisinde ise en azından seyahat özgürlüğü ihlâl edilmiştir.
“DAHA AZ EŞİT”LERİN HAKLARI
Bu perspektif sorunu, sadece toplumun bazı kesimlerinde bulunsaydı, muhtemelen ihlâller bu kadar çok ve çeşitli olmayabilecekti. Çünkü, bazı insanların kendilerini, kendi düşünce ve pratiklerini, kültürel arka planlarını temel alarak kendilerinden farklı olan insanları veya alt grupları dışlamalarından veya bireyin kendisini özdeşleştirdiği gruba odaklaşmasından doğan entosantrizm, ayrımcılık ve dışlayıcılık, dünyanın her yerinde ve her toplumda görülmektedir. Ancak Türkiye’de bunun ciddi bir sorun olması, onun resmî bir ideolojiye dönüşmüş olması, ya da devlet politikasını belirleyen yönetici elitin “çağdaş, ilerici, aydınlık vs.” ideolojisinde somutlaştırılmış olması ve devlet örgütüyle tahkim edilmiş olmasıdır. Demirel’in “çağdaş Türkiye sizsiniz” dediği insanların yaşam biçimleri devlet katında kutsanmakta ve öteki yaşam biçimlerine sahip yığınlar dışlanmaktadır. Bunu, entosantrizmin ve ayrımcılığın devlet politikası haline getirilmiş olması şeklinde tanımlayabiliriz; ki bu devlet boyutu, sorunu daha da ağırlaştırmaktadır.
HAKLARDA HİYERARŞİ SORUNU
Belirli bir dünya görüşünün ve yaşam biçiminin temel alınarak ötekilerin dışlanması, aynı zamanda ihlâllerin ihlâl olarak bile görülmemesini veya önemsenmemesini beraberinde getirmektedir. Bunun doğal sonucu, herhangi bir hakkın veya özgürlük kullanımının, onu kullanan birey için ne kadar önemli olabileceğinin takdir edilememesi veya onların karşı karşıya oldukları sorunun sorun olarak görülmemesidir. “Ülkemizin bunca sorunu varken başörtüsüyle uğraşmayalım” sözü, -ilginçtir- hem yasakçılar, hem de onların karşıtları tarafından söylenebilmektedir. Bu sözü söyleyebilen her iki kesimden insanlar da, başörtülü bir kadın için en önemli sorunun, en yaşamsal sorunun bu sorun olabileceğini takdir edememektedirler. “Yahu bütün bu gürültüyü bir bez parçası için mi çıkarıyorlar?” veya “Neyse canım, devlete laf anlatmak mümkün değil, açsın da girsin” gibi yaklaşımların, “Kızım, herkesin şaşı olduğu yerde sen de bir gözünü kırpacaksın” gibi uyumculuğu yücelten öğütlerin ortak özelliği, bir insanın başkaları açısından önemli olmayan bir hakkın kullanımını, bir özgürlüğü nasıl her şeyin üstünde tutabildiğini, bunu bir “hayat-memat meselesi” olarak görebildiğini ve belki canından çok değer verebildiğini takdir edemeyen bir perspektifi taşıyor olmalarıdır. Bütün bir geleceğini, kariyerini, ulaşabileceği statüyü bir “bez parçası”na feda eden veya başını açmaktansa okuldan veya işten atılmayı tercih eden, hattâ camdan atlayarak intihar edebilecek kadar her şeyin üstünde tutan bir kadın için daha önemli ne sorun olabilir? Veya “Neleri eksikmiş bu Kürtler’in?” veya “Adamlar cumhurbaşkanı bile olabiliyorlar, Kürt okulu olmasa ne olur?” diye sorabiliriz. Ama üzerine benzin döküp kendisini yakan bir Kürt genci için etnik kimliğinin gerektirdiği bir özgürlük kullanımı, canından çok daha önemli olabilmektedir. Kendi tercih ettiği patriği özgürce seçmesine müdahale edilen dindar bir Ermeni vatandaş için daha önemli nasıl bir sorun düşünebiliriz? Ona, “o sorunu değil, bunu önemse, çünkü bu daha temel bir sorun” diyebilir miyiz? Buna hakkımız var mıdır? Ateşin herkes için düştüğü yeri yaktığını ve herkes için temel hak sorununun, kendisinin karşı karşıya bulunduğu bir hak ihlâli olabileceğini, hakların kendisi açısından farklı bir sıralamaya tâbi olabileceğini görmek, çoğumuz için pek de kolay olmamaktadır. Maalesef ülkemizde insan hakları üzerine yazı yazan bazı akademisyenler bile bu tür bir sorunlar-haklar hiyerarşisi oluşturarak, başka insanlardan bu hiyerarşiye uymalarını, bazı sorunları ve dolayısıyla bazı hakları öncelikli ve önemli, bazılarını ise önemsiz veya önceliksiz görmelerini talep edebilmektedirler.
BİREY İN KOLLEKTİFTE YOK EDİLMESİ
Burada da sorun, bireyi, onun ait olduğu düşünülen kollektif kimliklerin bir parçası, bir belirlenimi olarak gören veya onun bireysel varlığını silerek doğrudan onun içinde yer aldığı düşünülen bütünleri muhatap alan bir bakış açısının varlığıdır. Başka bir ifadeyle, bireyin ontolojik değerinin tanınmamasına bağlı bir sorun da, onun, bir parçası olduğu zannedilen toplumsal bütünlere kurban edilmesidir. Buna göre bireysel insanın ait olduğu bütününkinden ayrı bir varlığı, değeri veya farklılığı yoktur; gerçek özne birey değil “bütün”dür ve dolayısıyla haklar da bu bütünler için düşünülmelidir. “Tarikatlar devlete bağlı” veya “karşı”, “İslâmcıların aslî niyeti şu” veya “Kürtler ayrı devlet kurmak istiyorlar”, “Güneydoğu halkı birlik istiyor” gibi yargıların ortak özelliği veya ortak hatası budur.
Burada özellikle Kürt sorununda sıkça kullanılan Ermeni söylemini örnekleyebiliriz. “Ermeniler PKK’yı destekliyor” propagandası, tiksindirici bir psikolojik savaş taktiği olmanın yanı sıra bu tür bir perspektif sapmasının da ifadesidir. Ermeni vatandaşlarımıza yönelik bir önyargının oluşmasına veya mevcut önyargıların pekişmesine neden olan, onları rencide eden bu tür kollektif suçlama ve propagandaların sonucu, diğer vatandaşların, homojen ve bütün olarak hareket eden bir “Ermeniler”in varlığına inandırılmalarıdır. Oysa bazı Ermeniler’in bu örgüte destek verdikleri iddiası doğru olsa bile, bu onların tümünün aynı tercihte bulunduğunu göstermez; tıpkı bazı Türkler’in desteğinin tüm Türkler’in desteği anlamına gelmeyeceği gibi... Bir vatandaşın Ermeni olmasının, bizatihi kötülük olduğunu imâ eden bu söylem, aynı zamanda, “insan onuru” bakımından herkesi eşit saymayan bir perspektifin de ifadesidir.
Oysa gerçek yaşamda, nasıl ki, kollektif bir biçimde şunu veya bunu isteyen, şöyle veya böyle düşünen total ve homojen bir “Türkler, Ankaralılar, Fenerbahçeliler” yoksa, “Kürtler, İslâmcılar veya Ermeniler” de yoktur. En fazla gözleme veya ampirik verilere dayalı bir eğilimin varlığından söz edilebilir; ki bu gözlem de sözü edilen bu bütünün içinde yer alan ama aynı düşünce ve tercihleri paylaşmayan kesimlerin ve bireylerin kollektif bir biçimde mahkûm edilmelerini mazur göstermez. Örneğin Kürt sorununda, bazı temel hak ve özgürlükleri kötüye kullanmaya hazır bir kollektif “Kürtler” vehmedilmektedir. Oysa gerçek yaşamda sağcı, solcu, liberal, devletçi, İslâmcı, laik, Alevi, Sünni, ayrılıktan yana olan, birlikte yaşamayı savunan, şiddeti onaylayan veya ona karşı çıkan ve burada sayamayacağımız çok çeşitli tercihleri olabilen Kürt bireyler söz konusudur. Onların şöyle veya böyle düşündükleri varsayımıyla kategorik olarak tümü için bazı kısıtlamalar getirmek veya tümünün belirli bir siyasi tercihte bulunduklarını ileri sürmek, parçayı muhayyel bir bütüne feda etmek, indirgenemez olanı indirgemek demektir.
İHLALLER VE SÖZDE BİLİM
Bu sorun da özgürlüğün gereği gibi anlaşılmamış olmasından veya özgürlük taleplerinin reddedilmesine bahane bulma kaygısından doğmaktadır. Yine bu iki temel sorun bağlamında insan hakları kapsamında dile getirilen etnik ve dinî taleplerin kamuoyu nezdindeki geçerliliği, bilimsellik iddiasındaki sosyolojik, etnolojik veya teolojik argümanlarla azaltılmaya çalışılmaktadır. Örneğin Kürt sorununda bu yaklaşım hatası, “Kart Kurt teorisi” gibi gülünç ara rejim teorilerinden “Kürtler Türk soyundan gelmedir, onlar aslen Karduk boyundandırlar” gibi teorilere veya onların daha sofistike olanlarına kadar genişletilebilir. Bu tür “bilimsel” veya sözde bilimsel yaklaşımların doğru olup olmadıkları pek önemli değildir. Bunların geçerliliği, ancak o konu ile ilgili bilimsel bir çalışma yapanlar veya özel ilgi duyanlar için geçerlidir; bağlayıcılıkları da o teoriye yakınlık duyanlarla sınırlıdır. Bunun dışında, bireysel özgürlükler ve bu kaynaktan türeyen toplumsal özgürlükler, bu gibi teorilere dayanılarak engellenemez. Çünkü Kürtler’in Türk soyundan gelip gelmemeleri, onların bu etnik kimliği taşımalarının veya sivil ve siyasal hak talebinde bulunmalarının devlet tarafından engellenmesinin gerekçesi olamaz.
Din özgürlüğü alanında da bu yaklaşım, özgürlük taleplerinin yersizliğini veya kötü niyetliliğini kanıtlamak için kullanılmaktadır. Örneğin 1980 askerî darbesinin lideri Kenan Evren, cuntanın başörtüsü yasağını savunurken, bunun aslında İslâm’da olmadığını, ancak Bursa ve civarındaki güzel Çerkes kızlarının erkeklerden sakınmak için örtündüklerini ve bunun zamanla yaygınlaştığını ifade ediyordu. Hiç şüphesiz şimdiki başörtüsü yasağı bu kadar basit ve naif argümanlarla savunulmuyor. Evren’in teorisinden bazı ünlü ilahiyatçıların “başörtüsü farz değil” şeklindeki görüşlerine kadar uzanan ve bir yasağı savunmak adına bir dinin bir tek yorumunu meşrû görüp çok sayıdaki farklı yorumları gayrı meşrû addeden bu anlayışın konumuz açısından asıl tehlikesi, bireysel özgürlüğü ve tercihleri, teorilerin içinde boğmaya hizmet etmesidir. Oysa insan hakları açısından sorun, başörtüsünün dinin bir gereği olup olmadığı değil (bu, teolojinin, fıkhın veya ilgisi ölçüsünde başka disiplinlerin sorunudur), kişinin öyle olduğuna inanması ve bireysel yaşamını bu inancı doğrultusunda biçimlendirmek istemesidir. Bu anlayış, bireysel haklarının bilincinde olmayan veya onun ikna edici bir argüman olduğunu bilmeyen mağdurların da aynı çıkmaz sokağa girmelerini beraberinde getirmektedir. Onlar da -belki ihlâlcileri vazgeçirebilmek umuduyla- örneğin Kürtler’in ayrı bir etnik kökene sahip olduklarını veya zikir yapmanın dinin gereği olduğunu kanıtlamaya çalışmaktadırlar. Kısacası bir hak talebi veya bir özgürlük kullanımı, söz konusu hak veya özgürlüğün bilimselliği, öğretinin orijinal halinde böyle bir konunun mevcut olup olmadığı gibi -konumuz açısından ilgisiz- argümanlarla perdelenmektedir. Sonuç olarak da insanın birey olarak tercihlerinin ve onun özgürlük hakkını kullanımının engellenmesi olgusu, onun haklarının gaspedildiği gerçeği gözden kaç(ırıl)abilmektedir.
ÖZGÜRLÜK VE ÖZGÜRLEŞME
Yine özgürlükle ilgili diğer bir perspektif sapması ise, sivil ve siyasal haklar kapsamında çeşitli ifadelerini bulan ve insanın sırf insan olması hasebiyle sahip olduğu bir hak olan özgürlüğün, insanın aklını, duygularını, dinini veya belirli bir ideolojiyi kullanarak kendi potansiyelini tam olarak gerçekleştirmesi anlamındaki çeşitli felsefi özgürlük kavrayışlarıyla karıştırılmasıdır. Bu karıştırma genellikle hem totaliter bir ideolojiyi savunan hem de özgürlük retoriğinden vazgeçemeyen bazı kesimlerce bilinçsiz olarak yapılırken, belirli bir kesime karşı nefret ve önyargı duyan ve özgürlüğü onlar için de savunmayı hazmedemeyen bazı kişiler tarafından bilinçli olarak da yapılmaktadır. Özellikle bu karıştırmayı bilinçli bir biçimde yapanlar arasında insan hakları üzerinde yazıp çizen bazı önyargılı akademisyenlerin de bulunması ve söz konusu özgürlük düşmanlığını, insan hakları retoriğini kullanarak yapmaları ise çok daha vahim ve bize özgü trajik bir çelişkidir. Örneğin, “Türban özgürlük değildir, kadının özgürlüğü kısıtlayan bir dünya görüşünün içine girmesidir” şeklindeki bir yaklaşım, insanın felsefi olarak sahip olabileceği, bunun propagandasını yapabileceği ve kendisi için uygun görebileceği bir görüş olabilir. Ancak sivil ve siyasal haklar kapsamında bu özgürlüğün kullanımının (bu örnekte başörtüsünün) engellenmesini meşrûlaştırmak için kendi felsefi özgürlük anlayışını öne süren kişi, en iyimser ifadeyle, insan haklarının temeli olan özgürlüğün anlamını bilmiyor demektir. Bu örnekte, özgürlük (freedom) ile özgürleşme (emancipation) nosyonları karıştırılmaktadır. Yani bir tür “iç özgürlük” anlayışını veya felsefi anlamda insanın seçme ve yapabilme kapasitesini ifade eden “özgürlük” yaklaşımı temel alınarak, sivil ve siyasal haklar kapsamında yer alan ve AİHS gibi insan haklarına ilişkin uluslararası belgelerde de ifadesini bulan özgürlüğü budamaya kılıf hazırlanmaktadır.
Asıl tehlikeli olan budur. Çünkü hepimiz felsefi anlamda gerçek özgürlüğün akılda, bilimde, dinde veya üretim ilişkilerinin değişmesinde vs. olduğunu düşünebiliriz. Ancak bizim bu doğrultuda verebileceğimiz mücadele, sivil ve siyasal haklar kapsamında yer alan özgürlük hakkını başka insanların kullanmalarını engellemeyi talep etmenin gerekçesi olamaz. Yukarıdaki örneğe tekrar dönersek, muhtemelen Taliban’ın da kadını zorla örtme uygulamasını açıklarken başvurduğu ve bunun kadın için daha iyi olduğunu iddia eden felsefi ve dinî argümanları vardır. Bu argümanların, İslâm’ı Taliban gibi anlamayan veya Müslüman olmayan ve/veya örtünmek istemeyen Afganistanlı bir kadın için ne anlamı ve değeri olabilirse, örtünmek isteyen Türkiyeli bir kadın için de ancak o kadar değeri olabilir. Yine bu örnekte, kadının özgürlüğü konusunda mevcut olan çok sayıda farklı veya zıt yaklaşımı uzlaştırmak mümkün olmadığına göre, çatışmak ve kadının, güçlü olanın özgürlük anlayışının nesnesi olmasını kabul etmek mi gerekecektir? Bu örnekte, dine, dinsizliğe veya belirli bir din anlayışına karşı verilecek felsefi mücadele, o mücadelenin verildiği rakip kesimden insanların bireysel haklarını kullanmalarını engelleyen yaptırımları desteklemekle karıştırılmaktadır. Oysa sivil özgürlüklerin tesis edilmediği bir ortamda hedeflenen özgürleşmenin gerçekleşebileceğini düşünmek de en azından tuhaftır.
ÖNYARGI VE “ÖTEKİ”LEŞTİRİLENLER
Sosyal kategorileştirme sorunu ile ilişkili olan diğer bir konu da, önyargıları besleyen bir “öteki” oluşturulmasıdır. Etnosantrizme göre daha dar kapsamlı olan, özel bir dış gruba ve onun üyelerine yöneltilen bu önyargılar, sadece devletten gelen baskıların gerekliliğini “izah etmek” için bir gerekçe olarak kullanılmamakta, aynı zamanda sivil toplumdan bireye yönelen nefret suçlarına da kaynaklık etmektedir. Din özgürlüğü sorununda bunun örneği, ülkemizde büyük ölçüde devlet tarafından oluşturulan ve artık bir ölçüde kendiliğinden üretilmekte olan dinci imajında görülmektedir: “Hain, sinsice fırsat kollayan, takiyeci, iç düşman, devleti ele geçirme planı yapan, başkaldırmak için uygun fırsatı kollayan, başını örtmek için İran’dan para alan, Arap milliyetçisi, vs.”
Her türden kötülüğün kendisinde toplandığı bu “lanetli düşman” veya yaşanan tüm kötülüklerden sorumlu olan bu şeytansı kesim de, onların temsilcisi olarak görülen parti de, sağlıklı bir toplumdan kazınması gereken bir “fesat yuvası” veya başsavcının ifadesiyle bir “habis ur”dur. Böylesine doğası gereği kötü olanların, hukukun sağladığı asgari güvencelerden bile yararlandırılması “aymazlık” olacaktır; çözüm bu ura neşter vurmaktan başkası değildir. İnsan hakları adına onlara “ödün” de verilmemelidir; çünkü bu kadar kötü bir varlıklar bütününün insan olması mümkün değildir. “Önceki Anayasa Mahkemesi Başkanı”nın sözleriyle “laik olmayanlar insan bile değildir”. Bu söz basit bir hakaret amacının ötesinde bir anlam taşımakta ve ülkemizde irtica ile ilişkilendirilen çok sayıda insanın uğradığı ihlâllerin psikolojik ve ideolojik arkaplanına ışık tutmaktadır. Öyle ya, insan olmayanlar için insan hakları talep etmek de anlamsız olacaktır. Bu düşmanın iyi olan herhangi bir tutum alması da söz konusu değildir. Bu tür durumlar, “adı açıklanmayan bir üst düzey askerî yetkili”nin açıklamasıyla, “savaşta bazen bazı mevzilerin feda edilmesi”dir. Yani söz konusu “öteki”nin ilk bakışta olumlu görünen tutumları da aslında çok derin bir hesabın sonucudur. Kısacası bu yaklaşımda “sorun”un “nihai çözümü” bellidir. Kürtçü imajı da ondan daha iyi değildir: “Ülkeyi bölmek ve parçalamak isteyen, bölücü, iç düşman, dış güçlerin oyuncağı, terörist, Ermeni uşağı, vs.”
Ülkemizde bazı insanlarda insan hakları ihlâllerini yoğun bir biçimde yaşayan bu iki kesimden yalnız birisine, bazılarında ise her ikisine karşı önyargı ve nefret vardır. Örneğin “Leyla Zana bölmeye, Merve Kavakçı yıkmaya geldi” diyen ve başsavcının da Fazilet Partisi’nin kapatılması için hazırladığı iddianamede kendisine atıfta bulunduğu gazeteci bu insanlardan birisidir. Özellikle 28 Şubat muhtırası sonrasında içine girdiğimiz ara rejim sürecinde tüm insanî değerler, bu “dinci” ve “Kürtçü” imajlarının korkunçluğu karşısında gözardı edilebilmektedir. Resmî doğrulardan farklı düşünenler, devletin laiklik ve milliyetçilik anlayışlarını eleştirenler veya reddedenler “Kürtçü” veya “Şeriatçı” olarak yaftalanabilmekte ve her iki imaj da, üstüne yapıştıkları bireylerin mağduriyetleri için yeterli olabilmektedir. Açık veya örtük kullanılan potansiyel suçlu gibi kabul edilemez gerekçeler de, bu ihlâllerin diğer bir gerekçesini oluşturmaktadır. “Bunların niyeti başka. Şimdi böyle masum pozlarındalar ama ileride bunlar zorla baş örttürecek”, “Hepimizi kesecekler”, “Bunlar, yok Kürtçe türküymüş, yok kültürel haklarmış, bunların niyeti ayrı devlet kurmak” veya daha kötüsü: “Kürtler terör yanlısı” gibi yaklaşımlar da hep bu perspektif hatasının birer görünümüdür.
Sonuç olarak Türkiye’de insan haklarını savunmak ve bu hakların Anayasal ve yasal düzeylerde gereği gibi tanınmasını ve korunmasını sağlamak, bu amacın önünde bulunan ve çeşitli ölçülerde hepimizi etkisi altına alan bu perspektif sorununun aşılmasından bağımsız düşünülmemelidir. Dolayısıyla yapılması gereken; sağlıklı bir perspektifin tesisi için elimizden geleni yapmak ve insan haklarını dil, din, ırk ve diğer farklılıklara bakmaksızın herkes için herkese karşı savunmaktır. İnsan haklarını ayrımsız herkes için isteyen, “öteki”si olmayan, siyasî ve ideolojik kaygılarını bu hakların üstünde tutmayan, kendi siyasî rakiplerine bile bu konuda çifte standart koymaya kalkışmayacak kadar “gaflet içinde” olmayı başarabilen bireylerin ve grupların ortaklaşa oluşturabilecekleri sağlıklı bir perspektif mümkündür. Çünkü böyle bir perspektife dayalı bir insan hakları mücadelesi, hayatı hepimiz için tahmin edebileceğimizin bile ötesinde kolaylaştırabilir ve barış içinde birarada yaşamanın önündeki kronik yapısal engelleri aşmamıza katkıda bulunabilir. Aksi halde, yıllardır polarizasyon politikasını esas alarak hepimizin hak ve özgürlüklerini kısıtlayan otoriter yapının egemenliğine, bizden sonraki kuşaklar da kaçınılmaz olarak boyun eğecektir.