NADİRE MATER
Mehmedin Kitabı
Metis Yayınları
İstanbul 1999
Mehmetler,
askerlik ve savaş[1]
AYŞE GÜL ALTINAY
“Çoğuyla…1998’de tanıştığım 42 gencin serüveni kışlanın kapısından ilk adımlarını attıklarında kulaklarında patlayan ‘sıraya geç’ komutuyla başlamıştı. Şimdi, hiçbir komut olmaksızın, artık sırası geldiği için, yaşadıklarını sizinle paylaşmak için kendiliklerinden ‘sıradalar’.” (Mehmedin Kitabı, s.18) Nadire Mater, Mehmedin Kitabı’nın kısa önsözünde yaptığı çalışmayı böyle anlatıyor. Mehmedin Kitabı’nın yayımlanmasıyla, Stephen Kinzer’ın deyişiyle, “Türkiye’de bir tabu yıkıldı” (Kinzer 1999). Nisan 1999’da piyasaya çıkan kitap okurdan büyük ilgi gördü, iki ayda dört baskı yaptı ve nihayet 23 Haziran 1999’da toplatılması yönünde karar çıktı. Halihazırda, Nadire Mater TCK’nın 159. maddesi uyarınca “orduyu tahkir ve tezyif etmekten” altı yıla kadar hapis istemiyle, kitabı yayımlayan Metis Yayınları sorumlusu Semih Sökmen de para cezası istemiyle yargılanıyor.
Abdullah Öcalan’ın yakalanıp Türkiye’ye getirilmesi ve yargılanmasıyla Kürt sorunu üzerine tartışmalar yeniden ülke gündeminde ilk sıraya yükselmişti. Meselenin şimdiye kadar göz ardı edilen bir tarafına dikkat çekerek bu tartışmalara özgün bir pencere açan Mehmedin Kitabı, askerliğini 1984-1998 yılları arasında bölgede yapmış erkeklerle söyleşilere dayanıyor.
Bu yazı, Nadire Mater’in bu çok önemli çalışmasıyla önümüzde açtığı yeni pencereleri, olası tartışma ve araştırma alanlarını gözden geçirmeyi amaçlıyor. Kitaba gösterilen ilginin yalnızca siyasî veya hukuki alanla sınırlı kalmayacağını, kitabın önümüzdeki yıllarda yapılacak akademik çalışmalar açısından da önemli bir referans kaynağı oluşturacağını öngörebiliriz. 1990’lar Türkiye’sini anlamak ve yaşanan “durum”u enine boyuna tartışmak isteyen herkes için bu kitabın şüphesiz çok önemli bir yeri olacak. Ben bu yazıda, ilk olarak, Nadire Mater’in metodolojisinin ve konumunun içinde yaşadığımız ‘durum’a ilişkin tartışma ve analizlere getirdiği özgün yaklaşımı ele almak istiyorum. İkinci olarak da bu kitabın özellikle askerlik, millî kimlik ve toplumsal cinsiyet gibi başka araştırma alanlarına yaptığı katkıları değerlendirmeye çalışacağım.
KİTAP
1981’den beri gazetecilik yapan Nadire Mater, böyle bir kitap yazmaya 1994’te karar vermiş. Adını “Ahmet” olarak andığı birisi bir gün bürosuna gelip, saatlerce Güneydoğu’daki askerlik tecrübesini anlatmış; Ahmet’in hikâyesi de Mehmedin Kitabı’nın çıkış noktası olmuş. Önsöz, yazarın 1994’te Ahmet’in hikâyesiyle ilgili yaptığı haberle başlıyor. Ardından, kitabın niçin yazıldığına, nasıl oluştuğuna ilişkin kısa bir açıklama geliyor. Kitabın omurgasını “Mehmetler Konuşuyor” bölümü oluşturuyor. Bu bölümde, askerliğini ‘bölgede’ yapmış 40 gencin ve zayıflayarak çürük raporu almış bir “vicdanî redçi”nin anlatıları yeralıyor. Üçüncü bölümde (“Konuşamayanların Yerine”), şu anda hapiste olan iki gencin ailelerinin ve yakınlarının yaşadıkları anlatılıyor. ‘Bölgede’ geçen askerliğin ardından, psikolojik sorunlarına yenik düşen bu iki gençten biri uçak kaçırmış, diğeri ise annesini ve kardeşlerini öldürmekle suçlanıyor. Bu bölümde, ayrıca, askerlik sonrası suç işleyen gençlere ilişkin basında çıkan haberlere yer veriliyor. Son bölüm, “Sayılar”, devletin, uzmanların, çeşitli ulusal ve uluslararası kuruluşların, bu çatışmanın sosyal, ekonomik ve insanî boyutlarına ilişkin verdikleri istatistikleri aktarıyor.
Nadire Mater kitabın önsözünde, bu çalışmayla “kendi iradeleriyle ya da iradelerine rağmen savaşın öznesi olan/olmak zorunda kalan insanların sesini topluma duyurmayı, savaşa onların baktığı yerden bakılmasını sağlamayı” (s.14) amaçladığını belirtiyor. Mater, gazeteci olarak OHAL Bölgesi’ne her gittiğinde, “habere konu olan bütün tarafların görüşlerini” yansıtabilmek için askerlerle, polislerle, resmî yetkililerle de konuşmaya çalışmış, ancak diğer gazeteciler gibi o da bu konuda zorlanmış.[2] Askerlerin görüşlerini ancak tanık olduğu küçük anekdotlara dayanarak yazdığı haberlere yansıtmış. Ahmet’in askerde yaşadıklarını anlatmasıyla birlikte bu durum değişmiş ve askerlerle, askerden sonra, burada konuşabileceğini düşünmeye başlamış. “1984’ten bu yana askerliklerini yaparken kendileriyle konuşmak için çabaladığım gençlerin sivil hayata döndüklerinde konuşabileceklerini Ahmet’ten önce düşünmemiştim” (s.13). Onlar, “askerliğini orada yapıyor, ama sonuçta geri geliyorlar ve biz burada birlikte yaşıyoruz. Bunun biz farkında değiliz.”[3]
Kaç gencin orada askerlik yaptığı konusunda resmî rakamlar bulunmuyor. Mater’e göre, kaba bir hesapla, bölgede askerlik yapan gençlerin sayısı aşağı yukarı 2.5 milyon: “Aileleriyle birlikte 15 milyon, yakın çevresiyle birlikte Türkiye nüfusunun yarısını aşkın insanı kapsayan bir süreç bu” (s.13). Ne var ki, sayıları bu kadar çok olmasına rağmen, bölgede askerliğini yapmış gençler savaş veya genel olarak Kürt sorunu üzerine yürütülen tartışmaların bir tarafı olarak görülmediler, bu tartışmalara katıl(a)madılar - yalnızca ölüm haberleri ve cenazeleri dikkati çekti. Şehit cenazeleri, özellikle PKK’yı lanetlemek isteyenler için önemli bir siyasî bir malzeme haline geldi. En son yaşanan gelişme de şehit yakınlarının Öcalan davasında müdahil olmalarıydı, ki Tanıl Bora’ya göre bunun anlamı “evlat acısıyla oynamak,” şehit yakınlarının “bir teşhir nesnesine” dönüştürülmesiydi. (Bora 1999).
“Adını -’savaş’, ‘düşük yoğunluklu çatışma’, ‘terörle mücadele’, vb.- ne koyarsak koyalım, 15 yıldır politikacılar, askerler, insan hakları kuruluşları, Amerika Birleşik Devletleri, Avrupa Birliği, gazeteciler, yazarlar, uzmanlar, karşı ya da yana bu “durum”la ilgili olanlar konuşuyor” (s.13) diyen Mater, kitabıyla, bu tartışmaya bölgede askerlik yapmaya gidenlerin seslerini de katmaya yönelik ilk adımı atıyor. İsrail üzerine çalışan bir feminist araştırmacının dediği gibi, “gerçek askerler, onların kendilerine özgü hayatları ve somut özellikleri, ancak meşrûiyet sağlayan söylemlere yedirildiği ölçüde önemlidir” (Ferguson, 1995, s.18). Öcalan davası, nasıl şehitlerin ve şehit yakınlarının “meşrûiyet sağlayan söylemler” içine yerleştirilebildiğinin bir örneği ise, Mater’in kitabı da, Güneydoğu’da çarpışan askerlerin hayatlarının,‘hikâyelerinin’ böylesi bir indirgemeciliğe nasıl meydan vermediğini görmemizi sağlıyor.
Mater’in görüştüğü gençler çok çeşitli kesimlerden geliyor. Bu 42 kişi arasında, kendi tanımlamalarına göre 5 Kürt, 1 Yörük, 1 Roman, 1 Pomak, 1 Ermeni, 1 Rum ve 2 Alevi bulunuyor. İçlerinde Türkiye’nin her bölgesinden kişiler var. Görüşmeler, on şehirde, pek çok kasabada ve iki köyde yapılmış. Görüşülen kişilerin yaklaşık üçte biri ilkokul mezunu, üçte biri lise mezunu, kalan üçte biri ise yüksek öğrenim görmüş. Politik tercihleri bakımından, çok büyük bir çeşitlilik ve dengeli bir temsil göze çarpıyor. Mater, anarşistlerden ülkücülere, Kemalistlerden İslâmcılara Türkiye’nin hemen hemen bütün politik akımlarından (koyu Kürt milliyetçileri hariç) kişilerle görüşmüş. Kitap için görüşülen kişilerin çoğu alt ve orta gelir grubu ailelerden geliyor, dörtte biri ise halen işsiz. Söz konusu kişilerin gösterdiği çeşitlilik, “durum”la ilgili konum ve fikirlerine de yansıyor. Bu kitap, bilimsel bir örneklem sunma iddiasında değil, ayrıca örneklemin kritik önem taşıyacağı niceliksel bir araştırma da değil. Ama, aşağıda daha ayrıntılı ele alacağım gibi, Mehmedin Kitabı’nı önemli ve özgün bir çalışma yapan özelliklerden biri bu çeşitlilik: Yani, kitapta temsil edilen dinsel, etnik, kültürel, sosyal ve ekonomik kesimlerin çeşitliliğinin ortaya çıkardığı tablo.
Nadire Mater’in metodolojisinin önemli bir yönü de terminoloji seçiminde benimsediği tutum. Yazar, görüşmeler sırasında, kendi kişisel görüşünü yansıtabilecek terimler kullanmaktan kaçınmaya çalıştığını belirtiyor: “Görüştüklerimin kendilerini ifade etmekte bir sıkıntıya düşmelerini, yönlendirildikleri duygusuna kapılmalarını istemedim. Türkiye’de her söz bir politik duruş belirtiyor. ‘Savaş’, ‘düşük yoğunluklu çatışma’ ve ‘terörle mücadele’: Kullandığın her söz bir politik duruş belirtiyor. O yüzden ben ‘durum’ sözünü kullanmayı seçtim, ‘15 yıldır yaşanan durum.’”[4] Mater’in benimsediği bu yaklaşım sonucunda, görüşülen kişiler yaşadıkları ‘durum’u kendi ifadeleriyle ve çok çeşitli terimler kullanarak anlatıyorlar kitapta. Farklı anlatılarda, hattâ zaman zaman aynı anlatıda, “savaş”, “düşük yoğunluklu çatışma” (yalnızca bir kişi bu terimi kullanıyor), “çatışma”, “mücadele”, “terörizm”, “operasyon”, “düşman”, “terörist” ve “gerilla” gibi terimlerin kullanıldığını görüyoruz. Görüşülen kişilerin neredeyse tamamının, politik görüşleri ne olursa olsun, Güneydoğu’daki ‘durum’dan “savaş” diye bahsettiklerini özellikle kaydetmek gerekir. Hattâ bazıları, savaş konusuna ve onunla bağlantılı terminoloji meselesine daha doğrudan değiniyorlar: “Orada bir savaş var, yani bir mücadele falan değil, bayağı bir savaş, tam bir katliam. Bitmiyor, bitmeyecek de” (s. 150).
Peki bu savaş ne uğruna yapılıyor? Kaç tane savaş yaşanıyor? “Savaşta, önce kendinle savaşıyorsun, niye orada olduğunu, niye ateş ettiğini düşünüyorsun. Sonra karşındaki insanın savaşını yaşamaya başlıyorsun. Sonra bulunduğun ortamın savaşını... En zoru içindeki savaşı yaşamak” (s.57). Gerçek veya en zor savaşın insanın kendisiyle yaşadığı savaş olduğu yolundaki görüş, kitap boyunca pek çok kişi tarafından defalarca tekrarlanıyor (örn. s.65, 113, 129, 223, 239), ama “insanın kendisiyle savaşı”na farklı anlamlar atfediliyor. Örneğin, görüşme yapılan kişilerden biri, asıl mücadelesinin orada bulunmasını açıklayacak meşrû bir gerekçe bulmak olduğunu söylüyor: “Kime ne için vazife yaptığımız belli değil, kimle savaşıyoruz? Karşımızdaki de bu ülkenin insanları. Kime silah çekiyoruz? Onun dağlara çıkmasının bir sebebi vardır. Ben niye askerdeyim? Kendimce bir haklılık aramaya başladım.” (s.155). Çatışmalar sonucu sakat kalmış, ilkokul mezunu, 25 yaşında işsiz bir genç ise şöyle diyor: “En zor savaş doğayla ve kendinle olanı…Kendinle hesaplaşmak! İşin içinden çıkamamak. Burası başka bir gezegen mi? Savaşa geçerli sebepler bulamamak.” (s. 113). Öte yandan, “insanın kendisiyle savaşı”nı, “kendini koyvermemek” (s.223) ve zor koşullara karşı verilen bir psikolojik mücadele şeklinde anlayanlar da var. Örneğin, üniversite mezunu bir genç şöyle diyor: “En zor kendimle savaş, bunu başarıyla verdiğimi, sorumluluğu yerine getirdiğimi sanıyorum” (s. 229).
Pek çokları için, kendileriyle savaş askerliklerini bitirip evlerine döndükten sonra da devam ediyor. Bir genç bu durumu çok net ifade ediyor: “Gerçek askerlik burada başlıyor” (s.190). Üstelik bu ‘gerçek askerlik’ tek başına yapılıyor, çünkü görüşülenlerin çoğu yaşadıklarını çevresine anlatmıyor, anlatamıyor, veya anlaşılamayacağını düşünüyor (s.69, 79, 89, 136, 195): “Çevremle ilişkilerimde de yerleşmiş tadı alamadım. Gündemlerimiz farklı. ‘İşte n’aber, askerde miydin, ne zaman geldin’ falan…Sen ne diyorsun, ben orada hayatımın kırılmasını yaşadım, iki kelimeyle anlatamam, anlatsam anlayamazsın.” (s.195) . Bir başkası, kendisine karşı yürüttüğü bitmek bilmeyen savaştan şikâyet ediyor: “Yani öfkemi de kontrol etmek zorundayım. Bir gün gelir patlar mıyım, bilmiyorum” (s.69).
Yoğun bir çatışma döneminin askerler üzerindeki psikolojik etkilerinin, yalnızca çatışmaya katılmış gençler ve aileleriyle sınırlı bir konu değil, bütün toplumu ilgilendiren çok önemli bir sorun olduğu anlaşılıyor. Gündelik hayatta şiddete başvurma eğiliminin artmış olması, içlerinde kabaran saldırganlığı bastırmakta çektikleri güçlük, bölgede savaşmış birçok gencin ortak derdi: “Ama şu var, şimdi şiddete daha yakınım. Şiddet çözmüyor ama kolaylaştırıyor” (s.219). “Bazen kötü kötü rüyalar görüyorum. Bir gece karımın boğazını sıkmışım. Uyanıp kollarımı tutmuş... Hiç kimse yardımcı olmuyor, kendimi yapayalnız hissediyorum” (s. 245-296). “Şimdi, çok aşırı derecede sinirlendiğim oluyor. Askerden önce yoktu. Üstüme gelince kötü olabiliyorum” (s. 89). Gerek Nadire Mater, gerekse kitap için eleştiri yazısı kaleme alan yazarlar (bkz. Kürkçü, 1999; s.13), bölgede askerlik yapıp dönenlerin karıştığı şiddet olaylarındaki hızlı artışa dikkat çekiyorlar (Mehmedin Kitabı, s. 245-256). Kitabın son bölümünde ise, “bir gün” dayanamayıp “patlamış” gençlerden ikisi üzerinde duruluyor: İhsan Akyüz, askerlik sonrası bunalıma girmiş, uçak kaçırmış, şimdi Trabzon’da cezaevinde yatıyor. Akyüz’ün annesi, “Güneydoğu’da ölen kurtuluyor” diyor. Babası ise, “Askere giderken kontrolden geçiriyorlar, seçiyorlar. Dönerken bakmıyorlar. Askerden sonra da kontrolden geçirsinler” diye yakınıyor (s. 252).
Güneydoğu’da yaşananların psikolojik sonuçları, sözkonusu gençlerin anlattığına göre, artan şiddet eğilimiyle sınırlı değil: “Yaşadıklarım bende bayağı bir iz bıraktı. Neredeyse 15 yıl geçmiş, hâlâ hatırlamadığım gece yoktur” (s. 22). “Döndüğümde içe kapanık bir haldeydim. Bitkisel hayat gibi bir şey...” (s. 86). “Şimdi âşık olamıyorum” (s.99). “Terhis oldum, geldim. Kendimi çok büyük bir boşlukta hissettim. Uyku uyuyamadım” (s. 123). “Oranın ortamı her şeyi köreltiyor, hayatı köreltiyor. Önce sevgilim vardı. Artık sevgili istemiyorum. Yalnız kalmak, yalnız yaşamak istiyorum” (s. 126); “Yürüyüşün bile değişmiş oluyor. Arkadaşların muhabbet ediyorlar, sen dinlemede kalıyorsun. Ablam ‘neden gülmüyorsun?’ diyor. Üzerimdeki stresi atamadım. Çatışmada bir kişiyi vurduğumu iyi biliyorum. Şu anda vicdan azabı duyuyorum. Bir tetiğe basıp adamı düşürüyorsun” (s. 212). Kâbuslar, uykusuzluk, saldırganlık, insanların arasına karışmaktan duyulan korku, yaşadıklarını başkalarına anlatmakta isteksizlik…Bu gençlerin askerlik sonrası hayatlarını şekillendiren, en çok şikâyet ettikleri sorunlar bunlar.
“DURUM”
Doğu Ergil’in TOBB için hazırladığı “Doğu Sorunu” raporuna ilişkin bir değerlendirme yazısı kaleme alan Ümit Cizre Sakallıoğlu, bu raporun “kafası karışık Türkiye’yi sarsmak içim tam zamanında yetişmiş” bir katkı olduğunu belirterek, sosyal bilimcilere Ergil’in çalışmasıyla açılan yolda araştırmalar yürütme çağrısında bulunuyordu: “Bu kritik noktada Türkiye’nin sosyal bilimcilerine düşen görev durumun derinlemesine bir tahlilini yapıp, bunu herkesin anlayabileceği bir dilde sunmaktır” (Cizre, 1999; s. 2). TOBB raporu, nasıl Kürt sorununa Güneydoğu’da yaşayan Kürtlerin perspektifinden bakma gerekliliğine dikkat çeken, “tam zamanında yetişmiş” bir çalışma idiyse, Mater’in kitabı da, ‘durum’u bir başka perspektiften eleştirel gözle değerlendirme yönünde, tam zamanında yapılmış (hattâ 30 bin kişinin hayatı gözönüne alındığında çok geç yapılmış) bir çağrı niteliği taşıyor ve Güneydoğu’da askerlik yapan gençlerin bakış açısına dikkat çekiyor.
Son on beş yılda, önce (PKK’nın veya ordunun zoruyla) köylerden şehirlere (Akşit vd, 1996), sonra da bölgeden ülkenin başka bölgelerine doğru yaşanan göç, çok önemli bir nüfus hareketi oluşturdu. Mehmedin Kitabı, ters yönde yaşanan başka bir “nüfus hareketini” gündeme getiriyor: Türkiye’nin öteki bölgelerindeki ailelerini ve evlerini bırakıp Güneydoğu’ya, “terörle savaşmaya” giden, hemen hemen hepsi 20’li yaşlardaki gençlerin hareketi... Nadire Mater, bu “nüfus hareketi”nin insanî boyutları üzerinde durarak, bölgede yaşanan çatışmaya ilişkin çeşitli ideolojik varsayımları ve yargıları sorgulamamız gerektiğini gösteriyor.
Elaine Scarry The Body in Pain (Acı ve Beden) adlı çok önemli çalışmasında savaşın iki temel özelliği olduğunu savunur: Birincisi, savaş bir şiddet türüdür ve “savaşın ana amacı ve sonucu yaralamak/insanların canını yakmak/bedenlerine zarar vermektir” (Scarry, 1985; s.63). Ancak, savaşın bu niteliği savaş anlatılarında ya büsbütün kaybolur, ya da marjinal bir rol oynar (a.g.e., 63-77): “Bir askerî harekâtın tarihsel ve stratejik açıdan ele alınıp anlatıldığı yığınla sayfa okur, ya da yaşadığımız dönemde meydana gelen bir savaştaki gelişmeleri günü gününe aktaran haberleri dinler, ama o anlatılan olayın amacının, insan bedenine zarar vermek (yakmak, patlatmak, kesmek, havaya uçurmak) ve insanların kendilerinden birer parça saydıkları nesnelerin yüzeyini, şeklini ve bütünlüğünü bozmak olduğunu belirten tek bir satıra, tek bir cümleye bile rastlamayabiliriz” (Scarry, 1985, s.87). İkincisi, savaş, “insanların iki gruba ayrılıp birbirini altetmeye çalıştığı ve sonunda bir tarafın mağlup, öbür tarafın galip ilan edileceği bir mücadeledir” (a.g.e., s.87). Gerçi Güneydoğu’da yaşanan çatışmanın, terimin uluslararası hukuktaki anlamıyla bir “savaş” olduğu konusunda bir görüş birliği bulunmamaktadır, ama bu çatışmada birbirini silahla altetmeye çalışan iki taraf olduğu düşünülürse, Scarry’nin savaşın yapısına ilişkin analizinden bu durum için de yararlanabileceğimizi söyleyebiliriz.
Mehmedin Kitabı yerleşik savaş ve milliyetçilik söylemlerini birçok yönden sarsarken, savaşın resmî ve stratejik anlatıları karşısına güçlü bir alternatif olarak çıkıyor. Her şeyden önce, hem metodolojisi sayesinde, hem de sunduğu anlatılar yoluyla, bu çatışmanın tarafları arasındaki ayrım çizgilerini bulanıklaştırıyor (böylelikle “taraf olmayı” zorlaştırıyor). İkincisi, bu çatışmadaki temel aktörler olan sıradan askerlerin, çektikleri acıları, yaşadıklarını canlı ve çarpıcı bir şekilde dile getirdikleri alıntılar yoluyla, savaşın (“başkaların bedenlerine zarar vermenin”) insanî boyutlarına, gerçek bedenler üzerindeki tahribatına, bedellerine dikkatimizi çekiyor. Barnes’ın dediği gibi, savaşların yapılmasının “sıradan askerlere bağlı olduğu, çoğu zaman unutulur. Oysa, orduların ilerlemesi ve zafer kazanması için kişisel fedakârlıklar yapanlar da, geri çekilmelerin ve yenilgilerin fiziksel sonuçlarına katlananlar da sıradan askerlerdir” (1995: 118). Bu kitapta, gerek Nadire Mater’in, gerekse Güneydoğu’da savaşmış askerlerin anlattıkları bize bu temel gerçeği hatırlatıyor, Türkiye’de bugün yaşanan çatışmada bu gerçeğin anlamını ve sonuçlarını düşünmeye zorluyor.
Önceki bölümde, bölgede çarpışan askerlerin çatışmaları ve askerlik sonrasını nasıl yaşadıklarına ilişkin temel konulardan bazılarını aktarmıştım. Şimdi de, onların, “15 yıldır yaşanan durum”u nasıl gördükleri üzerinde durmak ve Nadire Mater’in kitabının bu ‘durum’a ilişkin analizlere nasıl bir katkı sağlayacağını değerlendirmek istiyorum. Çatışmalara katılan askerler ‘durum’u nasıl algılıyorlar? Görüşme yapılan kişilerin neredeyse tamamı ortak bir noktaya işaret ediyor: Yalnızca yoksullar, arkası olmayanlar Güneydoğu’da askerlik yapıyor. “Şimdi zenginin çocuğunu görmedim oralarda, hep fakir fukaranın çocuğunu yolluyorlar” (s.41); “Güneydoğu’ya gitmek istenir mi, ne işimiz var? Biz köylü çocuğuz. Köylü çocuğunun torpili morpili mi olur? Kimsesizleri gönderiyorlar, kayırma çok fazla. Vatanı korumak garibanlara düşüyor işte, zengin işini bilir” (s.47); “Vatanımı, milletimi seviyorum ama canımı daha çok seviyorum. Orada yüzbaşının, binbaşının, işadamlarının Şırnak’ta görev yapan oğlu var mı bir öğrenin” (s.212); “Vatan hepimizin vatanı…sadece benimle, tamirhanede çalışan Mehmet’in çocuğuyla olmaz, bir bakanın çocuğunu da görmek isterim” (s.240); “Babam milletvekili ya da fabrikatör olsaydı, arkam olsaydı Şırnak’ta askerlik yapmazdım. Memleketi korumak bize düşüyor, zengine değil” (s.67). Kitapta hikâyesi yeralan askerlerin çoğunun dile getirdiği benzer şikâyetler, milliyetçilik ve “vatan aşkı” söylemine dayanan resmî yaklaşımın en başta eşitsizlikler bağlamında sorgulanmaya başlandığını gösteriyor.
Mater’in görüştüğü kişilerden bazıları, gerek meraktan, gerekse “teröristlere karşı mücadeleye” katılma isteği duyduklarından Doğu’da askerlik yapmak istediklerini belirtiyorlar (s. 81, 84, 121, 127, 165, 209), bazıları ise Doğu’ya gitmek istemediklerini, ama kurada Doğu’ya düştüklerini söylüyorlar (s. 47, 143, 182). Gelgelelim, askerliğini Doğu’da yapmak isteyenler bile, oradaki şartlar karşısında şaşırdıklarını anlatıyorlar. Denizlili bir genç, kurada Doğu çıkınca sevindiğini, çünkü orada askerlik yapmanın ideali olduğunu söylüyor, ama yaşadığı hayal kırıklığını da saklamıyor: “Gitmeden Şırnak’ı bizim Ankara, İzmir gibi düşünüyordum. Migros, fastfood olur gider yersin. İlk gözüme çarpan postane kartları oldu, burada kart dikey girer telefona, orada yan. Misak-ı Millî sınırlarında yaşıyorsak, neden Şırnak’taki kartlar yan, buradakiler düz giriyor? Orası bir başka Türkiye, burası bir başka Türkiye” (s.208).
Türkiye’nin o kesiminde hayatın “başka” olduğunun farkına varan kimi gençlerin, milliyetçilik söylemlerini sorgulamaya başladıklarını, devlete karşı eleştirel bir tutum geliştirdiklerini, “bölge halkına” ise daha bir sempati ve anlayışla yaklaştıklarını görüyoruz. Örneğin, Tonyalı lokantacı genç şöyle diyor: “Güneydoğu’ya gitmek istiyordum. Savaş için çok şey söyleniyordu, görmek istiyordum. Merak vardı…[Bir süre sonra] gerek gerillanın yaptığı yanlışları, gerekse devletin savaşı ısrar ettirmesinin yanlışlığını anlamaya başladım” (s. 127). Alanyalı bir genç ise, devletin “gereken tedbirleri” almamasını eleştiriyor: “İçinden beş kişi çıkıyor, dağda PKK’lık yapıyor, ‘Kürdistan Devleti’ diyor, bunun bedelini bütün Kürtler ödüyor. Kürt diye iş vermiyorlar, dışlıyorlar. Niye yatırım yapmıyorsun, okul yapmıyorsun? Çocuklar cahil kalıyor” (s. 125). Bu eleştirinin, askerliğini bitirdikten sonra Özel Tim’e katılmak isteyen, ama lise diploması olmadığı için kabul edilmeyen bir kişiden gelmesi ayrıca dikkat çekiyor.
Bazı anlatılarda bu tür (belki de görünürdeki) çelişkiler olduğu gibi kalırken, bazı anlatılarda da, askerlikte yaşanan tecrübelere atfedilen bir (fikrî) dönüşümün açık ifadelerini bulmak mümkün. Örneğin, İstanbullu bir taksi şoförü askerlik deneyimini söyle anlatıyor: “Askere illa ki gitmeliydik. İstediğim yer Şırnak’tı, gittim. Orta halli bir yerde yetiştim. Okul, okuduklarım, filmler etkilerdi beni. Milliyetçilik olayı vardı: ‘vatanımızı seviyoruz, Türk evladıyız’. Oysa Kışladan girince her şey bir anda değişiyor” (s. 63). Sonra da şöyle devam ediyor: “Bu insanlar TC kimliğini kabul etmişler. Kürtler ayrı bir devlet olsun, yok. Zaten yapamazlar. Adam, ‘şunu istiyorum’ diyor, normaldir. Bazıları bunlara terörist gözüyle bakıyor. Bu memlekette yaşıyor vergimi veriyorsam, istediğim bazı şeyler vardır. Kürtlere terörist gözüyle bakamazsın…Bu memlekette yaşıyorsak Kürdü de olur, Ermenisi de, Alevisi de, Sünnisi de…Beraberce yaşamaya mecburuz. Oradaki insanın suçu yok, baştan eğiteceksin. Gitmeden önce bu kadar düşünemiyordum.” (s.67)
Bu tür dönüşümleri geçirdiklerini dile getirenler, yalnızca, askerlik öncesi Türk milliyetçisi olan kişiler değil. Solcu bir Ermeni genç de benzer bir dönüşümden bahsediyor: “İlginçtir, askerlikte en yakın olduğum ikinci insan da koyu ülkücüydü” (s.198). Terhis olduktan sonra, kendisini “sağa kaymak”la eleştirenlere cevabı ise son derece net: “Ölüm kutsanmasın! Ulan öl, o zaman! Yani, kurşun girince ne sosyalizm kalıyor, ne Kürdistan, ne ülkücülük…İlk düşündüğün, kan nasıl durur, anlatabiliyor muyum? Ölümü kutsayan insanlar tarihin en büyük suçunu işliyor. Türk ordusundan, siyasilerden kimse bana Ahmet’in ölümünü açıklayamayacak. İki taraf da o çocuğun üç parça halinde annesinin kucağına gitmesini açıklayamayacak. Solculara kızıyorum. Belki bir ülkücü çok kolay ölüme götürür, dinci cihat için götürür. Solcular insanları biraz daha dikkatli ölüme göndermeli. Biz hayatı kutsayan insanlar olmalıyız” (s. 200).
Askerlik tecrübesi sayesinde “yaşamın değerini” anladığından bahseden birçok genç var kitapta (örn. s.23, 73, 163, 229). Üstelik, “yaşamın değeri”nin kapsamını “bölge” halkını, hattâ PKK mensuplarını içine alacak şekilde genişletenler var: “Tabiî insansın, karşı tarafa da acıyorsun, kendi askerine de acıyorsun” (s.93); “Bütün insanları seviyorum, teslim aldığımız teröristi bile. Çünkü acıyorum onlara, onlar da bizim kardeşlerimiz” (s.105); “Gönül ister ki kimse ölmesin, ne terörist, ne de asker. Kürt-Türk diye bir şey yoktur…Sadece teröristin değil, askerin de hatası. Kürt halkına terörist gözüyle bakmışlar” (s. 243-244); “Teröristleri görseniz acırsınız, duygusal yaklaşmıyorum, yakalasa belki beni öldürecekti. Bu işin askeri tarafı, ama insan boyutunda düşünüyorum, çok yazık. Sadaka vereceğin insan eline silah almış…Diyelim ki köyün birine bir adam giriyor. Köy sarılacak, arama yapılacak derken vatandaşın biri köye gelirken yolda pat vuruluyor, öldürülüyor. Vatandaş da olabilir, terörist de, işin zorluğu orada. O adamın çocuğu bundan sonra ne yapar? Kendi adıma söyleyeyim, sülalece dağa çıkarım yani” (s.103). Öte yandan, PKK’ya, hattâ genel olarak Kürtlere karşı öfke ve intikam duygularını dile getirenler de var: “Oranın halkını hiç sevmiyorum, çok gıcığımdır Kürde…Ben Yörüğüm. Bizim buradaki 77 milletten insanı kabul ederim ama Kürtleri hayatta kabul etmem” (s.117-118); “Karakolda 20-30 tane Kürt asker vardı, güvenemiyordum…Benim nasıl ki teröriste karşı kinim vardı, Doğu’nun insanına kinim vardı, onların da bize kini vardı” (s. 167).
Bu anlatıların birçoğunda bir yandan yaşamın değeri vurgulanırken, öte yandan cesetlerin, kopmuş organların, et parçalarının vb. ayrıntılı olarak tasvir edildiği yaralanma ve ölüme ilişkin çarpıcı pasajlar bulunuyor. Mater’in görüşme yaptığı, sakat kalmış iki genç, kendi yaşadıklarını, yaralandıkları zaman duydukları acıyı anlatıyorlar: “Mayın parçaları…Parçalar vücudumu oksijen kaynağı gibi yakıyor. Bir taraftan Allah Allah diye, bir taraftan da ‘anneme haber vermeyin’ diye bağırıyorum…Acı, yanık acısı, sinir acısı” (s.174). Öteki askerler de, ‘badi’lerinin, arkadaşlarının, başka askerlerin ve teröristlerin ölümlerinden ve yaralanmalarından bahsediyorlar: “Hayatımda insan ölüsü görmemiştim. Orada insan ölüsünü, bütün işkencesini gördüm, yakılmasını, işkencesini, her şeyini... Sivil hayatta insanı jiletle kıymalık yapsalar, kılım kıpırdamaz. Katılaşmışız orada” (s.123-124). “16 tane PKK’lı öldürüldü... Cesetleri toplamıştık. Sabah kalktığımızda cesetlerin kulaklarını kesmişlerdi, sağ görüşlü arkadaşlar gece nöbete kalktıklarında kesmişler. Çok kötü olmuştum, hayatımda parçalanmış ceset görmemiştim” (s.96). “Gittik baktık, dört şehidimiz var. Boğazları kesilmiş. Onların yerinde olmadığım için sevindim” (s.64). “Bir bombanın bombaatardan çıktığını, Hamza’nın göğsünün komple yandığını gördüm. Bir patlama, her tarafımda kan, et parçaları hissettim. Sol kolunun bizim mevziye çadırın üstüne düştüğünü hissettim” (s. 147). Bütün bu anlatılarda, savaşın insan bedenlerine zarar veren, insanların canını yakan yönü, çatışan iki taraf mensuplarının da (yani, hem PKK’lıların, hem de askerlerin) savaş deneyiminin merkezine yerleştiriliyor. Kitaptaki anlatılar, bu deneyimleri “ölü ve yaralı sayısı”na indirgeyen askerî/stratejik çatışma anlatılarını ve günlük haber metinlerini yeniden düşündürüyor ister istemez. Bir de 1984’ten beri orada askerlik yapanların acıyan bedenlerini, canlarının yanmasını nasıl gözardı ettiğimizi, onların genç bedenlerine yüklenen ağır bedeli...
Nadire Mater’in bölgede askerlik yapanlarla yürüttüğü çalışma, savaşı -ve özelde “son 15 yılda yaşanan durum”u- anlamaya çalışırken mülâkatlara ve hayat hikâyelerine dayanan etnografik bir yaklaşımın bize neler kazandırabileceğini gösteriyor. Mehmedin Kitabı, uluslararası ilişkiler ve ulusal güvenlik araştırmaları alanında Soğuk Savaş sonrası araştırmacılardan gelen bir çağrıya da karşılık vermiş oluyor. Güvenlik incelemeleri alanında eleştirel yaklaşımı benimseyen bir araştırmacı olan Shapiro (1996, s. 404), “savaşları stratejik açıdan değil, etnografik açıdan” inceleme gereğini vurgulamıştı. Shapiro’ya göre, “modern devletin yanıltıcı politik söylemini aşmak, onun yerine, bireysel ve kollektif modern bedenlerin savaş yoluyla kendilerini nasıl oluşturduklarını gösterecek bir etnografik söylem yaratmak gerekmektedir” (1996, s. 472). Scarry’nin dediği gibi, savaş sırasında, “her iki taraf da kendi kurgularının [constructs] ‘gerçek’ olduğunu, yalnızca öbür tarafın kurgularının ‘yaratı’, [creations] (dolayısıyla ‘uydurma’, ‘yalan’) olduğunu iddia eder” (1985, s. 129). Mater, savaşma pratiğine etnografik açıdan bakarak, çatışmanın taraflarından biri üzerinde yoğunlaşıyor ve gerçekliğin ne kadar karmaşık ve çok boyutlu olduğunu, savaşanlara ve savaşa ilişkin pek çok yaygın varsayımın ne denli temelsiz olduğunu gösteriyor. Kitaba katkıda bulunan gençlerin anlattıkları, kolaycı genellemelerle anlaşılamayacak kadar karmaşık bir olguyla karşı karşıya olduğumuzu ortaya koyuyor. Kitapta temsil edilen konumların ve kimliklerin çeşitliliği ise, kitabı mevcut kategorilerden birine sokup sınıflandırmayı bir hayli güçleştiriyor. Evet, bir dizi ideolojik tavır bu anlatılarda kendini gösteriyor (Türk milliyetçisi, Kürt milliyetçisi, devlet yanlısı ve karşıtı, PKK yanlısı ve aleyhtarı, İslâmcı, laik, Kemalist, sol, militarist, anti-militarist), ama ne kitabı, ne de kitapta yeralan herhangi bir anlatıyı bu konumlardan herhangi bir tanesiyle tanımlayıp sınıflandırabiliyoruz...
Bu bağlamda, Partha Chatterjee’nin Üçüncü Dünya milliyetçi söylemlerine ilişkin analizinden yararlanarak, Mater’in Kürt sorunu tartışmalarına katkısını değerlendirmek istiyorum. Chatterjee’ye göre, toplumsal ideolojilerin, örneğin milliyetçiliğin iki parçası vardır: Tematik ve problematik (Chatterjee, 1986; s. 38). Tematik, “bir ögeler çerçevesi sağlayan epistemolojik ve etik bir sistemdir”; problematik ise, “tematik’e referansla meşrûlaştırılan olasılıklara ilişkin somut ifadeler”den oluşur (s.38). Bir başka deyişle, tematik, bir ideolojinin “meşrûlaştırıcı [justificatory] yapılarıdır”; o ideolojinin iddiaları ise problematik’i oluşturur. Chatterjee, milliyetçilik ve Oryantalizm arasındaki ilişkiyi anlamak için bu kavramları kullanır. Ona göre, milliyetçi düşünce, problematik düzeyinde, Doğulu’yu “edilgen” değil, “kendisinin kurabildiği bir öznelliğe sahip” diye tanımlayarak Oryantalizm’in terimlerini tersine çevirir (s.38). Ne var ki, tematik düzeyinde, “milliyetçi düşünce ‘Doğu’ ile ‘Batı’ arasındaki ayrıma dayanan özselci anlayışı olduğu gibi kabul eder, benimser” (s. 38). Chatterjee, bu analizden yola çıkarak, milliyetçi düşüncenin içkin bir çelişkisi bulunduğunu gösterir: “Milliyetçi düşünce, öyle bir bilme çerçevesi içinde işlev görür ki, bu çerçevesinin temsil yapısı, milliyetçi düşüncenin sarsmaya, yok etmeye çalıştığı iktidar yapısının ta kendisidir” (s.38). Bundan dolayı, Chatterjee, milliyetçiliği oryantalizmden ve sömürgecilikten türemiş bir söylem diye niteler.
Chatterjee’nin milliyetçi ideoloji bağlamında saptadığı “içkin çelişki”, başka pek çok ideolojide de bulunabilir, çünkü dünyayı özselleştirilen iki karşıt gruba bölmek, yalnız sömürgeciliğe veya Oryantalizm’e özgü bir tavır değildir. “Benlik” ve “öteki” kategorileri, hem iktidar ve otorite ilişkileri kurmak, hem de bu ilişkilere direnmek için düalistik bir biçimde kullanılır. Bu çerçevede savaş söylemi için şöyle bir değerlendirme yapabiliriz: Savaşan iki taraf aynı tematik’i benimser, yani birbirlerinden farklı olduklarını ve birbirlerine karşı şiddet kullanımının meşrûluğunu kabul ederler; buna karşılık, problematik, yani şiddet kullanımlarını meşrûlaştıran belirli hak iddiaları konusunda birbirleriyle anlaşamazlar. Nadire Mater’in Güneydoğu’da savaşanlarla yaptığı görüşmeler, (iki tarafın da benimsediği) savaş/çatışma söylemlerine güçlü bir meydan okuma anlamına geliyor. Çünkü, bu görüşmeler, sözkonusu söylemlerin hem tematik’ine, hem de problematik’ine pek çok yıkıcı eleştiri getiriyor (yukarıda, bu eleştirilerin ancak birkaç tanesine değinmiş oldum). Böylelikle, soruna ilişkin alışılageldik yaklaşım ve konumlara eleştirel gözle bakmaya zorluyor bizi. Yalnız taraf olmaya, tavır almaya yöneltildiğimiz bir meseleye başka bir açıdan yaklaşmamızı sağlıyor. Nadire Mater de kitabının kendisi için de nasıl bir öğrenme süreci olduğunu şöyle anlatıyor: “Her şeyi biliyormuşuz gibi davranıyoruz, bu benim için de geçerli. Ben de çok fazla şey bildiğimi sanıyordum. Bölgeye çok gidip geliyorum -mesleğin getirdiği bir şans ya da şanssızlık bu- ama sonuçta savaşı bilmediğimi ben de gördüm, herkes gibi.”[5]
ASKERLİK
Mehmedin Kitabı, yalnızca savaş ve savaş deneyimleri hakkında bir çalışma değil. Aslında, yazarın çıkış noktası “askerlik”. Dolayısıyla, kitap, akademik açıdan, yalnız savaş incelemeleri için değil, milliyetçilik, millî kimlik ve toplumsal cinsiyet araştırmaları için de çok değerli bir kaynak niteliği taşıyor. Nadire Mater’in görüşmelerde sorduğu sorular kabaca üç bölümden oluşuyor: Askerlik, öncesi ve sonrası (s. 15). Gerçi bütün görüşmeler belli bir kronolojik sıra gözetilerek yürütülememiş, sorulmak istenen bütün sorular sorulamamış ve bazı kişiler bu sorulardan bazılarına cevap vermemeyi uygun bulmuş, ama “Mehmetler Konuşuyor” bölümündeki bütün anlatılarda askerlik öncesi ve sonrasına ilişkin pasajlar bulunuyor. Ayrıca, görüşülen kişilerin birçoğu, zorunlu askerlik hizmetine dair (lehte ve aleyhte) görüşlerini dile getirmiş, askerliğin kendileri için ne anlama geldiğini anlatmış.
Tarihsel olarak bakıldığında, askerliğin, bütün ulusların, devletlerin ve (bilhassa erkek) vatandaşların oluşumunda önemli bir mekanizma olduğunu görmek mümkün. Sosyolog Charles Tilly’ye göre, “doğrudan yönetim bütün Avrupa’ya yayıldıkça, sıradan Avrupalıların refahı, kültürü ve günlük rutinleri, tarihte daha önce hiç görülmedik şekilde, hangi devlet sınırları içinde yaşıyorlarsa, o devlete bağlı olmaya başladı. Devletler, millî dilleri, millî eğitim sistemlerini, millî askerlik hizmetini ve daha pek çok şeyi yurttaşlarına şu ya da bu şekilde benimsetme yollarını buldular” (Tilly 1992; s.115-116). Eugen Weber de, Peasants Into Frenchmen adlı çalışmasında, Fransız köylülerinin, Fransız yurttaşlarına dönüştürülmesinde en önemli rolü oynayan kurumların okul ve ordu olduğunu gösterir, bu kurumlarda nasıl iyi asker ve iyi yurttaş yetiştirildiğini anlatır. Fransız Devrimi tarihçisi Isser Woloch ise, yine Fransız ulus-devletinin oluşumunda, zorunlu askerlik uygulamasının işleyişinin ve gelişiminin merkezî bir yer tuttuğunu ayrıntılı bir şekilde ortaya koyar. 19. yüzyıl başlarında, önce Fransa’da, daha sonra başka ülkelerde bütün erkek yurttaşlara getirilen zorunlu askerlik hizmeti ayrıca, Avrupa halklarını militarize ettiği, Birinci Dünya Savaşı’nın kitlesel kıyımlarına zemin hazırladığı için de eleştirilmiştir (Vagts, 1937; Kiernan, 1973).
Corrigan ve Sayer (1985), İngiltere üzerine yaptıkları tarihsel incelemeye dayanarak, bir kültür devrimi olarak tanımladıkları devlet kurma sürecinin hem bütünleştirici (totalizing) hem de bireyselleştirici nitelik taşıdığını öne sürerler: “Devlet oluşumu, insanları belli bir cemaatin mensupları olarak temsil eden bütünleştirici bir projedir. Öte yandan, Foucault’nun da işaret ettiği gibi, insanları aynı ölçüde, gayet belirli ve özgül yollarla bireyselleştirir. Devlet cemaati içinde yurttaş, seçmen, vergi mükellefi, jüri üyesi, anne-baba, tüketici, ev sahibi -kısacası birey, olarak kaydımız tutulmaktadır.” (Corrigan ve Sayer, 1985; s.4-5). Aynı süreci Anderson (1983) da, Hayalî Cemaatler adlı çalışmasında tarihsel bakımdan yeni, kültürel olarak inşa edilmiş, “derin, yatay” aidiyet bağlarına dayanan milli cemaatlerin gelişimi şeklinde değerlendirir (Anderson, 1991, s.7). Katherine Verdery’nin dediği gibi, “ideolojileri birtakım düşünceler ve imgeler bütünü olarak görmek yerine, belirli öznellikleri kuran ve dünyada olmaya anlamlar yükleyen toplumsal süreçler saymak yerinde olur” (Verdery, 1990; s.81). Eğer ulusun tahayyül edilişini, bir dizi pratikle “yurttaş, seçmen, vergi mükellefi, jüri üyesi, anne-baba, tüketici, ev sahibi” ve -hemen ilave edeyim- askerlik yükümlüsü kimliklerini, millî cemaatleri yaratan bir süreç olarak görürsek, bu pratiklerin ve onları besleyen fikirlerin tarihsel gelişimi kuşkusuz çok önemli birer araştırma konusudur. Bunlar arasında, hem tarihsel, hem de teorik incelemelerde üzerinde en az durulmuş olan konu ise askerliktir.
Türkiye’de 1927’den beri bütün erkek yurttaşlar için zorunlu olan askerlik, erkek kimliğini belirleyen temel pratiklerden biridir; hem yurttaşlığa, hem de erkekliğe geçişi sağlayan aşamadır (Altınay, 1999). Genellikle evlilikler askerlik sonrasına ertelenir; askerliğini yapmamış gençler iş bulmakta güçlük çekerler. Mehmedin Kitabı’ndaki Mehmetlerin anlatılarında da, hayatlarında askerliğin tuttuğu merkezî yeri gösteren, askerlik yükümlülüğünün önemini ortaya koyan birtakım sözlere rastlıyoruz: “Evlenme gündeme gelince askere gitmem gerektiğini düşündüm... Bir Türk evladının askerlik yapması gerektiğini düşünüyordum, hâlâ da düşünüyorum” (s. 70, 73). “Gitmek zorundasın, kişisel bir çaresi yok” (s. 91). “Her genç askerlik yapsın... Askerlik yapılması gerekiyor diye düşünüyorum, ama niye yapılması gerektiğini pek bilmiyorum. O dönemden geçmen lazım, bir şeyleri kavrıyorsun bence” (s. 30). “Askerlik gerekli. Askerden sonra, farklı baktığın olayları kendi hayatında yaşıyorsun. İnsan askerden sonra bir iş kurmak, evlenmek istiyor. Hayatın, insanın değerini öğreniyorsun” (s. 213).
Öte yandan, askerliğin zorunlu olmasına daha eleştirel bakanlar da var: “Çocuğum olsa kesinlikle askere göndermezdim. Yani bir şekilde yurtdışına, oraya buraya gönderirdim, ama askere göndermezdim” (s.135-136). “Zorunlu askerlik bana oldum olası ters gelmiştir. Bir insan askerlik ne için yapar? Vatan için yapar, zorunlu olmaması gerekiyor, vatanperverler gitsin” (s.149). “Bir daha askerlik yapmak zorunda kalsam, yapmak istediğim ve yapamadığım şeyi yapacağım, askerlikten kaçacağım” (s.180). “Yirmi bir yıl kaçtıktan sonra yakalanmışım... Benim adım ihtiyar askerdi. Tabiî o yaşa kadar neden askerlik yapmadığımı soruyorlardı. Ben de, “silahı sevmiyorum”, diyordum, “insan öldüremeyeceğime göre bu iş bana göre değil. Çok şaşırıyorlardı tabiî” (s. 230; 233). “Askerlik herkesin vatan borcudur ama... Niye gidilir? Askerlik yapılmadan ne evleniliyor, ne iş kuruluyor. Hiçbir şey yapılmıyor. Vatan aşkıyla olsaydı, 20 yaşında giderdim, 23 yaşında gitmezdim” (s. 122).
Nadire Mater’in yaptığı görüşmeler, Türkiye’de millî kimlik ve toplumsal cinsiyet (“erkek olmak”) açısından askerliğin önemini ortaya koyarken, askerlik deneyimlerinin ne denli farklı bakış açılarından değerlendirildiğini de gösteriyor. Bu yönden, çalışma, son yıllarda başka ülkelerde (yine kadın araştırmacıların yaptığı) araştırmalarla paralellikler taşıyor. Geçen iki yıl içinde, ordu-millî kimlik ilişkisine askerlik hizmeti açısından bakan -en azından- iki etnografik araştırma yayımlandı. İsrailli sosyolog Sara Helman, askerliği, “katılan bireylerin öznelliğini oluşturan bir dizi disipline edici pratik” olarak değerlendiriyor (Helman, 1997; s. 309). Helman, İsrail’de 66 vicdanî redçiyle yaptığı mülâkatlara dayanan araştırmasında şu sonuca varıyor: İsrail’de askerliğin temel özelliklerinden biri, bir “cemaat” fikrine dayanması. Bu da, Helman’a göre, İsrail devletinin gücünü artıran faktörlerden biri. “Askerlik hizmetinin, ‘İsraillilik’ kimliğini hem temsil eden, hem de şekillendiren bir cemaat çerçevesi içinde kurgulanması, ayrıca sözkonusu cemaatin birey ile (millî) toplum arasında dolayım sağlaması, devletin halkı jeopolitik çıkarlarına göre yönlendirme kapasitesinin en çarpıcı dışavurumlarından biridir” (Helman, 1997; s. 325). Ayrıca, Helman’a göre, “devletle değil de toplumla kısmen örtüşen bir cemaat çerçevesi içinde askerlik görevinin kurgulanması, devlet ile toplum arasındaki sınırları da belirsizleştirmiştir” (1997; s. 326). Bundan dolayı, Helman, İsrail’de (Mann’dan aldığı bir terimi kullanarak) “yurttaş militarizmi” bulunduğunu öne sürüyor.
Antropolog Lesley Gill’in Bolivya’da yaptığı etnografik araştırmasından çıkan sonuçlar da benzer bir sürece işaret ediyor. Gill’e göre, Bolivya’da, ahlâkî bir disiplin mekanizması olan askerlik, vatandaşlık ve genel olarak topluma aidiyete dair inançların oluşumunda çok büyük bir rol oynuyor (Gill, 1997). Öte yandan, Gill’in, askerlik yapan yoksul köylülerle yürüttüğü araştırma bu sürecin içerdiği çelişkileri de ortaya çıkarıyor: “Askere giden kişiler... ordu tarafından farklı şekillerde kullanıldıkları ve temsil edildikleri için çok çelişkili tarzlarda ‘erkek’ ve ‘vatandaş’ olurlar. Askerlik, onları, hem elit gruba mensup beyaz erkeklerden ayırır, hem de toplumla bütünleştirir” (Gill, 1997; s. 529). Gill, askerlik pratiğinde erkekliğin oynadığı merkezî role ve bu boyutun ‘sivil’ hayatta ne tür sonuçlar doğurduğuna da değiniyor. Gill’e göre, Bolivya’da, yoksul köylü erkekler askerlikle güçlenirken, yoksul köylü kadınlar daha da marjinalleşmektedir: “Kadınlığı [femininity] vatandaşlığa bağlayan ve kadınların -ikincil statüyle bile olsa- güçlenmesine olanak yaratan hiçbir devlet kurumu yok; aslına bakılırsa genç erkekler askerlik yaparken, yaşıtları genç kadınlar da, genellikle, varlıklı şehirli ailelerin evlerinde hizmetçilik yaparak bir başka tür ateşle imtihandan geçerler. Ama bu kadınların yaşadığı aşağılanma, çektikleri acı ve hissettikleri güvensizlik duygusu hiçbir zaman bir güçlenme yolu olarak görülmez” (Gill, 1997; s. 545).
Peki, Mehmedin Kitabı askerlik ve toplumsal cinsiyet kimlikleri açısından bize neler anlatıyor? Görüşülen kişilerden en azından bir tanesi, erkeklikten askerliğin merkezî bir yönü olarak bahsediyor: “Erkeklik sert olmaksa, sertleşiyorsun, bu doğru, duygusuzlaşmaksa, duygusuzlaşıyorsun, o da doğru. Bu yönden askerlik erkekleştiriyor” (s. 219). Ne var ki, bu kişilerin askerlik yaşantıları ‘savaş’ koşullarında geçtiği için, güçsüzlük/incinmişlik de, en azından güçlenme kadar askerliklerin bir parçası olarak anlatılarında yeralıyor. Güçlenme duygularının ifade edildiği hemen hemen her hikâyenin yanında, aynı kişinin kendisiyle ilgili kaygılarını, korkularını da okuyoruz. Ayrıca pek çoğu askerlik hikâyelerini kimseye anlatmamış. Dolayısıyla, yaşadıklarından birçoğunu “anlatılmaz”, “anlatılamaz” diye sınıflandırmışlar.[6] Bu da, kendilerini güçlenmiş hissetmelerini muhtemelen büyük ölçüde engelliyor. İhsan Akyüz’ün babası, “askerlik hatıralarını anlatmak bizim zamanımızdaydı, şimdi anlatılmıyor” diyor (s.251). Öte yandan, Nadire Mater’in görüştüğü gençlerin pek çoğu, günlük hayatlarında şiddete başvurma eğilimlerinin artmasından yakınıyorlar. Hattâ bir tanesi, geceleyin uyurken, karısının boğazına sarıldığından bahsediyor. Bütün bunlar, ev içi şiddetin arttığı veya artacağı anlamına mı geliyor acaba?
İlan edilmemiş/adı konmamış bir savaşa, çatışmaya katılanlar kendilerini kahraman olarak göremezken, erkeklik ne anlama geliyor? 42 gençten biri, bir Kürt, şöyle diyor: “İnsanların ölmesine ve savaşmasına karşıyım. Niye kendimi kahraman sayayım?.. PKK’lıyı da sevmiyorum, MHP’liyi de” (s. 100). Bir başkası da benzer şeyler söylüyor: “Beni nasıl kahraman olarak görürler ki? Kendi halkımla savaştım” (s. 33). Gerçi kendilerini kahraman olarak görenler de var, ama hepsi askerlikten sonra ‘kahramanlık’larını dile getirmekte, başkalarına aktarmakta çok zorlanıyor.
Askerliğin toplumsal cinsiyet boyutu, tabiî ki, erkeklik konusuyla sınırlı değil. Askerliğin kadınlar için ne anlam taşıdığı da, bir başka önemli konu. Anayasa’da “her Türk’ün hakkı ve görevi” diye tanımlanan bir hizmette yeralamamak, kadınlar için neler ifade ediyor? Böylece daha düşük statülü vatandaşlar haline mi giriyoruz? Yoksa, kadınca rollerimizle bu söyleme başka bir yerinden katılmaya mı davet ediliyoruz? Askerlik deneyiminde ve ideolojik askerlik inşasında anneler ne rol oynuyor? Özellikle çatışma bölgesinde görev yapan askerlerin anneleri, eşleri, sevgilileri, kızkardeşleri, askerlik tecrübesini nasıl yaşıyor? Bunlar, bu konuda, araştırılmayı bekleyen sorulardan yalnızca birkaç tanesi.
SONUÇ
Nadire Mater kitabına yazdığı kısa önsözün sonunda, “Sözlerini bitirdiklerinde, vedalaşırken, çoğu, ‘size bunları değil güzel şeyler anlatmak isterdim’ demişti” diye yazıyor ve ekliyor: “Ben de...” (s.18). Mehmedin Kitabı, okunması ve -itiraf etmeliyim ki- hakkında yazı yazması hiç de kolay olmayan bir kitap. Böyle bir araştırmayı yürütmenin ve böyle bir kitabı kaleme almanın ne denli güç olduğunu ancak tahmin edebiliyorum. Bu kitapta anlatılan olayları gerçekten yaşamanın nasıl bir şey olduğunu tahayyül etmek ise, pek çokları -en başta da benim için- imkânsız.
Bir görüşmenin sonunda, 42 gençten biri, başından geçenleri anlatmasının gerekçesini şöyle dile getiriyor: “Bunları anlattım, çünkü, kendimi sorumlu hissediyorum. Yaşadıklarımı insanlar bilsin diye düşündüm. Anlattıklarımı normal bir insana anlatsam, zevk alamam. Şimdi belki binlerce kişiye anlatmış oluyorum. İnsanların çoğu bunu bilecek, ama kabul edecek, ama etmeyecek. Kimse yargılayamaz beni. Çünkü ben üstüme düşeni yaptım. Yeri geldi, korktum, çekindim, çekildim” (s.69). Nadire Mater, bir gazeteci olarak üstüne düşeni bölgede askerlik yapan insanların sesini topluma duyurmak, konuya bir de onlar açısından bakmamızı sağlamak olarak tanımladı, bunu yaptı ve şimdi bunun için yargılanıyor. Ümit Cizre Sakallıoğlu’nun sözlerini bir kez daha hatırlatmak istiyorum: “Bu kritik noktada Türkiye’nin sosyal bilimcilerine düşen görev durumun derinlemesine bir tahlilini yapıp, bunu herkesin anlayabileceği bir dilde sunmaktır.” Nadire Mater’in gerçekleştirdiği bu yürekli ve kapsamlı çalışma, bu yönde yapılacak eleştiri ve araştırmalar için önemli bir yol açıyor.
Akşit, B., K. Mutlu, H. Ü. Nalbantoğlu, A. A. Akçay ve M. Şen (1996) “Population Movements in Southeastern Anatolia: Some Findings on an Empirical Research in 1993,” New Perspectives on Turkey, İlkbahar, 14:53-74.
Altınay (Karayazgan), Ayşe Gül (1999) “Making Citizens and Citizen Soldiers: Military Service and National Education in Turkey” American Ethnological Society Toplantıları, Mart 1998, Portland, ABD.
Anderson, Benedict (1983) Imagined Communities:Reflections on the Origin and Spread of Nationalism. Londra, New York: Verso. [Hayali Cemaatler, çev. İskender Savaşır, Metis Yay., 1993]
Barnes, Teresa A. (1995) “The Heroes’ Struggle: Life After the Liberation War for Four Ex-Combatants in Zimbabwe,” içinde Bhebe, N. And T. Ranger (der.) Soldiers in Zimbabwe’s Liberation War. Harare: University of Zimbabwe Publications.
Bora, Tanıl (1999) “Şehit Yakınları: Evlat Acısıyla Oynamak,” Birikim, Temmuz, 123: 12-15.
Chatterjee, Partha (1986) Nationalist Thought and the Colonial World:A Derivative Discourse. Minneapolis: University of Minnesota Press. [Milliyetçi Düşünce ve Sömürge Dünyası, çev. Sami Oğuz, İletişim Yay., 1996]
Corrigan, P. R. D. ve D. Sayer (1985) The Great Arch : English State Formation as Cultural Revolution. Oxford, New York: Basil Blackwell.
Ferguson, Kathy E. (1995) Kibbutz Journal : Reflections on Gender, Race and Militarism in Israel. Pasadena, California: Trilogy Books.
Gill, Lesley (1997). “Creating Citizens, Making Men: The Military and Masculinity in Bolivia,” Cultural Anthropology. 12(4): 527-550.
Helman, Sara (1997) “Militarism and the Construction of Community” Journal of Political and Military Sociology, Vol. 25 (Kış):305-332.
Kiernan, V. G. (1973) “Conscription and Society in Europe before the War of 1914-18” içinde J. R. Western ve M. R. D. Foot (der.) War and Society: Historical Essays in Honour and Memory of J.R. Western 1928-1971. Londra: Paul Elek.
Kinzer, Stephen (1999) “Turkey Is Astir Over Book Of Army Veterans’ Views,” The New York Times, 19 Temmuz.
Kürkçü, Ertuğrul (1999) “Yoksulun Savaşı, Savaşın Yoksulu,” Virgül, Mayıs, 19: 10-14
Sakallıoğlu, Ümit Cizre (1996) “Historicizing the Present and Problematizing the Future of the Kurdish Problem: A Critique of the TOBB Report on the Eastern Question,” New Perspectives on Turkey, İlkbahar, 14:1-22. [Türkçesi: Ümit Cizre, Muktedirlerin Siyaseti, çev. Cahide Ekiz, İletişim Yay., 1999]
Scarry, Elaine (1985) The Body in Pain: The Making and Unmaking of the World. Oxford: Oxford University Press.
Shapiro, Michael J. (1996) “Warring Bodies ve Bodies Politic: Tribal Warriors versus State Soldiers,” Shapiro and Alker (der.) Challenging Boundaries: Global Flows, Territorial Identities. Minneapolis: University of Minnesota Press.
Tilly, Charles (1992) Coercion, Capital, and European States, AD 990-1992. Cambridge: Blackwell.
Vagts, Alfred (1937). A History of Militarism: Romance and Realities of a Profession. New York: W. W. Norton & Company Inc.
Verdery, Katherine (1996). “Whither ‘Nation’ and ‘Nationalism’?”içinde G. Balakrishnan (der.) Mapping the Nation. London and New York: Verso, s. 226-234.
Weber, Eugen (1976) Peasants Into Frenchmen: The Modernization of Rural France, 1870-1914. Stanford University Press.
Woloch, Isser (1994) The New Regime: Transformations of the French Civic Order, 1789-1820s. New York: W.W. Norton & Company Inc.
[1] New Perspectives on Turkey dergisinin 21. Sayısında (Sonbahar 1999) çıkacak “Mehmedin Kitabı: Challenging Narratives of War and Nationalism” yazısının Türkçeleştirilmiş halidir.
[2] Nadire Mater’le görüşme, 26 Temmuz 1999.
[3] Nadire Mater’le görüşme, 26 Temmuz 1999.
[4] Nadire Mater’le görüşme, 26 Temmuz 1999.
[5] Nadire Mater’le görüşme, 26 Temmuz 1999.
[6] Burada ilginç bir anekdot Nadire Mater’in görüştüğü gençlerden birinin kitap yayınlandıktan sonra her akşam kitaptan bir bölümü annesi ve anneannesine okuması (Nadire Mater’le görüşme, 26 Temmuz 1996). Bu durum, yalnız anlatılamayan, dile dökülemeyenlerin yazıldıktan sonra ve yazılı metin üzerinden paylaşımının kolaylaştığını göstermekle kalmıyor, aynı zamanda öznel hikâyelerin biraraya geldikleri zaman yarattıkları güçlendirme etkisini de göz önüne seriyor.