Anadolu'nun Karanlık Yüzyılı

20. yüzyıl biterken, Ahmet Taner Kışlalı suikasti ve ardından başlayan tartışmalarla, yeniden yüzyılın başına döndü Türkiye. Yargıtay Başsavcısının, Almanya, İngiltere ve Yunanistan’ın en baskıcı yasalarına aşermesi üzerinde durmuyorum, ama, failini İslâmi kesim olarak ilân ettiği bir cinayetten yola çıkarak sarfettiği; “birer terör okulu haline gelen cezaevi koğuşlarına bazı meslek kuruluşları, insan hakları dernekleri ve Sevr’i hortlatmaya çalışan yabancı devletlerin koparacağı gürültüye aldırmadan mutlaka girilmeli, teröristlerin koğuşları kurtarılmış bölge olmaktan çıkarılmalı, terör suçundan hüküm giymiş ve cezaları kesinleşmiş sanıkların cezalarının infazı askeri cezaevlerinde yapılmalı” sözleri, Cumhuriyet’in İttihat ve Terakki’den miras kalan yönetim anlayışını, fail-i meçhul bir cinayeti bahane ederek, demokrasiyi zapt-ı rapt altına alma ve bütün muhalifleri imha etme politikasını bir kez daha ortaya koyması açısından ilgiye değer.

Muhalif grupların ve azınlıkların desteği ile iktidara gelen İttihat ve Terakki, 1909 yılında, 31 Mart olayını bahane ederek, Tatil-i Eşgal kanunu ile sendikal faaliyetleri ve grev hakkını kısıtlamıştı. Ardından her kesimden basının susturuluşu ve işçi hareketi liderlerine yönelik şiddet geldi gündeme. Mustafa Kemal’in Terakkiperver Fırka’yı tasfiyesi için çıkan fırsat ise Şeyh Sait ayaklanmasıydı. Her ne kadar etnik bir yan taşısa da, o dönemin düşünce yapısı ve lider kadroları nedeniyle dinî motifler gösteren bu isyan da çok kanlı biçimde sona erdirildi. Şeyh Sait Ayaklanması’nın Terakkiperver Fırka ve diğer muhaliflerle bağlantılandırılarak, sol kesime de yönelik büyük bir baskı politikası uygulanması, konumuz açısından daha da önemli. İsmet Paşa’nın, isyanı değil, bu tür isyanların ardında olan aydınları suçlaması, herhalde bir geleneği başlatıyordu. Önce Takrir-i Sükûn yasası ilân edildi, ardından İstiklal Mahklemeleri kuruldu. Bir başka örnekse Menemen Olayıdır. ABD büyükelçisi Crew’in, ABD Dışişleri’ne verdiği 27 Ocak 1931 tarihli raporundan aktarırsam; “Türk hükümeti Menemen Olayı’nı kendi yararına kullanmaya hazır ve kararlıydı. Şimdi Fethi’nin kampanyasından, tahmin ettiğimizden daha fazla yaralanmış olan hükümet için prestijini yeniden kazanabilmek amacıyla kullanabileceği altın bir fırsat doğmuştu.” (Aktaran, Yalçın Küçük, Türkiye Üzerine Tezler)

Bu komplocu devlet anlayışının benzerleri Demokrat Parti, 27 Mayıs, 12 Mart ve 12 Eylül’de de yaşandı. MHP ve Ülkü Ocakları’nın yarattığı Kahramanmaraş katliamının ardından ilân edilen sıkıyönetim, yine sol düşünceyi ve işçi hareketini bastırmaya yönelikti. Aslında, MİT görevlisi Tümgeneral Cihat Akyol’un, Silahlı Kuvvetler dergisinin Mart 1971 sayısında yayımlanan yazısı, Anadolu’nun bu karanlık yüzyılını yaratan mantığı çok iyi özetler; “Mukavemetin en verimli tohumunun zulüm olduğu bilinmelidir. Bazen, Gayri Nizami Kuvvetler (Özel Harp Dairesi), bu gerçeği bile bile sahte operasyonlarla, halkın mukavemet cephesine ilhakına çalışır. Halkı mukavemetçilerden ayırmak için sanki ayaklanma kuvvetleri tarafından yapılıyormuş gibi, mücadele kuvvetlerince zulme kadar varan haksız muamele örnekleri ile sahte operasyonlara başvurulması tavsiye edilir.”[2] (Talat Turhan, Kontrgerilla Gerçeği) 1990’da Korgeneral Doğan Bayazıt’ın “Özel Harb Dairesi din devrimine karşı da kullanılacaktır” sözleri, Cihat Akyol’un eksiğini tamamlar.

Vural Savaş’ın ikinci demecinde sarfettiği sözcükler daha da vahim. “Neden 2. Cumhuriyetçilerden kimse öldürülmüyor” diye sormuştu başsavcı. “En” vatansever olma halini ölümle özdeşleştiren, “Yaşasın Ölüm” çığlığını atan bu patalojik görüş, kendilerini cumhuriyetin bekçisi olarak gören herkes -özellikle Atatürkçü gençler- tarafından pek sevildi. Anadolu’ya yaşadığımız yüzyılda damgasını vuran “ölüm” ve “şiddet” bir kez daha kutsandı. Başsavcı ve ahbapçavuşları, bu topraklarda en büyük kıyıma uğrayanların Ermeniler, Rumlar, Kürtler ve solcular olduğunu hatırlamadıkları için değil, kendilerinden olmayanları yurttaş saymadıklarından bu kadar rahat atıp tutuyor, vatanseverliğin kanıtını ölümde görüyorlar. Yine aynı kesim, laiklik bayrağını da kimselere kaptırmak niyetinde değil. Ellerindeki tek toplumsal proje demokrasi=cumhuriyet=laiklik formülü olan bu zihniyet, laiklik “tehlikede” olduğu zamanlar değişiyor, demokrasiyi ihmal ederek, “Türkiye Cumhuriyeti=laiklik” gibi çok özgün bir eşitliğe varıyor. İçinde etnik grupların, farklı din ve inançlardaki toplumsal kesimlerin asla yeralmadığı bu tür formülasyonlarla savunulan Anadolu tipi cumhuriyete, tıpkı kuruluş yıllarındaki gibi, asker-bürokrat-burjuvazi ittifakı sahip çıkabilir ancak. Her dönem TSK’nın koruması altında yaşayan bu insanların mağdur olmaktan yakınmalarını ise anlamakta güçlük çekiyorum.

Bugün hem Kemalistler hem Liberaller, -kendileri açısından- geçmişin bazı dönemlerini devr-i saadet, bazı dönemlerini zulüm olarak görüyorlar. Oysa bütün bir yüzyıl, yekpare bir ideolojinin; Mustafa Kemal’den de bağımsız bir Kemalizm’in iktidarı olarak değerlendirilmelidir. Yaşananlara bakıldığında, Türkiye Cumhuriyeti, 1923’ten değil, 1908 İttihat ve Terakki iktidarından bu yana istikrarlı bir devlet anlayışına, bir tür kesintisiz ideolojiye sahip gibi görünüyor. Cumhuriyeti kuran kadrolar, bu gelenek içinde yetişmiş asker ve bürokratlardan oluşmuştur. Hattâ Ali Çetinkaya gibi rejimin bekçiliğini yapan İstiklal Mahkemesi başkanı, Ali Fethi Okyar, Refik Saydam gibi Cumhuriyet dönemi başbakanları, -İttihat ve Terakki’nin çelik çekirdeği- Teşkilat-ı Mahsusa’dan katılmışlardır Mustafa Kemal’in ekibine.

Her ne kadar 1930’lara kadar Mustafa Kemal ile İttihat Terakki kadroları, 1946-1960 arasında CHP-DP, 1960-1980 arasında CHP-AP ve ’80 sonrasında ANAP-DYP-DSP-SHP-RP/Fazilet arasında iktidar mücadeleleri yakıcı bir biçimde sürmüş, ordu da üç kez partiler üstü bir yönetim -Bonapartist bir diktatörlük- oluşturmuşsa da, hükümetlerin ekonomi dışı uygulamalarına baktığımızda devletin temel ilkelerinin sahiplenilmesi ve hayata geçirilmesi farksızdır. Birbiriyle -iktidar değil- hükümetin başı olma mücadelesi veren siyasî partiler ve kadrolar, demokrasiyi savunanlara, sosyalistlere, aydınlara, etnik gruplara, işçi kesimine ve yoksul köylülere karşı daima benzer refleksler göstermişler ve ortak hareket etmişlerdir.

20. yüzyıl boyunca dinmeyen şiddetin sürekliliği, yukarıda sözünü ettiğim kesintisiz ideolojinin kanıtıdır. Suikast, cinayet, isyan gibi olayları teker teker ele aldığımızda, ne şekilde gelişirse gelişsin, her olayın devlet tarafından benzer söylemlerle değerlendirildiğini, benzer paranoyalar üretildiğini ve benzer yöntemlerle bastırıldığını görürüz. Anadolu’nun bu yüzyılı kapsayan tarihi, tekerrür eden bir tarihtir. Elbette tarih mekanik biçimde tekerrür etmez, ama aynılıklar inşâ eder; davranış aynılıkları, tutum aynılıkları, risk aynılıkları... Bunları bilmek, rastlantıları engellemenin değil, ama onlara hazırlıklı olmanın ender yollarından biridir. Krizler öngörülemez, ancak daha önce gerçekleşmiş krizlerin bilgisi olabilecek en iyi hazırlıktır. (Andreas Huyssen, Alacakaranlık Anıları)

“Türkiye nereye” sorusunun yanıtı için, “nereden”in yanıtlanması gerekir.

100 YILIN BAKİYESİ: ŞİDDET, İŞKENCE, YARGISIZ İNFAZ, CEZAEVLERİ

Anadolu 20. yüzyıla tarihte eşine az rastlanır boyutlarda kitle katliamlarıyla başlar. Namlunun ucundakiler Ermeniler’dir. I. Dünya Savaşı’nı önceleyen yıllarda Türkiye’de bir çılgınlık rüzgârı esmiştir. Tanıkların ortak feryadının da göstereceği gibi, daha önce yaşanan hiçbir vahşet 1909’da Adana’da yaşananlar kadar korkunç değildi. Ermeniler’e yönelik Kilikya katliamı sadece başlangıçtı. Savaşa girmeye hazırlanan İttihatçılar’ın devlet aygıtını güçlendirmeye yönelik olarak hazırladıkları Memur-in Muhakemat kanunu (1912-1913), Ermeni tehcirinde görev alacak görevlilerin -özellikle Teşkilat-ı Mahsusa’cıların- cezalandırılmasına bir kalkan olarak tasarlanmıştı sanki (bu kanunun Cumhuriyet’ten bu yana işkencecilerin, yargısız infazcıların, özel timcilerin de koruyucu zırhı olarak aynen benimsenmesi de, iki yapı arasındaki benzerlik açısından dikkat çekicidir). 1915’te asıl felaket başladı. Yabancı ve yerli kaynakların verdikleri rakamlar arasında hiçbir yakınlık yok, ama yüzbinlerce sivil Ermeninin hayatını kaybettiği bir tehcir işlemi yaşandığını, Ermeniler’e yönelik katliamlarda Teşkilat-ı Mahsusa ve Hamidiye birliklerini oluşturan Kürt aşiretlerinin görev yaptığını kimse inkâr etmiyor.

I. Dünya Savaşı ve Türk-Yunan harbinde de, askere alınan yüzbinlerce Anadolu köylüsü can verdi. Artık ölüm Anadolu için gündelik yaşamın bir parçası olmuştu. Kurtuluş Savaşı sonunda, Yunan ordusu denize sivil Rum halkla birlikte döküldü. Azınlıkları potansiyel düşman olarak gören anlayış Cumhuriyetin gizli, ama temel ideolojilerinden biriydi artık. 1925’den 1938’e kadar, Şeyh Said, Ağrı ve Dersim isyanlarında başka bir etnik grup; Kürtler “ötekileştirildi”. İsyanlar “taş üstünde taş, omuz üstünde baş bırakmayacak” biçimde bastırıldı.

Aslında, daha I. Meclis’in İstiklal Mahkemeleri pratiği ile yasama-yürütme ve yargının tek elde toplanması ve devletin, şiddetini muhaliflere yöneltmesi, bugünlere dek sürecek anti-demokratik uygulamaların müjdecisiydi. Asılanlarla ilgili olarak, İslâmcı kesimlerin abartılı rakamlarına karşı Kemalist tarihçilerin verdiği makûl miktarlar işin niteliğini değiştirmiyor elbette. 1926’da İstiklal Mahkemeleri altı mebusu asmış ve 1920’de alkışladığı İttihatçı dönemin paşalarını, “Türk milletini Dünya savaşı alevlerine atma” suçlamasıyla yargılamıştır. 1918’de Mustafa Kemal’in padişaha, durumun düzeltilmesi için kabinede olması gereken isimler olarak önerdiği İsmail Canbulat ve Rauf Orbay da bu mahkemenin kurbanlarındandı. Canbulat idam edildi. Orbay yurtdışında olduğu için kurtuldu.

İttihatçılar gibi, Cumhuriyet yönetiminin de ikinci önemli tehlike olarak “komünistleri” karşısına aldığını biliyoruz. Ancak, zaten güçsüz olan sol muhalefeti bastırmak için büyük çaplı bir imha hareketine uzun yıllar ihtiyaç olmadı. Dönemsel tevkifatlar, kısa süreli işkenceler ve hapis cezaları yeterliydi. İlk kanın dökülmesi Demokrat Parti’ye nasip oldu! 28 Nisan 1960’da İstanbul Bayazıd meydanında Turan Emeksiz polis kurşunuyla can verdi. Devletin solcu gençlere yönelik asıl saldırısı Süleyman Demirel’in başbakanlığındaki AP iktidarındadır. 15 Temmuz 1968’de 6. Filo’yu protesto gösterilerini bahane eden polis, öğrenci yurtlarını bastı. Gümüşsuyu öğrenci yurdunda, Vedat Demircioğlu pencereden atılarak öldürüldü. Özel Harb Dairesi’nin yürüttüğü gizli ve kirli savaş başlamıştı artık. 1969’da, içlerinde Taylan Özgür, Battal Mehetoğlu, Mehmet Cantekir, Mehmet Büyüksevinç’in de bulunduğu sekiz öğrenci faşistler tarafından vurularak öldürüldü. ’68 öğrenci hareketi liderlerinin çoğu 1971 darbesinden sonra katledildi. İbrahim Kaypakkaya işkencede, Mahir Çayan ve dokuz arkadaşı Kızıldere’de, Sinan Cemgil, Kadir Manga, Alpaslan Özdoğan Nurhak’ta, Deniz-Yusuf-Hüseyin idam sephasında can verdiler. 12 Mart döneminde işkence olağan sorgu yönetimi olarak Türkiye gündemine yerleşti.

Kontgerilla’nın ’70’li yılların ikinci yarısındaki ilk büyük eylemi 1 Mayıs 1977’de Taksim meydanındaki kalabalığa ateş açarak 35 kişiyi katletmesidir. Ardından, faşistlerin 16 Mart 1978’de İstanbul Üniversitesi merkez binasında çıkan öğrencilerin üzerine önce bomba atıp ardından ateş açmaları ile yedi öğrenci öldü. Öğrencilere ve halka yönelik silahlı ve bombalı saldırılar artarak devam etti. Karanlık denilen güçlerin 17 Nisan 1978’de Malatya’daki kitle katliamı girişimi bir denemeydi. 3 Eylül 1978 Sivas’ta da umdukları sonucu alamadılar, ama, 19 Aralık 1978 günü Kahramanmaraş’ta Alevi mahallelerine saldıran faşistler, 111 sivili katlettiler. Çorum’da 1 Temmuz 1980 tarihinde, faşistlerin Kahramanmaraş’takine benzer bir katliam girişimi 50’ye yakın kişinin ölümüyle son buldu. 1980’e dek cereyan eden fail-i meçhul cinayetler sonucunda; Bedreddin Cömert, Abdi İpekçi, Bedri Karafakioğlu, Cavit Orhan Tütengil, Doğan Öz, Cevat Yurdakul, Orhan Yavuz, Sevinç Özgüner, Necdet Bulut, Ümit Kaftancıoğlu, Ümit Yaşar Doğanay, Kemal Türker gibi aydınları yitirdik.

Bütün bu örnekleri arka arkaya sıralamak, rakamlarla konuşmak, somut gerçekleri bir biçimde nesneleştiriyor, bireysel trajedileri ihmal ediyor ve hedefinden sapıyor aslında. Birçok olay da atlanılmış, unutulmuş oluyor. Ama, ne yazık ki, olup bitenlerin tümünü bir dergiye sığdırabilmek mümkün değil. Bu çaresizliğin en büyük kanıtı, Türkiye İnsan Hakları Vakfı tarafından çıkarılan “1996 Türkiye İnsan Hakları Raporu”. Büyük bir titizlikle hazırlanan, güvenilirliğine gölge düşmesin diye kanıtlanamaz olayların dahil edilmediği kitap 480 sayfa.

TİHV raporlarına göre, 12 Eylül darbesi ile başlayan süreçte 650 bin kişi gözaltına alındı, bunlardan yaklaşık 210 bini hakkında sıkıyönetim mahkemelerinde dava açıldı. 65 bini çeşitli cezalara mahkûm edildi. 6.353 kişinin idamı istendi, verilen idam cezalarının sayısı 500’ü geçti, 50 kişi idam edildi. Yüzbinlerce insan fişlendi. 388 bin kişiye pasaport yasağı kondu. Sıkıyönetim komutanları 4.891 kamu görevlisinin işine son verdiler. Yurtdışına kaçanların sayısı 30 bin, vatandaşlıktan atılanların sayısı 15 bin oldu. Hazırlanan bir yasa ile Kürtçe konuşma yasağı getirildi. Türkiye bu düzenlemeyle bir dili kullanmayı yasa çıkararak yasaklayan ilk ülke oldu. Gazeteler, dergiler süreli ve süresiz olarak kapatıldı, onbinlerce kitap yakıldı, 937 film yasaklandı. 1980-1994 yılları arasında Türkiye İnsan Hakları Vakfı’nın saptadığı işkence başvurusu 2.860 civarında oldu. Aynı yıllar arasında 390 kişi cezaevinde öldü ya da öldürüldü, 17 kişi işkencede can verdi. 1980-1995 arasında 152 kişinin kaybolduğunu, ve cezaevlerinde girişilen açlık grevleri sonucu 26 tutsağın hayatını kaybettiğini de bildiriyor bu raporlar. Sadece 1996’da yargısız infazlar sonucu 96 kişinin yok edildiğini okuyoruz. Fail-i meçhul cinayet rakamları da ürkütücü; 1989-1991 yılları arası 42, 1992’de 362, 1993’te 467, 1994’te 423, 1995’te 166, 1996’da ise 113 kişi öldürülmüş Türkiye’de. Sonuç olarak da, 1980-199 yılları arasında toplam 35 bine yakın insanın Güneydoğuda süren kirli savaşın kurbanı olduğunu biliyoruz. Kanlı bir biçimde başlayan 20.yüzyıl, yine kanlı bir tablo ile sonuçlanmış oluyor böylelikle. (1994 TİHV İşkence Raporu, 1996 Türkiye İnsan Hakları Raporu)

Son olarak, devletin niteliğini yansıtması açısından cezaevlerindeki bazı uygulamalara da değinmek istiyorum. 1980’e kadar olan süre içerisinde tutuklu ve mahkûmların özellikle askerî cezaevlerindeki yaşama koşulları kötüydü, ama 12 Eylül darbesinden sonra ortaya çıkan uygulamalar tam anlamıyla “yüz kızartıcıdır”. Diyarbakır, Metris, Mamak ve Buca cezaevleri insan onurunun çiğnenmesine yönelik uygulamalarıyla Anadolu’nun 20. yüzyılını daha da kararttılar. Ama, Eylül 1996’da Diyarbakır’da on tutuklunun dövülerek öldürülmesi ve Eylül 1999’da Ulucanlar’daki operasyonda uzun namlulu silahlarla katledilmeleri, 17 Ağustos depreminde acze düşen devletin otoriteden ne anladığını açıkça gösteriyor. Ulucanlar cezaevinde öldürülen gençlerin cenazelerine de saldıran devlet güçlerinin, Menemen’de tutukladığı 17 kişiden ikisinin, Alp Ayan ve Günseli Kaya’nın Türkiye İnsan Hakları Vakfı görevlileri olmaları, ve hâlâ mahkeme önüne çıkarılmayarak tutkluluk hallerinin bir cezaya dönüşmesi, insan haklarına da bir saldırı niteliği taşıyor. Polisin “kahrolsun insan hakları” sloganları ile yürüdüğü, insan haklarını savunanların vatan haini ilânının devletin resmî politikası haline geldiği bir ülkede, Cumhurbaşkanı’nın ABD başkanının yüzü suyu hürmetine kabullendiği işkence gerçeği hiç kimseyi tatmin etmiyor elbette..

Bütün bir yüzyıl boyunca, devletin yönetimini ellerinde bulunduranlar -İttihatçılar da dahil olmak üzere- sivil halka yönelik bütün şiddet uygulamalarının sorumluluğunu reddettiler. İlk kez, Cumhurbaşkan’ı düzeyinde işkencenin varlığı kabul edildi. Demirel işkenceyi kabul ediyor, ama bunun bir devlet politikası olduğunu yalanlayarak, suçluların cezalandırılacağını söylüyor. Oysa, daha bir hafta önce medyaya yansıyan İskenderunlu genç kızlar olayı bizzat İçişleri Bakanı tarafından yadsınmış, Adana’da öldürülen gencin uğradığı yanlışlık ise yine medyanın baskısı ile kerhen kabul edilmişti. Mesut Yılmaz’ın başbakanlık döneminde emniyet genel müdürlüğüne getirmek istediği, bugünün Giresun Valisi Kemal Yazıcıoğlu, yedi devrimci gencin işkencede öldüğü DAL (derin araştırma laboratuvarı) ekibinin başında bulunuyordu. Evet, bazen -Adana’daki olayda olduğu gibi- yargısız infazlar “suçüstü” yakalanıyor ve yargı kendini temizlemek için polisleri suçlayıcı iddianameler hazırlıyor. Bazen -Manisalı çocuklar, Metin Göktepe, Baki Aydın, benzeri operasyonlarda- işkenceleri sığdıracak kılıf bulunamıyor, sözümona işkenceciler kınanıyor, mahkûm ediliyorlar. Ama, bu işkenceci ve yargısız infaz memurlarının mahkemeleri gözler önünden kaçırılıyor, verilen cezalar suçun mahiyeti ile uygunluk taşımıyor, ceza alanlar bir türlü yakalanamıyorlar; Anadolu’nun 20. yüzyılına işkenceler, katliamlar, yargısız infazlar vuruyor damgasını.

AB’NİN KAPISINDAKİ TÜRKİYE “KAMU”SU

Emniyet müdürleri, MİT görevlileri, general düzeyine kadar çıkan Jandarma teşkilatı mensupları, özel timciler, her düzeyde polis memurları, Cumhurbaşkanlarına, başbakanlara dek uzanan siyasetçi yelpazesi, iş adamları, bankacılar, medya mensupları, valiler, üst düzey bürokratlar, artistler, şarkıcılar ve tabiî halkı temsilen ülkücü faşistler katılmıştı Susurluk kazasıyla su üstüne çıkan yüzyıllık kirli savaşa. 20. yüzyılın sonuna gelindiğinde, halkın da bu sürecin bir parçası olduğunu söylemekte bir sakınca görmüyorum. Anadolu’nun karanlık yüzyılının hiçbir döneminde, toplum ve devlet arasında böylesine bir uyum, böylesine bir örtüşme, böylesine bir suç ortaklığı yaşanmamıştı.

Şimdi, Avrupa Birliği’ne katılma talebiyle, yeni bir dönemin eşiğindeyiz. AB, öncelikle ekonomik, ama ondan ayrılmaz bir biçimde toplumsal, kültürel ve siyasî bir proje olarak, Türkiye’de ciddi kurumsal yenilenmeleri zorunlu kılıyor. Bu coğrafyada -telaffuz edilmesi- çok sevilen ulusal egemenlik haklarının bir kısmının AB’ye devri de kaçınılmaz. Gücünü, meşrûiyetini, kanun tanımazlığını bugünkü düzenden alan kesimlerin, mesela başlarında “özel” ibaresi bulunan harp daireleri ve polis birimlerinin, kendilerini karar alma ve uygulama mekanizmalarından bütünüyle dışlayan böyle bir ortaklığa karşı direnmeleri çok doğal. Yeni bir hukuksal düzenlemeyi zorunlu kılıyor yeni sistem. Bundan böyle keyfi uygulamaları, işkenceyi, yargısız infazları “Eurojudge”, yani Avrupa adaleti izleyecek, ordunun siyasî hayata müdahalesi mümkün olmayacak. Peki, böylesine köklü değişimlere toplum hazır mı? AB’ye girmek, demokratikleşmek yakıcı bir ihtiyaç mı Türk insanı için? Nasıl bir kimlikle, nasıl bir toplumsal bellekle katılmak istiyoruz Avrupa Birliği’ne?

Yukarıda çok eksik bir biçimde dökümünü yaptığım tehcir, göçe zorlama, cinayet, işkence, yargısız infaz gibi utanç verici olayların çoğunu toplumsal belleğimizin alacakaranlığına gömerek yaşıyoruz. 6-7 Eylül olayları, “Varlık Vergisi” rezilliği, Aşkale toplama kampları ancak meraklıların ulaşabileceği kitaplarda donuklaşmış durumda. Sivas katliamını, 1992 Newruz’unu, 1993 Lice’sini, Gazi Olaylarını, DEP milletvekillerinin Meclis’ten yaka paça atılışlarını, Musa Anter gibi Kürt aydınlarının Özel Tim tarafından katledildiklerini bile unutuverdik. Cumhuriyet’in ardından Anadolu’da ansızın bitiveren zenginlerin servetlerinin göçe zorlanan ya da katledilen azınlıkların mal varlıklarına dayandığını da bilmezden geliyor, “aşkolsun, çalışan kazanıyor” diyoruz. Cumartesi annelerinin çocukları bulunamadı, ama sessiz sedasız çekildiler gözler önünden. Örgüt mensubu olmakla suçlanan çocukları, üniversite kapısında kıyasıya dövülen öğrencileri saymaya bile gerek yok. Sözkonusu kıyım ve haksızlıkların mağdurları neredeyse tükenmiş, zulmü yapan mekanizma ise dimdik ayaktayken, geçmiş giderek silikleşiyor. Hazır silikleşmişken, Türkiye AB’nin kapısındayken, bütün bunların artık geride kaldığını, modasının geçtiğini, zaten “bulunan” sorumluların cezalandırıldığını, yaşayanlarınsa artık zararsız, sevimli ihtiyarlar olduğunu söyleyebilir miyiz? Yoksa, yüce bir adalet duygusunun tatmini için suçluların mutlaka yargılanması, hesabın sorulması mı gerekir? Yüzyıllık şiddet kültürünün, ölüm fetişizminin üzerine bir çizgi çekip, demokrat kimliğimizle oturabilirmiyiz Avrupa sofrasına?

ABD başkanının yaptığı konuşma sonucunda Cumhurbaşkanı Demirel tarafından kabul edilen “işkence”, ne bir günah çıkarma, ne hesap sorma ne de yüzleşme anlamını taşıyor. Bildiğimiz devlet pragmatizminden kaynaklandı, ABD’den gelmesi beklenen 500 trilyonun hatırına söylendi o sözler. Oysa, başta Türkler olmak üzere, Anadolu’da yaşayan bütün halklar yüzleşmek zorunda geçmişleriyle. Eğer sancılı ve uzun soluklu bir biçimde tarihimizle yüzleşemezsek, insan hayatının devlet nezdinde hiçbir değer ifade etmediği bu coğrafyada, 2000 yılında yeni bir sayfa açılmayacak, -sihirli değnekle dokunulmuş gibi- toplum demokratik haklarının ayırdına varmayacak, teba bireye dönüşmeyecek, toplumsal bellekler yenilenmeyecek... Bu yazıda hatırlatılanlar, bugün bizim yaşadığımız siyasî, ekonomik ve toplumsal konjonktürün kendisi de geçmiş olduğunda, artık toplumsal belleklere farklı bir temsil ile kaydedilmesin, bir şeyler unutulmasın, hiç yaşanmamış kahramanlık destanları yaratılmasın diye tekrarlandı. Amaç yeni şeyler söylemek değil, bellekleri harekete geçirmekti.

Evet, AB’nin kapısındayız, ama kamunun buna aldırdığını hiç sanmıyorum! Kimse kamuoyu yoklamalarının sonuçlarını halkın demokrasi talebi gibi okuma rahatlığına sahip olmamalı. Türkiye’de kendisi için kamu olan bir kamunun varlığından sözedilemez. ABD başkanına sevgi gösterileri yapan depremzedelerin meselesi ne demokratikleşme, ne AB’ye girme heyecanından bu kadar canlı oluyor. Aslında ekonomik altyapıyı ihmal ederek sıraladığım Anadolu tarihine çıkar ilişkilerinin ışık tuttuğunu söylemek belki bildik, ama ne yapalım ki hâlâ geçerli bir tespit. Medya, AB’ye girmek yönündeki her türlü engele karşı, AB’ye girilmesinden çıkarı olan kesimlerin sözcüsü olarak kavga veriyor -asker, polis, siyasetçi, bürokrat ve çetelerden oluşan- devletin derinlikleriyle. Dün Kürt hareketinin bastırılması yönündeki her türlü anti-demokratik uygulamaya, İslâmcı kesime karşı 28 Şubat kararlarına destek veren ve halkı temsil ettiğini söyleyen, kamuoyu araştırmalarında en güvenilir kurum olarak TSK’nın başta geldiğini ilân eden, sahte olduğunu bildikleri Şemdin Sakık itiraflarını beş sütüna manşet yapıp insan hakları savunucularını hedef gösteren gazete ve TV kanalları, şimdi Kışlalı suikastini soğukkanlılıkla değerlendiriyor, insan haklarını savunuyor, başsavcılara kafa tutuyor ve anketlerde TSK’nın oyunu düşürüyorlar. Ama her seferinde de, kerameti kendinden menkûl olarak kamuoyunun temsilcisi onlar!..

Böyle bir toplum, bu düzmece kamuoyu ile gitgide özdeşleşerek sonunda bir yokluk durumuna geliyor. Her şeyi küçücük bir ortak paydaya indirgemek eğilimi, toplumda gevşek düşünceler, rahatlatıcı görüşler ve statükocu felsefelere yolaçıyor. Dünyayı kıpırdatan kamuoyu yoklamalarının verileri değil, fakat yerinde duramayan azınlıklar, peygamberimsi hayaller ve siyasal kumarlardır. Günümüz toplumları kamuoyu kültüyle özdeşleşen bu acayip kollektif narsisizm biçimine bağlanıp kaldıkları için farklılığı, özgürlüğü ve yaratıcılığı dışlamaktadırlar. Ancak yine bu toplumlar mükemmel bir soğurma kapasitesine de sahiptir. Sarsıntıları, bunalımları, şokları, gerginlikleri şaşılacak bir doğallıkla emip yutmaktadırlar. Reddetme görüngülerinin hepsi ortadan kalkmıştır. Artık gerçek bir muhalefet yok gibidir. Her şey eninde sonunda ele geçirilmekte, içeri çekilmekte, yeniden kullanılmaktadır. (Alain Minc, Yeni Ortaçağ, İmge Kitapevi)

Yeni bir yüzyıla girerken, geleceğin bizim için daha “iyi” olacağını umut etmek için yine bizim umutlarımızdan başka kanıtlar var mı acaba?