Bu yüzyıl içinde milliyetçiliğin ölümü defalarca ilân edildi:
• I. Dünya Savaşı’ndan sonra, Avrupa’nın son imparatorlukları olan Avusturya ve Osmanlı imparatorlukları, kendi kaderini tayin eden uluslara bölündüğünde ve Siyonistler dışında, milliyetçilerin elde edecekleri bir şey kalmadığında;
• Bolşevik hükümet darbesinden sonra, burjuvazinin kaderini tayin hakkı mücadelesinin yerini, bundan böyle vatanı olmayan işçilerin mücadelesinin aldığı söylendiğinde;
• Faşist İtalya ve Nasyonal Sosyalist Almanya’nın askerî yenilgisinden sonra, milliyetçiliğin soykırımının sonuçları herkesin gözü önünde sergilendiği ve böylece, milliyetçi akidenin kendisi kadar, pratiğinin de sürekli gözden düşmeye başladığında.
Ne var ki, Faşistlerin ve Nasyonal Sosyalistlerin askerî yenilgisinden yıllarca sonra, milliyetçiliğin yalnızca ayakta kalmakla yetinmeyip, yeniden ve yeniden doğduğunu, sürekli bir canlanma içinde olduğunu görüyoruz. Milliyetçilik, yalnızca sağ denilen kesim tarafından değil, aynı zamanda sol denilen kesim tarafından da canlandırılmaktadır. Ulusal sosyalist savaştan sonra milliyetçilik, muhafazakârlarla sınırlı olmaktan çıktı, devrimcilerin öğretisi ve pratiği haline geldi ve bu öğretinin gerçeklikte yalnızca devrimciler tarafından hayata geçirildiği kanıtlandı.
Solcu ya da devrimci milliyetçiler, kendi milliyetçiliklerinin, faşist ya da nasyonal sosyalistlerin milliyetçiliği ile hiçbir ortak yanı olmadığında, kendilerininkinin, ezilenlerin milliyetçiliği olduğunda ve kişisel olduğu kadar kültürel kurtuluşu da içerdiğinde ısrar ederler. Devrimci milliyetçilerin bu iddiaları, zamanımıza kadar yaşamış en eski iki hiyerarşik kurum tarafından dünyaya yayılmaktadır: Çin devleti ve ondan daha az yaşlı olan Katolik Kilisesi. Milliyetçiliğin, günümüzde, bir strateji, kurtuluşun bilim ve teolojisi, Aydınlanmanın bilgi güçtür amentüsünün gerçekleşmesi, “Ne yapmalı” sorusunun yanıtı olduğunun simsarlığı yapılmaktadır.
Ben, bu iddiaları ele alacak ve onları kendi konteksleri içinde değerlendirerek, milliyetçiliğin ne olduğunu inceleyeceğim - yalnızca yeni devrimci milliyetçiliği değil, aynı zamanda eski muhafazakâr biçimini de. Bu terimin tanımıyla başlamayacağım işe, çünkü milliyetçilik, statik bir tanıma sığacak bir sözcük değil: o, birbiri ardından gelen farklı tarihî deneyimleri kapsar. Ben, bu deneyimlerin bazılarından kısa tanımlamalarla başlayacağım.
Yaygın (ve manipüle edilebilir) bir yanlış kavramlaştırmaya göre, görece yeni bir olgu olan emperyalizm, bütün dünyanın sömürgeleştirilmesinden ibarettir ve kapitalizmin son aşamasıdır. Bu teşhis, özel bir tedaviyi gündeme getirir: milliyetçilik, emperyalizmin panzehiridir: ulusal kurtuluş savaşlarının, kapitalist imparatorlukta gedik açtığı söylenmektedir.
Bu teşhis bir amaca hizmet etmekle birlikte, hiçbir olayı ya da durumu açıklamamaktadır. Gerçeğe biraz daha yaklaştığımızda görürüz ki, emperyalizm denen kavram, kapitalizmin ilk aşamasını ifade etmektedir, dünya giderek ulusal devletler tarafından sömürgeleştirilmiştir, egemen ve geçerli bir akım olarak milliyetçilik, kapitalizmin (umut edelim ki) son aşamasıdır. Bu olguya ilişkin gerçekler dün keşfedilmemiştir; onlar, kendilerini inkâr eden bu yanlış kavramlaştırmaya da yabancı değildir.
Bu kavramlaştırmanın, birçok nedenden dolayı uygun hale gelmiş olması bir yana, geçen yüzyıla kadar Avrasya’nın egemen devletleri, ulus-devlet değil, imparatorluktu. Ming hanedanlığı tarafından yönetilen Göksel İmparatorluk, Osmanlı hanedanlığı tarafından yönetilen Islam İmparatorluğu ve Habsburg hanedanlığı tarafından yönetilen Katolik imparatorluğu, bilinen dünyanın mülkiyetini ele geçirmek için birbirleriyle rekabet halindeydiler. Bu üç imparatorluktan biri olan Katolikler, ilk emperyalistler değil, son emperyalistlerdi. Mingler’in Göksel İmparatorluğu, Doğu Asya’nın çoğunu hâkimiyeti altında bulunduruyordu ve Katolikler deniz yoluyla Meksika’yı işgâl etmeden bir yüzyıl önce açık denizlere büyük ticaret filoları göndermişti.
Katolik başarıların şakşakçıları şunu unutuyorlar ki, 1420 ve 1430 arasında, Çin imparatorluk bürokratı Cheng Ho, 70 bin kişiden oluşan bir donanmayla sefere çıkmış ve yalnızca Malaya, Endonezya ve Seylan yakınlarına sokulmakla kalmamış, kendi limanlarından çok uzaklarda bulunan İran Körfezi’ne, Kızıldeniz’e ve Afrika’ya kadar uzanmıştır. Katolik fatihlerin şakşakçıları, aynı şekilde, eski Roma İmparatorluğu’nun bütününü değil, en batıdaki bölgelerini fetheden, Kuzey Afrika’yı, Arabistan’ı, Ortodoğu’yu, Avrupa’nın yarısını yönetimi altına alan, Akdenizi kontrol eden ve Viyana kapılarına dayanan Osmanlıların başarılarını da önemsiz göstermeye çalışmaktadırlar. Emperyal Katolikler, kuşatmadan kurtulmak için, batıdan yola çıktılar, bilinen dünyanın sınırlarının ötesine geçtiler.
Her şeye rağmen, “Amerika’yı keşfeden”, emperyal Katoliklerdir ve onların ırksal katliamlarının yıkımı ve “keşfettiklerini” yağmalamaları, Avrasya imparatorlukları arasındaki güç dengesini değiştirmiştir.
“Amerika’yı keşfetselerdi”, emperyal Çin ya da Osmanlılar daha az mı yıkıcı olurlardı? Bu üç imparatorluk da, yabancıları insandan daha aşağı düzeyde yaratıklar olarak gördüklerinden, onlara baskı yapmayı da meşrû kabul ettiler. Çinliler, diğerlerinin barbar olduğunu düşünüyorlardı; Müslümanlar ve Katolikler, kendi dışındakilerin kâfir olduğu kanısındaydılar. Kâfir deyimi, barbar terimi kadar vahşice değildi, çünkü bir kâfir, uygar bir kişiye dönüştüğü zaman baskıya uğramasının meşrû sayılması da sona eriyordu.
Kâfir terimi ve bunun ardındaki ahlâk, Katolik işgâlcilerin pratiğiyle çatışıyordu. İddialarla eylemler arasındaki bu çelişmeye, bir erken dönem eleştirmen ve din adamı olan Cas Casas dikkat çekmiştir. O, din değiştirme törenlerinin, din değiştirmeyi kabul etmeyenleri ayırmak ve imha etmek için bahane olarak kullanıldığını, din değiştirmeyi kabul edenlere ise Katolik dinine mensup insanlar olarak değil, köleler olarak davranıldığını belirtmiştir.
Las Casas’ın eleştirileri, Katolik kilisesinde ve İmparatorda bir ölçüde hicap duyguları uyandırdı. Yasalar çıkarıldı ve müfettişler seferber edildi, ama bunların pek bir etkisi olmadı. Çünkü Katolik işgâl seferlerinin iki amacı olan dini yayma ve yağmalama, birbiriyle çelişiyordu. Çoğu din adamı, altınları cebine indirmekle, ruhları cehenneme yollamayı vicdanında uzlaştırdı. Katolik imparator, imparatorluk masraflarını ödemek, orduyu ve yağmayı sürdüren donanmayı beslemek için yağmanın getirdiği zenginliğe gittikçe daha fazla bağımlı hale geldi.
Yağma, dini yayma karşısındaki üstünlüğünü sürdürdü, ama Katolikler’in utancı da devam etmekten geri kalmadı. İdeolojileri, pratiklerine uygun düşmüyordu.
Imparatorluğu, Habsburg imparatorluğuna benzer kurumlarla açıklayan Katolikler, fetihlerinin çoğunu Aztek ve Inkalar’a karşı uyguladılar ve bu dinsel pratik, resmî düşman olan Türkler’in kâfir Osmanlı imparatorluğu kadar şeytancaydı. Fakat Katolikler, imparatorlara, ve de sürekli ordulara sahip olan cemaatlere karşı çok fazla imha savaşı yürütmediler. Böylesi eylemler, düzenli olarak gerçekleştirildiyse de, ideolojiyle çatıştığı ve hiç de kahramanca olmadığı açıktı.
İşgâlcilerin iddialarıyla eylemleri arasındaki çelişki, emperyal Katolikler tarafından değil, yeni sosyal biçimin habercisi ulusal devlet tarafından çözüldü.
İmparatorun denizaşırı maceracılarının, imparatorluktan bağımsızlıklarını ilân ettikleri ve imparatorun banker ve erzakçılarının, bir bağımsızlık savaşı başlattıkları 1561’de, geleceğin iki habercisi ortaya çıkmış oluyordu.
Denizaşırı maceracı Lope de Aguirre, destek sağlayamadı ve idam edildi.
İmparatorun bankerleri ve erzakçıları, imparatorluğun çeşitli bölgelerinde yaşayan halkı harekete geçirdiler ve bazı bölgeleri imparatorluktan ayırmayı başardılar (bu bölgelere daha sonra Hollanda denildi).
Bu iki olay, henüz ulusal kurtuluş mücadelesi değildi. Bunlar, yaklaşan gelişmelerin habercisiydi. Aynı zamanda geçmişteki bazı olayları da hatırlatmaktaydılar. Roma İmparatorluğu’nda, imparatorluk muhafız kıtası, imparatoru korumakla görevliydi; muhafızlar, imparatorun işlevlerinden daha fazlasını yerine getiriyorlardı ve böylece imparatorluk iktidarını imparatorun yerine onlar kullanıyorlardı. Arap İslâm İmparatorluğu’nda, Halife, Türk muhafızları kendisini korumakla görevlendirmişti; Türk muhafızlar, aynı Romalı muhafız kıtaları gibi, Halife’nin işlevlerinden daha fazlasını yerine getirdiler ve imparatorluğun merkezî yönetimini olduğu gibi, sarayı da idareleri altına aldılar.
Lope de Aguirre ve Hollandalı seçkinler, Habsburg monarşisinin muhafızları değillerdi, ama And Dağları’nın kolonyal maceracıları ve Hollanda’nın ticari ve malî merkezleri, önemli emperyal işlevleri ellerine geçirdiler. Bu asiler, daha önceki Romalı ve Türk muhafızlar gibi, ruhsal aşağılanmadan ve imparatora hizmet etmenin maddi yüklerinden kurtulmak istiyorlardı; şimdiden imparatorun iktidar olanaklarını kullanmaya başlamışlardı bile; imparator, onlara göre, bir parazitten başka bir şey değildi.
Kolonyal maceracı Aguirre’nin bir asi olarak başarısız olduğu düşünülebilir; çünkü onun zamanı henüz gelmemişti.
Hollandalı seçkinler ise başarılı oldular, çünkü onların zamanı gelmişti. İmparatorluğu devirmeye kalkışmadılar; onu rasyonalize ettiler. Hollanda’nın ticari ve malî merkezleri, artık Yeni Dünya’nın zenginliklerine sahiptiler; bu servet, imparatorun donanmalarını, ordularını ve ülke içi ihtiyaçlarını temin etmenin bedeliydi. Artık kendi adlarına ve kendi çıkarlarına yağma kolonileri kuruyor, kendilerini parazit bir derebeyine bağlayan zincirleri kırıyorlardı. Ve üstelik onlar Katolik değil, Kalvinist Protestandılar, iddialarla eylem arasındaki çelişkiden utanç duymuyorlardı. Ruhu kurtarma iddiasında değillerdi. Kalvinizmleri onlara, tanımlanamaz bir Tanrının zamanın başlangıcından itibaren ruhları kurtardığını ya da lanetlediğini söylüyordu ve Hollandalı din adamı, Tanrının planını değiştiremezdi.
Hollandalılar din savaşçısı değildiler; kendilerini kahramanca olmayan, hümordan yoksun ve sistematik bir yağmayla, hesaplamayla ve düzenlemeyle sınırlamışlardı; yağma donanmaları, programlı bir şekilde yola çıktılar ve geri döndüler. Yağmalanan yabancıların kâfir olmaları gerçeği, onların Hollandalı olmamaları gerçeğinden daha önemsiz hale geldi.
Milliyetçiliğin Batı Avrasyalı habercileri, vahşiler terimini icat ettiler. Bu terim, Doğu Avrasyalı Göksel İmparatorluğun barbarlar terimiyle eşanlamlıdır. Her iki terim de insanların yağmalanmasını ve öldürülmesini meşrûlaştırmaya yarar.
Habsburglar’ın başlattığı işgâl, boyun eğdirme ve el koyma eylemlerini örnek alan Avrupa’nın diğer krallıkları, bunu izleyen iki yüzyıl boyunca aynı eylemleri yürüttüler.
Milliyetçi tarihçilerin gözlükleriyle bakıldığında, ilk kolonyalistler kadar onların sonraki taklitçileri de bir çeşit ulustur: İspanya, Hollanda, İngiltere, Fransa. Ama, geçmişten bakıldığında, sömürgeci iktidarlar, Habsburglar, Tudorlar, Stuartlar, Bourbonlar, Orangelardır - yani, Roma imparatorluğunun yıkılışından beri iktidar ve servet için savaşan hanedan ailelerinin adıyla anılan hanedanlıklar. İşgâlciler, değişimin meydana geldiği bu noktada, her iki bakışaçısından da ele alınabilir. Bunlar artık yalnızca feodal devletler değildir, ama tam anlamıyla ulus olarak da görülemezler; o zamana kadar ulusal devletin bazı niteliklerine sahip olmuşlardı, ama hepsine değil. En önemli eksiklik, ulusal ordudur. Tudorlar ve Bourbonlar, yönetimleri altındaki İngilizliği ya da Fransızlığı, özellikle diğer monarşilerin hükmü altında bulunanlara karşı yürütülen savaşlar sırasında manüple etmeye başlamışlardı. Ama ne Iskoçlar ve Irlandalılar, ne de Korsikalılar ve Provanslılar, “ülkeleri için” savaşmak ve ölmek için orduya yazılmaya hevesliydiler. Savaş, ağır bir feodal yük, bir angaryaydı; yalnızca Eldorado* yurtseverliği sözkonusuydu.
Giderek milliyetçi öğretinin unsurları haline gelen görüşler, kendi denenmiş öğretilerine sıkı sıkıya sarılmış yönetici hanedanlıklara değil, hanedanlığın yüksek düzeydeki hizmetkârlarına, tefecilerine, baharat satıcılarına, askerî levazımcılarına ve sömürge yağmacılarına çekici gelmişti. Lopa de Aguirre ve Hollandalı seçkinler, eski zaman Roma ve Türk muhafızları gibi, henüz hizmetkârlık yaparken kilit işlevleri kullanabiliyorlardı. Pek çoğu değilse de çoğunluğu, aşağılanmadan ve yüklerden silkinip kurtuldular, kendilerini parazit bir efendiden kopardılar, kırsal nüfusun mallarına el koymayı ve sömürge yağmalarını kendi adlarına ve kârlarına sürdürdüler.
Sonradan burjuvazi ya da orta sınıf diye tanımlanan bu insanlar, batıya yönelen ilk donanmaların oluşturulduğu günlerden itibaren zenginleştiler ve güce kavuştular. Zenginliklerinin bir kısmı, yağmalanan sömürgelerden geliyordu ve bu hizmetlerinin karşılığında imparatoru satın aldılar; servetin bu bölümü daha sonra ilkel sermaye birikimi olarak adlandırılacaktır. Servetlerinin diğer kısmı ise, daha sonra kapitalizm olarak adlandırılan bir yöntemle, yerel nüfusun ve komşuların yağmalanmasından geliyordu; bu yöntem tamamen yeni değildi, ama orta sınıflar Yeni Dünya’nın gümüş ve altınlarını ele geçirdikten sonra son derece yaygınlaştı.
Bu orta sınıflar, iktidarı önemli ölçüde kullandılar, ama henüz merkezî politik iktidarı kullanma deneyimine sahip değillerdi. İngiltere’de, orta sınıf, monarşiyi devirdi ve Cumhuriyet ilân etti, fakat üst sınıfa karşı harekete geçirdiği halk potansiyelinin orta sınıfa yönelmesinden korkarak kısa süre sonra aynı hanedanlığa bağlı başka bir monarşiyi restore etti.
Milliyetçilik, 18. yüzyılın sonlarında onüç yıl arayla meydana gelen, iki üst sınıfın göreli durumunu tersine çeviren ve dünyanın politik coğrafyasını kalıcı bir değişikliğe uğratan iki patlama meydana gelene kadar gerçek anlamda kendisi olarak sahneye çıkmadı. 1776’da, sömürge tüccarları ve maceracıları, Aguirre’nin, denizaşırı yönetici hanedanlıktan bağımsızlık ilân etme hedefini yeniden gündeme getirdiler, kendi yerleşim bölgelerindeki halkı harekete geçirerek seleflerinin amacını gerçekleştirdiler ve kendilerini Hanoveryan Britanya Imparatorluğundan ayırmayı başardılar. 1789’da ise, aydınlanmış tüccarlar ve bürokratlar, birkaç taşra bölgesini değil, boyunduruk altındaki bütün nüfusu harekete geçirip yönetici Bourbon monarşisini devirerek ve kılıçtan geçirerek, bütün feodal zincirleri ulusal zincirlere dönüştürerek, Hollandalı seleflerinin amaçlarını gerçeğe dönüştürdüler. Bu iki olay, bir çağın sonunu belirler. Bundan sonra ayakta kalan hanedanlıklar dahi hızla ya da tedricen milliyetçi olmuş ve geri kalan kraliyet devletleri ulusal devletlerin özelliklerini fazlasıyla benimsemişlerdir.
Iki 18. yüzyıl devrimi son derece farklıdır ve milliyetçilik öğretisine ve pratiğine farklı, hattâ çatışan ögeler eklemişlerdir. Burada, bu iki olayı tahlil etmek niyetinde değilim, ancak okuyucuya bu ögelerden bazılarını hatırlatmak istiyorum.
Her iki ayaklanma da bir monarşik merkeze sadakat bağlarını başarıyla kırmış ve her ikisi de kapitalist ulus-devletin kurulmasıyla sona ermiştir, ne var ki, ilkiyle sonraki arasında varolan ortak noktalar oldukça azdır. Her iki ayaklanmaya hayatiyet verenler, Aydınlanmanın rasyonalist doktrinlerine aşinaydılar, ne var ki, kendine özgü bir tarzları olan Amerikalılar kendilerini politik sorunlarla, büyük ölçüde de Kral George’un terkettiği yerden devraldıkları devlet makinesini inşâ etme sorunlarıyla sınırladılar. Fransızların çoğunluğu ise daha ileri gittiler; onlar yalnızca devletin kuruluşu problemleriyle ilgilenmekle kalmadılar, bütün toplumun inşâ edilmesine el attılar; yalnızca monarşiye boyun eğmeye yolaçan zincirlere karşı çıkmakla yetinmediler, aynı zamanda köleyi efendiye bağlayan zincirlere, Amerikalılarda kutsallığını koruyan bu tür bağlara da karşı çıktılar. Her iki grup da, kuşkusuz, Jean Jacques Rousseau’nun, insanın özgür doğduğu, ama her yerde zincire vurulduğuna ilişkin gözleminden haberdardı, ama Fransızlar bu zincirleri daha derinden kavradılar ve onları kırmak için daha büyük bir çaba gösterdiler.
Rousseau’nun kendisi gibi rasyonalist doktrinlerden etkilenen Fransız devrimcileri, toplumsal aklı, aynı doğal aklı ya da bilimi doğaya uygular gibi, insan toplumuna uygulamaya kalktılar. Rousseau, masasının başında oturup, genel iradede cisimleşen bir varlığa insanlığın sorunlarını teslim ederek sosyal adaleti kağıt üzerinde inşâ etmeye çalıştı. Devrimciler ise, sosyal adaleti yalnızca kağıt üzerinde kurmaya çalışmakla yetinmediler, çoğu öfkeli ve büyük çoğunluğu yoksul olan silahlı insanları harekete geçirdiler.
Rousseau’nun soyut varlığı, Halk Güvenlik (ya da Halk Sağlık) Komitesi biçiminde ete kemiğe büründü, bu, kendini genel iradenin cisimleşmesi olarak düşünen bir polis örgütüydü. Bu erdemli komite üyeleri, aklın buluşlarını, insanların sorunlarına, vicdanlarına göre uyguladılar. Onlar kendilerini ulusun cerrahları olarak görüyorlardı. Devletin usturasını kullanarak kesip biçtikleri kişisel takıntılarını topluma monte etmeye kalkıştılar.
Bilimin topluma uygulanması sistematik terör biçimini aldı. Aklın ve Adaletin aleti giyotindi.
Terör, eski yöneticileri idam ettikten sonra sıra devrimcilere geldi.
Korku, terör kadar adaleti de silip süpüren bir reaksiyonu teşvik etti. Kana susamış yurtseverlerin harekete geçmiş enerjisi, aydınlanmayı zor yoluyla yabancılara empoze etmek ve ulusu bir imparatorluk biçiminde genişletmek amacıyla yabancı topraklara sevkedildi. Ulusal ordulara erzak temin etmek, aynı şeyi feodal ordular için yapmaktan daha kârlıydı ve eski devrimciler artık üst sınıf, yönetici sınıf haline gelmiş olan orta sınıfın güçlü ve zengin üyeleri olmuşlardı. Terör gibi savaşlar da, daha sonraki milliyetçiliklerin öğreti ve pratiğine meşum bir miras bıraktılar.
Amerikan devriminin mirası ise tamamen farklı cinstendi. Amerikalılar, adaletle daha az, mülkiyetle daha çok ilgiliydiler.
Kuzey kıtasının doğu kıyılarındaki yerleşimci işgâlciler, Hanover’in* George’una, Lope de Aguirre’nin, Habsburg’un Philip’ine ihtiyaç duyduğundan daha fazla ihtiyaç duyuyor değillerdi. Daha doğrusu, yerleşimciler arasındaki zenginler ve güçlüler, Kral George’un aygıtına, servetlerini, o aygıtın tuzağına kaptırmak için değil, korumak için ihtiyaç duyuyorlardı. Kendi adlarına bir baskı aygıtı örgütleyebiliyorlarsa, artık Kral George’a da ihtiyaçları kalmamış demekti.
Becerilerine güvenerek kendi adlarına bir aygıt kuran kolonyal köleciler, toprak spekülatörleri, ihracatçılar ve bankerler, kralın vergi ve yasalarından hoşlanmıyorlardı. Kralın yasaları içinde en fazla hoşlanmadıkları ise, kıtanın yerlilerinin topraklarına yapılan gayri resmî saldırıları geçici olarak yasaklayan yasaydı; kralın danışmanlarının gözleri, yerli avcıların sağladığı kürklerdeydi; devrimci toprak spekülatörlerinin gözleri ise avcıların topraklarında.
Aguirre’nin tersine, Kuzeyin birleşik sömürgecileri, kendi bağımsız baskı aygıtlarını inşâ etmenin üstesinden geldiler ve bunu, adalete duyulan özlemi asgariye indirerek gerçekleştirdiler; hedefleri, kralın iktidarını devirmekti, kendilerininkini değil. Kendi daha az talihli yerleşimcilerine ya da uzak bölgelerdeki alanlarda yaşayan insanlarına güvenmektense -kölelerini sözkonusu bile etmiyoruz- bu devrimciler, paragözlere ve birkaç yıl sonra daha erdemli devrimciler tarafından devrilecek olan Bourbon monarşisinden gelecek vazgeçilmez yardımlara güvenmeyi tercih ettiler.
Kuzey Amerikalı kolonyalistler, geleneksel sadakat ve feodal yükümlülük bağlarını kopardılar, ama Fransızlar’ın tersine, geleneksel bağların yerine, yurtseverliğin bağlarını geçirmekte tedrici bir yol izlediler. Tam anlamıyla bir ulus sayılmazlardı; kolonyal kır halkını seferber etmedeki gönülsüzlükleri onların bir bütün içinde kaynaşmasını önlemişti ve çok dilli, çok kültürlü, sosyal bakımdan bölünmüş nüfus böyle bir kaynaşmaya direniyordu. Yeni baskı aygıtı denenmiş değildi ve henüz yurtsever olmayan, farklı sadakat bağlarına sahip temel nüfusu yönlendiremiyordu. Başka bir şeylere ihtiyaç vardı. Krallarını alaşağı eden köle sahipleri, kölelerinin aynı şekilde efendilerini de alaşağı edeceğinden korkuyorlardı; Haiti’deki ayaklanma, bu korkuyu bir faraziye olmaktan çıkardı. Artık kıtanın yerli halkı tarafından denize döküleceklerinden korkmasalar da, tüccarlar ve spekülatörler, kıtanın içlerine nüfuz etme konusundaki becerileri konusunda endişeye düşmeye başlamışlardı.
Amerikalı yerleşimci-işgâlciler, giyotin gibi bir araca başvurmadılar, ama ölümcüllük bakımından ondan geri kalmayan yeni bir araç icat ettiler. Bu araca daha sonraları ırkçılık dendi ve bu, milliyetçi pratiğin ayrılmaz parçası haline geldi. Irkçılık, pratik Amerikalıların daha sonraki ürünleri gibi, pragmatik bir ilkeydi; önemli olan onun işlemesiydi.
İnsanlar, en alt düzeydeki ve yüzeysel ortak özelliklerine dayanılarak motive edilmeye çalışıldı ve onlar da buna yanıt verdiler. Köylerini ve ailelerini terkeden, dillerini unutan ve kültürlerini yitiren, insani ilişkilerini nerdeyse bütünüyle tüketen insanlar, kaybettikleri her şeyin karşılığı olarak derilerinin rengini önemsemeye yönlendirildiler. Ne kişisel başarılarla, hattâ ne de dil türünden kişisel kazanımlarla gururlanacakları hiçbir şeyleri yoktu. Böylece beyaz adamın oluşturduğu bir ulusa dahil oldular. (Aralarında Beyaz kadınlar ve çocuklar varsa, varoluşlarını, yalnızca, kovalanan avın vahşetini kanıtlamak amacıyla kafa derisi yüzülmüş kurbanlar olarak sergilenmeye borçluydular.) Bu tükenişin kapsamı, beyazların birbirleriyle paylaştıkları hayal ürünü şeylerle açığa vurulur: beyaz kanı, beyaz düşüncesi ve beyaz ırkın üyeliği. Borçlular, izinsiz yerleşimciler ve hizmetkârlar, beyaz adam olarak, bankerlerle, toprak spakülatörleriyle ve plantasyon sahipleriyle her bakımdan aynıydılar, kızılderililerle, siyahderililerle ya da sarıderililerle hiçbir ortak yanları yoktu. Böyle bir ilkeyle birbirleriyle kaynaşan bu insanlar, aynı ilkeyle harekete geçirilebilen saldırgan sürülere dönüştürülebilirdi. Linççi kabadayı takımı, “kızılderililere karşı savaşçılar” olabilirlerdi.
Irkçılık, başlangıçta, kolonyal orduları harekete geçirmenin çeşitli yöntemlerinden biriydi ve Amerika’da, daha önce görülmemiş bir biçimde, tam anlamıyla istismar edilmişse de, diğer yöntemlerin yerine geçmek yerine, onlara ek olarak işlev görmüştür. İşgâlci öncülerin kurbanları, hâlâ kâfirler, putperestler olarak tanımlanıyordu. Ancak öncüler, daha önceki Hollandalılar gibi, büyük ölçüde Protestan mezhebindendiler ve putperestliğe, ıslah edilmesi değil, cezalandırılması gereken bir şey olarak davranıyorlardı. Kurbanlar da, vahşiler, yamyamlar ve ilkeller olarak görülmeye devam edildi, ama bu terimler de düzeltmeye yolaçacak koşulların teşhisini önledi ve beyaz olmayanla, iflah olmazla eş anlamlı kullanılmaya başlandı. Irkçılık, köleleştirmenin ve imha etmenin pratiğine mükemmelen oturan bir ideolojiydi.
Linççi kabadayı takımının tutumu, kurbanları ikinci sınıf olarak tanımlayıp saldırmak, insanlığın gelişmesini önleyenlere, herhangi bir ulusal özellikten yoksun olanlara karşı saldırganlığa başvurmaktı. Ama bu yaklaşım, herkese çekici geliyor değildi. Kısmen kalpazan, kısmen dolandırıcı Amerikalı işadamlarının, herkese sunacak bir şeyleri vardı. Şeref nosyonuna sahip ve kahramanlığa susamış çok sayıda Saint George için, düşman, bir ölçüde farklı tanımlanıyordu; onlara göre, dağların ardındaki ormanlıklarda ve Büyük Gölün kıyılarında zengin ve güçlü uluslar vardı.
Emperyal İspanyollar’ının kahramanca başarılarını kutlayanlar, merkezi Meksika’da ve Ant Dağları’nın yüksekliklerinde imparatorluklar kurmuşlardı. Milliyetçi Amerikan kahramanlarını kutlayanlar, uluslar kurdular; onlar, anarşik köylülerin umutsuz direnişlerini, General Pontiac ve General Tecumseh gibi askerî hükümdarlar tarafından çekip çevrilen uluslararası komplolara dönüştürmüşlerdi; ormanları, korkulan ulusal liderlerle, etkili generallerle ve çok sayıda yurtsever askerî birlikten oluşan ordularla doldurdular; kendi baskıcı yapılarını, bilinmeyen bir dünyada inşâ etmeyi tasarladılar; onları, bütün renklerin zıddına dönüştüğü bir fotoğrafın negatifi gibi, kendilerinin kopyası olarak gördüler. Düşman, böylece, yapı, iktidar ve hedefleriyle kendilerine eşit hale geldi. Böyle bir düşmana karşı savaş, yalnızca gerekli değil, korkunç bir ihtiyaç, bir ölüm kalım meselesiydi. Düşmanın diğer nitelikleri -putperestlik, vahşet, yamyamlık - el koyma, köleleştirme ve imha görevlerini daha acil, bu tür eylemleri daha kahramanca hale getirdi.
Milliyetçi programın repartuarı artık az çok tamamlanmış bulunuyor. Bu ifade, ortada henüz “gerçek bir ulus” görmemiş olan okuyucuyu şaşırtabilir. Birleşik Devletler, hâlâ çok dilli, çok dinli ve çok kültürlü “azınlıklar”dan oluşuyordu. Fransız ulusu ise, sınırlarının dışına taşmış ve kendini bir Napolyon İmparatorluğuna dönüştürmüştü. Okuyucu, ortak bir dili, dini ve adeti ya da en azından bunlardan birini paylaşan bir bölgesel halk örgütlenmesini ulusun tanımı olarak ortaya koymayı deneyebilir. Böyle bir tanım, net, basmakalıp ve durağandır, bir olgunun tanımlanması olmaktan uzaktır, olsa olsa bir savunma, bir haklı çıkartma çabasıdır. Olgu, durağan bir tanım değil, dinamik bir süreçtir. Ortak dil, din ve adetler, beyaz kanı taşıyan Amerikan kolonyalistleri gibi, yalnızca bir bahane, orduları seferber etmenin bir aletidir. Bu sürecin vardığı yer, toplulukların kutsallaştırılması değil, bir tükeniş, dilin, dinin ve adetlerin tam anlamıyla yok oluşudur; bir ulusun sakinleri, başkentin dilini konuşur, devletin sunağında tapınır ve adetlerine, ulusal polisin izin verdiği ölçüde sahip çıkabilir.
***
Milliyetçilik, yalnızca tanımsal olarak emperyalizmin karşıtıdır. Pratikte ise, milliyetçilik, sermaye imparatorluğunu yönlendiren bir metodolojidir.
Genellikle maddi ilerleme, ekonomik gelişme ya da endüstrileşme olarak sözedilen sermayenin sürekli büyümesi, burjuvazi denen orta sınıfların ana faaliyetidir, çünkü sermayeye onlar sahiptir, sermaye onların mülkiyetindedir; aynı, üst sınıfların, malikânelerine sahip oldukları gibi.
Servetin yeni dünyasını keşfetmek, orta sınıfları büyük ölçüde zenginleştirdiği gibi, o ölçüde de kırılgan hale getirmiştir. Başlangıçta yeni dünyanın yağmalanmış servetini ellerinde toplayan kral ve asiller, birkaç zafer nişanı dışında servetin tümünü kendi orta sınıf tüccarlarına kaptırmış olmanın kızgınlığı içindeydiler. Bunu önlemek mümkün değildi. Servet kullanılabilir biçimlerde gelmiyordu; tüccarlar, yağmalanmış hazinelerle değiş tokuş etmek üzere, krala, malları, onun kullanabileceği biçimlerde sağlıyorlardı. Öyle de olsa, tüccarlar gittikçe zenginleşirken, kendilerinin gittikçe yoksul hale geldiğini gören monarklar, silahlı yamaklarını zengin tüccarları yağmalamada kullanmaya tenezzül etmeyecek kadar yüce gönüllü değillerdi. Sonuç olarak, orta sınıf, eski rejim altında sürekli zarar gördü - mülkiyeti zarar gördü. Kralın ordusu ve polisi, orta sınıfın mülkiyetini korumak bakımından güvenilir değildi ve şimdiden imparatorluğun işlerini yürüten güçlü tüccarlar, bu istikrarsız duruma son verecek önlemleri aldılar; aynı zamanda politikaya da el attılar. Özel kiralık ordular kurabilirlerdi ve genellikle de böyle yaptılar. Fakat ulusal ordular ve ulusal polis güçleri aygıt olarak ufukta görünür görünmez, zarar gören işadamları, onlara başvurdular. Ulusal silahlı gücün başlıca meziyeti, düşman bir patronun hizmetindekilere karşı kendi patronunun yanında savaşarak yurtsever bir hizmetkârı garanti etmesiydi.
İstikrar, mülk sahiplerine, onların sermayelerini büyütecek, arttıracak ve çoğaltacak, sera gibi bir görev yapan ulusal baskı aygıtı tarafından sağlandı. “Büyüme” terimi ve onun uzantıları kapitalist dil dağarcığından gelmedir. Verimli topraklara tohum ekenler, sermayenin birliğini düşünen bu insanlardır. Yazın, toprak, güneş ışığı ve yağmur için ödeme yaptıktan sonra, tarlalara ektikleri her tohumun hasadını toplarlar, şimdi başlangıçtaki tohumlardan çok daha fazlasına sahiplerdir. Ertesi yıl, tarlalarını genişletirler ve giderek bütün kırsal alanın değeri artar. Gerçeklikte, başlangıçtaki “tohumlar” paradır; güneş ışığı ve yağmur, emekçilerin harcadığı enerjidir; tarlalar, fabrika, atölye ve madenlerdir, elde edilen meyva hasadı emtialardır, işlenmiş dünyanın parçalarıdır; fazla ya da ek tohumlar ise, kâr, kapitalistin işçilere bölüştürmek yerine kendine ayırdığı ücrettir.
Yöntem, doğal maddelerin işlenerek satılabilir mallara ya da emtiaya dönüştürülmesi ve ücretli işçinin, malların işlendiği fabrikalara hapsedilmesidir.
Sermayenin Bilimle Evlenmesi, yaşadığımız döneme doğru büyük ileri atılıma yolaçmıştır. Salt bilimciler, doğal çevrede ayrıştırılabilen parçaları keşfettiler; yatırımcılar, ayrıştırmanın çeşitli yöntemleri üzerine yarışa giriştiler; Uygulamacı bilimciler ya da menajerler, ücretli işçilerin projeye ilişkin görevlerini yerine getirip getirmediğinden emin olmak için gözlemde bulundular. Sosyal bilimciler, işçileri, daha az insan, daha etkili ve makineye benzer yaratıklar haline getirmenin yollarını aradılar. Bilim sayesinde, kapitalistler, doğal yaşamın büyük kısmını, işlenmiş dünyaya, yapay bir aygıta dönüştürdüler ve insanların büyük kısmını da bu yapay aygıtın bakıcıları derekesine düşürdüler.
Kapitalist üretim tarzı, başta, militan sosyal hareketlere eleştirileriyle ilham veren, ilham vermeye devam eden, Karl Marx[1] olmak üzere, birçok filozof ve şair tarafından tahlil edilmiş ve eleştirilmiştir. Marx’ın önemli bir çıkmazı sözkonusuydu; taraftarlarının çoğu ve taraftarı olmayan pek çok militan, platformlarını bu çıkmazın üzerine inşâ ettiler. Marx, burjuvazinin, feodal bağlardan kurtulma mücadelesinin coşkulu bir destekçisiydi. O günlerde kim coşkulu değildi ki? Yönetici sınıfın fikirlerini bir çağın yönetici idealleri olarak gözlemleyen Marx, yeni yeni iktidar sahibi olan orta sınıfın birçok fikrini paylaştı. O, Aydınlanmanın, rasyonalizmin ve maddi ilerlemenin de coşkulu bir taraftarıydı. O Marx ki, büyük bir geniş görüşlülükle, her zaman bir işçinin kendi emek gücünü yeniden ürettiğine, işçinin her dakikasının belirlenmiş görevlere vakfedildiğine, onu insanlıktan çıkaran maddi ve sosyal aygıtı genişlettiğine dikkat çekmiştir. Ne var ki, bilimin üretime uygulanmasının coşkulu taraftarı da Marx’tan başkası değildir.
Marx, üretim sürecinin baştan aşağı bir emek sömürüsü olduğunu tahlil etti, ama kapitalist üretim için önceden gerekli olan ve başlangıçtaki sermayeyi işleyen bir süreç haline getiren şeyler hakkında gelişigüzel ve gönülsüz yorumlar yaptı.[2] Ön sermaye olmadan ne yatırım, ne üretim, ne de büyük ileri atılım olurdu. Bu öngereklilik, ilkel birikim teorisini formüle eden ve birçok görüşü Polonyalı Marksist Rosa Luxemburg’dan ödünç alan ilk Sovyet Rusya Marksist teorisyenlerinden Preobrajenski tarafından analiz edilmiştir.[3] İlkel terimiyle, Preobrajenski, kapitalist yapının temelini, dayanağını, öngerekliliğini kastetmektedir. Bu öngereklilik, eğer süreç henüz başlamamışsa, kapitalist üretim sürecinin kendisinden ortaya çıkmaz. Üretim sürecinin dışından gelmek zorundadır. O, yağmalanan kolonilerden, kolonilerin mülksüzleştirilen ve imha edilen halklarından gelir. Daha önceki zamanlarda, henüz denizaşırı koloniler yokken, ilk sermaye, kapitalist üretimin öngerekliliği, iç kolonilerden, topraklarına ve ürünlerine el konan köylülerden, mülkleri ellerinden alınarak sürgün edilen Yahudiler’den ve Müslümanlardan elde ediliyordu.
İlkel ya da ön sermaye birikimi, uzak bir geçmişte bir defa gerçekleşmiş ve sonra asla gerçekleşmeyen bir şey değildir. O, kapitalist üretim sürecine sürekli eşlik eder, onun içsel bir parçasıdır. Sisteme eşlik eden krizlerle periyodik yıkımlara yolaçan düzenli kârın arkasında Marx’ın izah ettiği bu süreç vardır; bu krizlerin bilinen tek tedavisi, ön sermayenin enjeksiyonlarıdır. İlkel sermaye birikiminin sürekli varlığı olmazsa, üretim süreci durur; her kriz, sürekli olmaya yönelir.
Avlanmanın meşrû kılınması olarak tasrih edilen, insan nüfusunun imhasının akılcı bir şekilde hesaplanması olarak Jenosit, gelişmenin barışçı yürüyüşüne ters bir sapma değildir. Jenosit, gelişmenin öngerekliliğidir. Bu yüzden, ulusal silahlı kuvvetler, sermayeyi elinde tutanlar için vazgeçilmezdir. Silahlı kuvvetler, yalnızca, sermaye sahiplerini, sömürdükleri ücretli işçilerin öfkeli isyanlarından korumakla kalmazlar. Aynı zamanda, yağma, sürgün ve cinayetlerle, direnen ya da direnmeyen yabancıların kapılarını döverek, kutsal kâseyi, mücizevi feneri, ön sermayeyi ele geçirirler.
Ulusal orduların ayak izleri, ilerlemenin ayak izleridir. Bu yurtsever ordular, dünyanın yedinci harikasıydı ve hâlâ da öyledir. Bu ordularda kurtla kuzu, örümcekle sinek yanyanadır. Bu ordularda, sömürülen işçi, sömürenlerle dosttur, borçlu köylü, tefeciyle arkadaştır, aldatılan, kalpazanla bir aradadır, ne ki, bu dostluklar sevgiyle değil, nefretle örülen bir ilişkinin ürünüdür - kâfirler, vahşiler, aşağı ırklar olarak düşünülen, ön sermayenin potansiyel kaynaklarına karşı duyulan bir nefretle.
Kuşların tüyleri kadar çeşitli adetleri ve inançları olan insan toplulukları işgâl edilir, yağmalanır ve sonunda, aklın hayalin almayacağı bir şekilde imha edilir. Yokedilen toplulukların giysileri ve el işlemeleri ganimet olarak toplanır ve ileriye doğru yürüyüşün ek belirtileri olarak müzelerde sergilenir; yokedilmiş inançlar ve adetler, işgâlcilere ait bir bilimin araştırma konuları arasına girerler. El konan tarlalar, ormanlar ve hayvanlar, ganimet ve ön sermaye olarak, üretim sürecinin ön koşulları olarak biraraya getirilir ve tarlalar çiftliklere, ağaçlar kerestelere, hayvanlar şapkalara, madenler, cephaneye, hayatta kalan insanlar ucuz emeğe dönüştürülür. Jenosit, askerî endüstriyel komplekslerin işletilmesinin, işlenen doğanın, bürolar ve parklar dünyasının ön koşulu, köşe taşı ve temelidir.
Milliyetçilik, işçilerin evcilleştirilmesi ve yabancıların yağmalanması ikili görevine öylesine uygundur ki, sermayenin bir parçasını kullanmaya göz dikmiş olan herkese çekici gelir.
19. yüzyılın, özellikle ikinci yarısında bütün yatırılabilir sermaye sahipleri, kendi ana dillerini konuşan ve kendi babalarının dinine tapınan, seferber edilebilecek durumdaki kırsal halkın arasındaki köklerini keşfediverdiler. Böyle bir milliyetçiliğe iştiyak duyulması oldukça sinik bir tutumdu, çünkü artık onlar, annelerinin ve babalarının akrabaları arasında köklere sahip değillerdi: kurtuluşu birikimde bulmuşlardı, yatırımlarına tapıyor, fiyatların ve maliyet hesaplarının dilini konuşuyorlardı. Ne var ki, Amerikalılar’dan ve ve Fransızlar’dan, kır halkını, sadık bendeler, müşteriler ve tüketiciler olarak değilse de, sadık Katolikler, Ortodokslar ya da Protestanlar olarak hareket geçirebileceklerini öğrenmişlerdi. Diller, dinler ve adetler, ulus-devleti kurmak için kullanılan lehim maddesi görevi yapabilirlerdi.
Lehim maddesi, hedef değil, araçtı. Ulusal varoluşun amacı, dilleri, dinleri ya da adetleri değil, ulusal ekonomileri geliştirmek, kırsal nüfusu, işçilere ve askerlere, anavatanı, madenlere ve fabrikalara, hanedanlık malikânelerini, kapitalist işletmelere dönüştürmekti. Sermayesiz, ne cephane, ne gereç, ne ulusal ordu, ne de ulus olurdu.
Birikim ve yatırımlar, pazar araştırmaları ve maliyet hesapları, rasyonalist eski orta sınıfların saplantıları, egemen saplantılar haline geldiler. Bu rasyonalist düşünceler, yalnız egemen olmakla kalmadı, aynı zamanda müstesna fikirler olarak kabul gördü. Başka fikirleri benimseyen bireyler, irrasyonal olarak değerlendirildi ve tımarhanelere kapatıldı.
Uluslar genellikle tek tanrılıdırlar, ama artık ona da ihtiyaçları yoktur; eski tanrı ya da tanrılar, lehim maddesi olmanın dışında önemlerini kaybetmişlerdir. Uluslar teklik delisidirler ve eğer tek-tanrıcılık yönetici düşünceye hizmet ediyorsa, o zaman devreye sokulur.
I. Dünya Savaşı, uluslaştırma sürecinin bir aşamasının bitimine işaret eder, bu aşama, Aguirre’nin deklarasyonu ve Hollandalı seçkinlerin ayaklanmasıyla çok daha önceden ilân edilmiş, Amerikan ve Fransız devrimleriyle başlamıştır. Bu savaşa, eski uluslarla yeni oluşan ulusların çatışan talepleri neden olmuştur. Artık milliyetçi seleflerinin birçok özelliklerini takınmış olan Almanya, İtalya ve Japonya’nın yanısıra, Yunan, Sırp ve kolonyal Latin Amerika, ulusal imparatorluklar, monarşiler ve cumhuriyetler haline gelmişlerdi ve yeni uluslaşanların daha güçlü olanları, en özlenen şeye, bir kolonyal imparatorluk olmaya göz dikmişlerdi. Savaş sırasında, iki hanedan imparatorluğunun, Osmanlıların ve Habsburgların seferber olabilen tüm bileşenleri, kendilerini uluslar halinde yapılandırdılar. Türkler ve Ermeniler gibi farklı dillerden ve dinlerden burjuvaziler aynı bölgeyi talep ettikleri zaman, zayıf olanlara, tıpkı Amerikan yerlilerine davranıldığı gibi davranıldı; imha edildiler. Ulusal Egemenlik ve Jenosit, birbirlerinin doğal sonucuydular ve hâlâ öyledirler.
Ortak dil ve din, ulus olmanın doğal sonuçları olarak ortaya çıkarlar, ama yalnızca bir göz yanılması olarak. Lehim maddesi olarak diller ve dinler de, amaçlarına hizmet ettikleri sürece kullanılırlar, bunu yerine getiremedikleri an gözden düşerler. Ne, çok dilli İsviçre, ne de çok dinli Yugoslavya, uluslar ailesinden dışlanmışlardır. Burun biçimi ve saç rengi de yurtseverliği harekete geçirmede kullanılagelmiştir. Paylaşılan ortak özellikler, kökler ve kalıtım, yalnızca bir ölçüt olarak görev yapar, Amerikan pragmatik aklının ölçütü olarak: işe yarıyorlar mı? İşe yarayan her şey kullanılır. Paylaşılan özellikler, kültürel, tarihî ya da felsefi içerikleri dolayısıyla değil, ulusal mülkiyeti koruyan bir polis gücü örgütlemek ve kolonileri yağmalayacak bir ordu seferber etmek açısından önemlidir.
Bir ulus yapılandığı an, ulusal bölgede yaşayan, ama ulusal özelliklere sahip olmayan insanlar iç kolonilere, yani ilk sermaye kaynaklarına dönüştürülürler. Hiçbir ulus, ilk sermaye olmadan büyük bir ulus olamaz ve büyük ulus olmayı arzulayan, ama yeterli denizaşırı kolonileri olmayan tüm uluslar, ulusal özelliklere sahip olmayan kendi kırsal nüfuslarını yağmalar, imha eder ve mallarına el koyarlar.
Ulus-devletin kuruluşu, şairler kadar, ilham perilerinin ve tanrılarının en sonunda dünyaya indiğini düşünen köylüler tarafından da büyük bir coşkuyla selamlanır. Dalgalanan flamaların ve uçuşan konfetilerin coşkusuna katılmayanlar, eski yönetici sınıflar, sömürgeleştirilenler ve Marx’ın taraftarlarıdır.
Devrilenlerin ve sömürgeleştirilenlerin bu coşkuya katılmamalarının nedeni açıktır.
Marx’ın taraftarları da coşkuya katılmazlar, çünkü ustalarından, ulusal kurtuluşun, ulusal sömürü anlamına geldiğini, ulusal hükümetin, ulusal kapitalist sınıfın merkez komitesi olduğunu, burjuva ve yönetici kapitalist olmadıkları sürece, işçiler için ulusun hiçbir şey ifade etmediğini öğrenen Marx’ın taraftarları, işçinin vatanı olmadığını ilân etmiş ve kendilerini bir enternasyonalde örgütlemişlerdir. Bu Enternasyonal üç kere bölünmüş ve her enternasyonal gittikçe daha fazla Marx’ın önyargılarının etkisine girmiştir.
Birinci Enternasyonal, Marx’ı bir zamanlar Rusçaya çeviren ve sonra da onun muhalifi olan, Marx’tan sömürüyü öğrenene kadar ateşli milliyetçi ve müzmin isyancı Bakunin tarafından sona erdirildi. Bakunin ve arkadaşları, bütün otoritelere karşı isyan ettikleri gibi, Marx’ın otoritesine karşı da isyan ettiler; onlar, Marx’ın, Enternasyonali, feodal ve ulusal baskıcı bir devlete dönüştüreceğinden kuşkulanıyorlardı. Bakunin ve taraftarlarının, tüm devletleri reddetme noktasında hiçbir tereddütleri yoktu, ama kapitalist girişim konusunda müphemdiler. Onlar, bilimi kutsamada, maddi ilerlemeyi alkışlamada ve endüstrileşmeyi selamlamada Marx’tan bile ileri gidiyorlardı. İsyancılar olarak, her mücadelenin yararlı olduğunu düşünüyorlardı, ama bu mücadelelerin en yararlısı, burjuvazinin eski düşmanlara, feodal toprak sahiplerine ve Katolik Kilisesine karşı savaşıydı. Böylece Bakuninci Enternasyonal, burjuvazinin bağımsızlık için mücadeleyi tamamlamadığı, tersine, ayaklanan işçilerden ve köylülerden kendini korumak için feodal baronlarla ve Kiliseyle ittifak yaptığı İspanya gibi yerlerde serpildi. Bakuninciler, burjuvazi olmadan ve ona karşı, burjuva devrimini tamamlamak için mücadele ettiler. Kendilerini anarşist olarak adlandırdılar ve bütün devletleri hor gördüler, ama ilk ya da sonraki endüstriyi, ilerlemeyi ve bilimi, yani sermayeyi, ordu ve polis olmadan nasıl elde edip yürüteceklerini izah etmediler. Pratikteki çelişkilerine çözüm bulmak için hiçbir zaman şansları olmadı ve bugün de Bakuninciler buna bir çözüm bulmuş değillerdir, hattâ anarşiyle endüstri arasındaki çelişmenin farkında bile görünmüyorlar.
İkinci Enternasyonal, birincisinden daha az isyancıydı. Sermayeyle olduğu kadar devletle de çabucak uzlaşmaya girdi. Marx’ın önyargılarına sıkı sıkı sarılan bu örgütün profesörleri, Bakuninist çelişkilere düşmediler. Maddi gelişme koşullarının yaratılması için yağma ve sömürünün gerekli olduğuna hiçbir kuşkuları yoktu ve son derece gerçekçi bir tutumla kendilerini koşullara uydurdular. Hepsi de, işçilerin temsilcileri olarak, işçilere yapılan yardımları paylaşma ve politik yapıda kendileri için mevkiler elde etme peşindeydiler. Kendilerinden önceki ve sonraki iyi kalpli sendikacılar gibi, bu sosyalist profesörler de, “sömürge sorunundan” sıkıntı duyuyorlardı, ama aynı Philip Habsburg gibi, onların bu sıkıntısı, yalnızca vicdanlarını karartmaya yarıyordu. Zamanla, Emperyal Alman sosyalistleri, Kralcı Danimarka sosyalistleri ve cumhuriyetçi Fransız sosyalistleri, enternasyonalist olmaktan bile vazgeçtiler.
Üçüncü Enternasyonal, sermaye ve devletle uzlaşmakla kalmadı; onları hedefleri haline getirdi. Bu Enternasyonal, isyancı ya da muhalif entellektüeller tarafından kurulmadı; bir devlet tarafından, Bolşevik Parti, devletin bürolarına yerleştikten sonra, Rus devleti tarafından yaratıldı. Bu enternasyonalin başlıca faaliyeti, tadil edilmiş Rus devletinin, onu yöneten partinin ve kendini Lenin diye adlandıran, bu partinin kurucusunun başarılarının reklamını yapmak oldu. Partinin ve kurucusunun başarıları gerçekten de anıtsaldı, ama reklamcıların yaptıkları en iyi şey, onlar hakkındaki en anıtsal şeyleri gizlemek oldu.
I. Dünya Savaşı, iki büyük imparatorluğu zor durumda bıraktı. Dünyadaki en eski devlet olan Çin’in Göksel İmparatorluğu ve ona göre çok daha yeni olan Rus Imparatorluğu, yola ulus-devletler haline gelerek devam etmekle, benzerleri olan Osmanlı ve Habsburglar gibi daha küçük birimlere dönüşme ihtimalleri arasında şiddetle gidip geldiler.
Lenin, Rusya’nın içinde bulunduğu zor duruma çözüm buldu. Böyle bir şey mümkün olabilir miydi? Marx, tek başına bir bireyin koşulları değiştiremeyeceği gözleminde bulunmuştu; koşullardan yalnızca yararlanılabilirdi. Muhtemelen Marx haklıydı. Lenin’in başarısı, koşulları değiştirmek değil de, olağanüstü bir biçimde bu koşullardan yararlanmaktı. Beceri, fırsatçılığın devasa boyutlarda olmasıydı.
Lenin, Rus burjuvazisinin zayıflığına ve beceriksizliğine lanetler okuyan bir Rus burjuvasıydı.[4] Kapitalist gelişmenin coşkulu bir taraftarı ve Amerikan tarzı ilerlemenin ateşli bir hayranı olan Lenin, lanetlediği burjuvaziyle değil, onların düşmanlarıyla, Marx’ın anti-kapitalist taraftarlarıyla dava birliği yaptı. Marx’ın, kapitalist üretim sürecinin eleştirisini, sermayenin gelişmesi için bir el kitabına, bir “nasıl yapılır” rehberine dönüştürme fikriyatından yararlandı. Marx’ın sömürü ve yoksulluk üzerine incelemesi, açlığa çare, gerçek bir bolluk boynuzu, bir kurnokopya* oldu. Amerikan işadamları idrarı, içme suyu olarak pazarlamayı becermişlerdi, ama hiçbir Amerikalı dolandırıcı, böyle büyük bir hokkabazlığın üstesinden gelememişti.
Koşullar değişmemişti. Zıddına dönüştürmenin her adımı, varolan koşullar içinde, denenmiş ve test edilmiş yöntemlerle yerine getirildi. Rus köylüsü, Rusluğuna, ortodoksluğuna ya da beyazlığına değil, sömürülmesine, baskı altında bulunmasına ve çağlar boyu Çarların despotizminin acısını çekmesine dayanılarak harekete geçirilebilirlerdi ve öyle oldu. Baskı ve sömürü, lehim malzemesi görevini gördü. Çarların baskısı altında uzun süre acı çekmiş olmak, Amerikalılar’ın, kafa derisi yüzülen beyaz kadın ve çocukları kullandıkları gibi, aynı amaçla kullanıldı; onlar da, halkın mücadele birliklerinde, ulusal ordunun ve ulusal polisin embriyonlarının örgütlenmesinde kullanıldılar.
Diktatörün ve Parti merkez komitesinin, proletaryanın kurtuluşunun diktatörlüğü olarak sunuluşu, yeni bir şey gibi görünmektedir, ama bu bile yalnızca kelimelerin kullanılışındaki bir yenilikten ibarettir. Halka liderlik etmek üzere seçilmiş bu tanrılar, halkın tanrıyla diyaloğunun ete bürünmüş biçimi olan kadim Mısır ve Mezopotamya’nın Firavun ve Lugalları kadar eski bir şeydir. Bu, yöneticilerin denenmiş ve test edilmiş, cezbedici hilelerinden biridir. Bu kadim örnekler geçici olarak unutulmuş olsa bile, kendini ulusun genel iradesinin cisimleşmiş hali olarak sunan Fransız Halk Sağlığı komitesi gibi daha yeni örnekler vardır ortada.
Kapitalizmi devirmek ve yerine komünizmi kurmak hedefi de yeni bir şey, sanki koşulların değiştirilmesi gibi gözükmektedir. Ama yalnızca sözcüklerdir yeni olan. Proletarya diktatörlüğünün hedefi, aynen Amerikan tarzı ilerleme, kapitalist gelişme, elektirifikasyon, hızlı kitle ulaşımı, bilim, doğal çevrenin dönüştürülmesidir. Hedef, zayıf ve beceriksiz Rus burjuvazisinin geliştirmeyi beceremediği kapitalizmdir. Marx’ın Kapital’ini kendilerine rehber alan diktatör ve partisi, Rusya’da kapitalizmi geliştireceklerdir; onlar, burjuvazinin görevlerini yerine getirecek ve devlet iktidarını, yalnızca bu sürecin polisi olarak kullanmakla kalmayacak, aynı zamanda bu süreci başlatacak ve başarıya ulaştıracaklardır.
Lenin, Rus sermayesinin genel menajeri olarak, hünerini gösterecek kadar yaşamadı, ama halefi Stalin, kurucunun makinesinin gücünü fazlasıyla gösterdi. İlk adım, ilkel sermaye birikimiydi. Marx, bu konuda ne kadar müphemse, Preobrajinski de o kadar netti. Preobrajinski hapisteydi, ama ön sermeyenin elde edilmesine ilişkin denenmiş ve test edilmiş yöntemler konusundaki açıklamaları Rusya’da geniş bir şekilde uygulanıyordu. İngiliz, Amerikan, Belçikalı ve diğer kapitalistlerin ön sermayesi, denizaşırı kolonilerin yağmalanmasından elde edilmişti. Rusya’nın denizaşırı kolonileri yoktu. Bu eksiklik engel değildi. Tüm Rusya kırı bir sömürgeye dönüştürüldü.
Ön sermayenin ilk kaynağı, yağmalanacak bir şeyleri olan kulaklardı. Bu, öylesine başarılı oldu ki, birçok insandan yağmalanacak küçük miktarların önemli bir yekuna ulaşacağı akılcı beklentisiyle, geri kalan köylü kitlesine de uygulandı.
Yalnızca köylüler sömürgeleştirilmekle kalmadı. Eski yönetici sınıfın mal ve servetine zaten bütünüyle el konmuştu, bunun yanısıra ön sermayenin diğer kaynakları bulundu. Devlet iktidarını bütünüyle ellerinde toplayan diktatörler, ilkel birikimin kaynaklarını kısa sürede yaratabileceklerini farkettiler. Başarılı işletme sorumluları, memnuniyetsiz işçiler ve köylüler, rakip örgütlerin militanları, hattâ hayal kırıklığına uğramış parti üyeleri, karşı-devrimciler olarak takdim edilebilir, içeri alınabilir, mallarına el konabilir ve çalışma kamplarına gönderilebilirlerdi. Daha önceki kolonilerde görülen bütün sürgünler, kitle idamları ve kamulaştırmalar, Rusya’da da aynen yaşandı.
Daha önceki sömürgeciler, öncüler olarak, deneme yanılma yöntemine başvurmuşlardı. Rus diktatörler ise, deneme yanılma yöntemine başvurmak zorunda değillerdi. Onların zamanında, ön sermayeyi oluşturacak tüm yöntemler denenmiş ve test edilmişti ve bilimsel olarak uygulanabilecek durumdaydı. Rus sermayesi, tam anlamıyla kontrol edilen bir ortamda, bir serada gelişti; her manivela, her değişken, ulusal polis tarafından kontrol ediliyordu. Şansa bırakılmış fonksiyonlar ya da çevredeki daha az kontrol edilebilen diğer ögeler, Rus serasında, polisin sorumluluk alanına giriyordu. Şu bir gerçekti ki, sömürgeleştirilenler, ülke dışında değil, içerideydi, bu yüzden fethedilmiyor, tutuklanıyorlardı, bu da polisin rolünü ve gücünü arttırdıkça arttırıyordu. Kadir-i mutlak ve her yerde hazır ve nazır olan polis, zamanla, proletaryanın cisimleşmiş ve görünür biçimi haline geldi ve komünizm, total polis örgütüyle ve kontrolüyle aynı anlama gelir oldu.
Gerçi, Lenin’in beklentisi, Rus serası tarafından bütünüyle gerçekleştirilemedi. Kapitalist rolündeki polis, mülksüzleştirilen karşı-devrimcilerden ön sermayeyi elde etme mucizesini gerçekleştirmişti, ama kapitalist üretim sürecini yürütmede aynı başarıyı gösterdiğini söylemek güçtü. Belki bugün kesin olarak söylemek erkendir ama, bu polis bürokrasisi, bu rolü yerine getirmede, en azından, Lenin’in nefret ettiği burjuvazi kadar beceriksizlik göstermiştir; öyle görünüyor ki, onun bütün başarısı, ön sermayenin yeni kaynaklarını keşfetme konusunda gösterdiği beceriden ibarettir.
Aygıtın başarısı, Lenin’in beklediği düzeyde de değildi. Leninist polis aygıtı, ne işadamlarına, ne de politikacılara çekici gelmişti; kendini, üretim sürecini yürütmenin üstün yöntemi olarak ortaya sürememişti. Bu polis aygıtı, betimlemesini kısaca yapacağım bir ölçüde farklı bir sınıfa çekici geldi ve bu aygıt kendini, bu sınıfa, özellikle ulusal gücü ele geçirmenin, ikincil olarak da ilkel sermaye birikimini sağlamanın yöntemi olarak sundu.
Lenin ve Stalin’in varisleri, gerçek praetoryan muhafızları, geçersiz bir monarşinin yararına ve adına ekonomik ve politik iktidarın gerçek kullanımcıları olmadılar; onlar, praetoryanların yardımcı aktörleri, iktidar basamaklarında orta düzeylere ulaşmakta bile umut vadetmeyen, politik ve ekonomik iktidarın öğrencileri oldular. Leninist model, böyle insanlara, iktidar basamaklarında orta düzeyleri atlayarak doğrudan merkezî iktidara erişme umudu veriyordu.
Lenin’in varisleri, memurlar ve küçük bürokratlar, Mussolini, Mao Zedung ve Hitler gibi insanlardı ve aynı Lenin gibi, uluslarının büyüklüğünü ortaya koymaktan aciz ve beceriksiz burjuvalarına lanet ediyorlardı.
(Daha önceki kuşağa ait oldukları için Siyonistleri Lenin’in varisleri arasına dahil etmedim. Onlar, belki de bağımsız bir şekilde, ulusal ordu ve polisi seferber etmek için zulme uğramanın ve cefa çekmenin lehim malzemesi olduğunu farketmişlerdi. Siyonistler, kendi başlarına başka katkılarda da bulunmuşlardır. Dağınık bir dinsel nüfusa bir ulus muamelesi yapmaları, kapitalist ulus-devleti, bu nüfusun olmazsa olmaz parçası olarak dayatmaları, dinsel mirası, ırksal miras derekesine düşürmeleri, milliyetçi metodolojiye yaptıkları önemli katkıları oluşturur ve hepsi Siyonist olmayan Yahudi nüfusa, “Alman ırkı” olarak kullanılan bir halk tarafından uygulandığı zaman bunların meşum sonuçları ortaya çıkacaktı.) Mussolini, Mao Zedung ve Hitler, sloganların perdesini yırttılar ve Lenin’le Stalin’in başarılarının nerede olduğunu gördüler: devlet iktidarının ele geçirilmesi ve korunmasındaki başarılı yöntemler. Her üçü de metodolojiyi, onun temellerine indirgediler. İlk adım, iktidarın aynı fikirdeki öğrencilerini üye yazmak ve polis örgütünün çekirdeğini, Lenin’in daha sonra parti dediği cihazı oluşturmaktı. Sonraki adım, kitle temelinde, mevcut askerî birliklerde ve askerî birlikleri sağlayan kesimlerde üye yazımına girişmekti. Üçüncü adım, devlet aygıtını ele geçirmek, Duçe’nin, Başkan’ın ya da Führer’in bürosuna teorisyeni yerleştirmek, polise ve yönetime ilişkin işlevleri elit ve kadrolar arasında bölüştürmek ve kitleleri çalışmaya koşmaktı. Dördüncü adım, ulusal lideri ve kadroları, polisi ve orduyu, endüstriyel menajerleri destekleme becerisine sahip bir askerî endüstriyel kompleksi tamir ya da inşâ etmek için ihtiyaç duyulan ön sermayeyi sağlamaktı; bu sermaye olmadan, ne silah, ne iktidar ne de ulus olabilirdi.
Lenin ve Stalin’in varisleri, daha sonra, kapitalist sömürüyü asgariye indirerek ve ulusal baskı üzerinde yoğunlaşarak, metodolojide, üye kaydetme hamlelerinde bir budamaya gittiler. Sömürüden sözetmek artık bir amaca hizmet etmiyordu ve aslında utanç verici olmaya başlamıştı, çünkü şurası çok açıktı ki, başarılı devrimciler olan ücretli işçiler, ücretli emeği sona erdirmeyi başaramamış, tersine onu ülke çapında yaymışlardı.
Amerikalı işadamları kadar pragmatik olan yeni devrimciler, ücretli emeğin kurtuluşundan değil, ulusal kurtuluştan sözediyorlardı artık.[5] Bu tip kurtuluş, romantik ütopiklerin rüyası değildi; o mümkün olan neyse oydu ve mümkün olan da varolan dünyada mevcuttu, insan ancak varolan dünyada zaten gerçekleşmiş ve kendine faydası olan bir şeye ihtiyaç duyardı. Ulusal kurtuluş, ulusal başkanın ve ulusal polisin iktidarsızlığın zincirlerinden kurtuluşundan başka bir şey değildi; Başkanın, koltuğuna oturması ve polis gücünün kuruluşu, rüya değil, denenmiş ve test edilmiş stratejinin, bilimin parçalarıydı.
Faşist ve Nasyonal Sosyalist Partiler, önce bu stratejinin işleyeceğini, Bolşevik Parti’nin başarısının tekrarlanabileceğini ispat etmeliydiler. Ulusal başkanlar ve onların görevlileri iktidara yerleştiler ve büyük ulus yaratmak için gerekli olan ön sermaye prosedürünü başlattılar. Faşistler, Afrika’nın işgâl edilmemiş son kalan bölgelerinden birine girdiler ve daha önceki endüstricilerin sömürgeci imparatorluklarını yiyip bitirdikleri gibi, onu da yiyip bitirdiler. Nasyonal Sosyalistler, Stalin’in kulakları gibi, yağmalanacak değerli mallara sahip oldukları için ilkel birikimin ilk kaynağı olarak gördükleri ve diğer Almanlar kadar “birleşik Almanya”nın üyesi bir iç halk olan Yahudiler’i hedef aldılar.
Siyonistler, bir dini bir ırka indirgemekte Nasyonal Sosyalistlerden de önce geliyorlardı ve Nasyonal Sosyalistler, ırkçılığı bir araç olarak kullanmada Amerikan öncülerini örnek alabilirlerdi. Hitler’in elitinin, büyük kütüphaneleriyle bilimsel kurumları için malzeme olarak kullanmak üzere, Amerikan ırkçı araştırmalar külliyatını tercüme etmesi yeterliydi. Nasyonal Sosyalistler, daha önceleri Amerikalılar, Kuzey Amerika’nın yerli nüfusuna ne yaptılarsa, Yahudiler’e aynısını yaptılar; fazladan, insanların sürülmesi, mülksüzleştirilmesi ve imhası görevini yerine getirmek için daha sonraki ve daha etkili teknolojiyi de uygulayarak. Fakat bu daha sonraki imhacılar, yenilikçi değildiler; yalnızca, sahip oldukları koşullardan yararlandılar.
Faşistlere ve Nasyonal Sosyalistlere, dağılan Göksel Imparatorluğun, Rusya ve devrimci Çin endüstricileri için bir ön sermaye kaynağı olacağından korkan Japon imparatorluk kurucuları da eklendi. Bir Mihver devletleri bloku kuran bu üç ülke, dünyanın kıtalarını ilkel sermaye birikiminin kaynaklarına dönüştürmeye giriştiler. Sömürgelere ve kurulu kapitalist devletlerin topraklarına tecavüz etmeye başlayıncaya kadar diğer uluslar tarafından taciz edilmediler. Ulusların yöneticileri sömürgeleştirmenin yasalarını belirlediğinden beri iç sömürge hep legal kabul edildiğinden, kurulu kapitalist devletlerin içsel sömürgeler haline getirilmesi mümkündü, kaldı ki, bu iç sömürge uygulaması, Leninistler ve Stalinistler tarafından zaten yürürlüğe konmuştu. Ne var ki, böyle bir uygulama, koşullarda büyük bir değişmeye yolaçacaktı ve bir dünya savaşını kışkırtmadan bunu ülke dışına taşımak mümkün değildi. Mihver devletleri bunu yaptılar ve kaybettiler.
Savaştan sonra, çok sayıda mantıklı insan, Mihver devletlerinin hedefinin akılcı olmadığını ve Hitler’in bir deli olduğunu ileri sürdü. Ne var ki, aynı mantıklı insanlar, George Washington ve Thomas Jefferson gibi insanların aklı başında ve mantıklı olduğunu düşünmektedirler, üstelik bu adamlar, koca kıtayı işgâl etmeye, kıta halkını sürmeye ve imha etmeye, böyle bir projenin uygulanma şansının, Mihver devletlerinin projesinin uygulanma şansından daha az olduğu bir dönemde karar verdikleri halde.[6] Washington ve Jefferson tarafından uygulanan teknoloji kadar fizik, kimya, biyoloji ve sosyal bilimler de Nasyonal Sosyalistlerin uyguladıklarından son derece farklıydı. Ama eğer bilgi güçse, eğer eski öncülerinin atlı araba çağında insanları barutla öldürmeleri ve sakatlamaları akılcıysa, Nasyonal Sosyalistlerin, bu roket, denizaltı ve “çevre yolu”* çağında, insanları korkunç patlayıcılarla, gazla, kimyasal silahlarla öldürmeleri ve sakatlamaları neden akıl dışı olsun?
Naziler, herhalükârda, Amerikalılardan daha fazla bilime bağlıydılar. Kendi dönemlerinin dünyasında, genellikle bilimsel verimlilikle aynı anlama geliyorlardı. Her şeyi dosyaladılar, buluşlarını düzenledikleri tablolarda sıraya dizdiler, bu tabloları bilimsel dergilerde yayımladılar. Onların arasında, ırkçılık bile, sınırlardaki kışkırtılmış kalabalıkların değil, zengin kurumların mülkiyetiydi.
Birçok makûl insan, başarısızlıkla deliliği aynı görür gibidir. Bu ilk kez olmuyor. Birçokları, Napolyon hapiste ya da sürgündeyken onu deli diye nitelendirmişlerdir, ama Napolyon imparator olarak yeniden ortaya çıktığında aynı insanlar ona saygı göstermiş, hattâ önünde yerlere eğilmişlerdir. Hapislik ve sürgün, yalnızca deliliğin çaresi değil, aynı zamanda deliliğin belirtileri olarak görülür. Başarısızlık budalalıktır.
Üçüncü nasyonal sosyalist öncü, Mao Zedung (ya da nasyonal komünist; bu ikinci sözcük önemli değildir, çünkü o bir tarihî kalıntıdan başka bir şey değildir; “sol kanat faşist” ifadesi amaca daha uygundur, ama o da nasyonalist sözcüğünün ifade ettiği anlamı tam olarak veremez), Lenin, Çarların İmparatorluğu için ne yaptıysa, Göksel Imparatorluk için aynı şeyi yapmanın üstesinden geldi. Dünyanın en eski bürokratik aygıtı, ne daha küçük birimlere, ne de endüstrileşmiş diğer ülkelerin sömürgelerine dönüşerek dağıldı; “Ezilen halklara” yol gösteren bir Halk Cumhuriyeti şeklinde büyük bir değişikliğe uğrayarak yeniden ortaya çıktı.
Başkan ve kadrosu, haleflerinin uzun bir yol boyunca devam eden ayak izlerini takip ettiler ve Göksel İmparatorluğu, tasfiyelerle, baskılarla, son olarak da büyük ileri atılımlarıyla desteklenen geniş bir ön sermaye kaynağına dönüştürdüler.
Bundan sonraki adım, Rusya modelini izleyerek, yani ulusal polis aracılığıyla, kapitalist üretim sürecini başlatmak oldu. Bu, Çin’de de, Rusya’dakinden daha iyi bir şekilde yürümedi. Anlaşılan, işletme fonksiyonları, güvenirlilikleriyle insanları kandırma yeteneğine sahip dolandırıcı ve kalpazanlara bırakılmış olmalıdır ve polisler, gerekli güveni genellikle kazanamıyorlardı. Ama bu, Maoistler açısından, Leninistler için olduğundan daha az önemliydi. Kapitalist üretim süreci ise önemini korudu, bu en azından ilkel birikimi düzenlemek kadar önemliydi, çünkü sermaye olmadan ne iktidar ne de ulus olurdu. Fakat Maoistler, kendi yöntemlerinin üstün endüstrileşme yöntemi olduğu konusunda çok fazla iddialı olmadılar, hattâ bunu pek fazla da ileri sürmediler ve bu yüzden Ruslardan daha az beklenti içinde oldular, dolayısıyla endüstriyel politikalarının sonuçlarından daha az hayal kırıklığına uğradılar.
Maoist model, tüm dünyadaki güvenlik güçlerine ve öğrencilere, kendini, denenmiş ve test edilmiş iktidar metodolojisi, ulusal kurtuluş stratejisi olarak sundu. Genellikle Mao Zedung Düşüncesi olarak bilinen bu bilim, hedeflediği başkanlara ve kadrolara, insanlar, insan faaliyetleri ve hattâ düşünceler üzerinde kerameti kendinden menkul bir iktidara sahip olma olanağı sunuyordu. Engizisyonlarına ve itiraf ettirme mekanizmalarına rağmen Katolik Kilisesinin papası ve din adamları asla böyle bir iktidara sahip olmamışlardı, bunu reddettiklerinden değil, modern bilim ve teknolojinin aygıtlarına sahip olmadıkları için.
Ulusal kurtuluşun son aşaması, parazitlerin temizlenmesidir. Kapitalizm, halihazırda parazitlerin doğasını arındırmış ve doğanın büyük kısmını, endüstrileşme süreci için hammaddeye indirgemişti. Modern nasyonal sosyalizm ya da sosyal nasyonalizm, parazitlerin insan toplumundan da tasfiye edilmesi beklentisini ileri sürüyordu. Parazit insanlar her zamanki gibi ön sermayenin kaynaklarıydı, ama sermaye her zaman “maddi” değildi; o, aynı zamanda kültürel ya da “ruhsal” da olabilirdi. Halkın adetlerine, mitlerine, şiirlerine ve müziğine de doğal olarak el atıldı; eski “folk kültürü”nün bazı müzik ve adetleri, ulusal görünüşün ögeleri, ortaya çıkarılan ulusal birikimin dekorasyonları olarak yeniden ortaya çıkarıldı, işlendi ve ambalajlandı; gelenekler ve mitler, bir ya da daha çok “sosyal bilim” tarafından işlenecek hammaddeler haline getirildi. Ücretli emeğe karşı duyulan yabancılaşmanın yolaçtığı işçilerin yararsız öfkelerine bile el atıldı. Ulusal kurtuluş gerçekleşince, ücretli emek ağır bir yük olmaktan çıkar ve zevkle yerine getirilen ulusal bir yükümlülük haline gelir. Tam ulusal kurtuluşun sakinleri, Orwell’in 1984’ünü, eski çağları anlatan antropolojik bir inceleme olarak okurlar.
Bu devletin durumunu hicvetmek artık mümkün değildir. Her hiciv, başka bir ulusal kurtuluş cephesinin İncili olma tehlikesi taşır.[7] Her hicivci, yeni bir dinin kurucusu olma, bir Buda, Zarathustra, İsa, Muhammed ya da Marx olma tehlikesi taşır. Egemen sistemi teşhir eden her yıkıcılık, sistemin işlevlerine yöneltilen her eleştiri, ulusal kurtuluşçuların atı için yem, orduları kuranlar için lehim malzemesi haline gelir. Çok sayıdaki versiyonları ve revizyonlarıyla birlikte Mao Zedung Düşüncesi, total bir bilim olduğu kadar total bir teolojidir de; O, sosyal fizik olduğu kadar kozmik metafiziktir. Fransız Ulusal Sağlık Komitesi, kendisinin, Fransız ulusunun genel iradesinin cisimleşmesi olduğunu iddia ediyordu. Mao Zedung Düşüncesinin revizyonları, dünyanın bütün ezilenlerinin genel iradesinin cisimleşmesi olduklarını iddia ediyorlar.
Bu düşüncenin sürekli değişmesi gerekmektedir, çünkü onun ilk formülasyonları, dünyanın sömürgeleştirilmiş halklarının hiçbirine uygun değildir. Dünyanın sömürgeleştirilmiş hiçbir halkı, geçmiş iki bin yıl boyunca bir devlet aygıtının desteğine sahip Çin’in mirasını paylaşamaz. Dünyadaki çok az sayıda ezilen halk, uzak ya da yakın geçmişte bir ulusun özelliklerine sahiptir. Bu düşünce, ataları, ulusal başkan, ordu ya da polis, kapitalist üretim tarzı olmadan yaşayan, bu yüzden de ön sermayeye ihtiyaç duymayan halkları kabul etmek zorunda kalmıştır.
Bu revizyonlar, başlangıçtaki düşünceyi, Mussolini, Hitler ve İsrail Siyonist devletinden ödünç alınanlarla zenginleştirmeyi başarmışlardır. Mussolini’nin, ulusu devletle bütünleştirme teorisi, merkezî doktrini oluşturur. Küçük ya da büyük, endüstrileşmiş ya da endüstrileşmemiş, yoğunlaşmış ya da dağınık olsun, bütün halklar, geçmişleriyle değil, ancak ruhlarıyla, olanak ve keyfiyetleriyle, ulusal kurtuluş cephesi biçiminde ortaya çıkan potansiyelleriyle ulus olarak görülmelidir. Hitler’in (ve Siyonistlerin) ulusu ırksal bir varlık olarak görmeleri diğer bir merkezî doktrindir. Kadrolar, atalarının kanını taşıyan ve adetlerini izleyen halkın arasından devşirilir ve sonuçta, ulusal kurtuluşçular, dil, inanış, adet ve silahlarıyla baskıcılardan ayırdedilemez hale gelir; onları birbirlerine ve kitle temellerine bağlayan lehim maddesi, Amerika’da beyaz hizmetkârı beyaz patrona bağlayan lehim maddesinin aynısıdır; “ırksal bağlar” kimliksiz olana kimlik kazandırır, akrabası olmayanı akrabalık ilişkileri içine sokar, cemaatini yitirmiş olana cemaat sunar; kültürel tükenişin son bağıdır bu.
Bu revize edilmiş düşünce, artık Afrikalılara olduğa kadar Navahoslara, Apaçilere olduğu kadar Filistinlilere de uygulanabilmektedir.[8] Mussolini, Hitler ve Siyonistlerden ödünç alınanlar ustaca gizlendi, çünkü Mussolini ve Hitler, iktidarı ellerinde tutmayı becerememişlerdi ve Siyonistlerin başarıları, onların devletini, diğer bütün ulusal kurtuluş cephelerine karşı bir dünya jandarması haline getirmişti. Lenin, Stalin ve Mao Zedung, kendilerine verilen krediye fazlasıyla hakederler.
Revize edilmiş ve evrensel olarak uygulanabilir modeller, orijinalleri kadar işlevseldirler, ama çok daha pürüzsüz bir şekilde uygulanabilirler; ulusal kurtuluş uygulanır bir bilim haline gelmiştir; aygıtlar sürekli olarak test edilmektedir; orijinalindeki dolaşık fikirlerin hepsi artık düzeltilmiştir. İhtiyaç duyulan, makineyi çalıştıracak bir sürücü, transmisyon kayışı ve yakıttır.
Sürücü, elbette, teorisyenin kendisinden ya da onun en yakın takipçisinden başkası değildir. Transmisyon kayışı, görevliler, aynı zamanda Parti ya da Merkez Komitesi denen örgüttür. Küçük bir k harfi ile ifade edilen bu komünist partinin ne olduğu halk tarafından çok iyi bilinir. O, tasfiyeleri yürüten polis örgütünün çekirdeğidir, kendini de tasfiye ederek liderken Ulusal Lider haline gelecek ve kendini ulus ailesine ya da en azından bankerler, silah tacirleri ve yatırımcılar ailesine adapte ederken, o değişmez düşünceyi yeniden revize etmeye ihtiyaç duyacaktır. Yakacağa gelince: yakacak, ezilen ulus, acı çeken kitleler ve kurtulmuş halktan başkası değildir ve öyle olmaya devam edecektir.
Lider ve görevliler, yurtdışından gelmezler; onlar yabancı ajitatörler değildir. Kapitalist üretim sürecinin ayrılmaz parçasıdırlar. Bu üretim süreci kaçınılmaz olarak ırkçılıkla başarıya ulaşır. Irkçılık, üretimin gerekli bir ögesi değildir, ama (bazı biçimleriyle) ilkel sermaye birikim sürecinin gerekli bir unsuru olagelmiştir ve hemen hemen daima üretim sürecine de sızmıştır.
Endüstrileşmiş uluslar, kendi ön sermayelerini, her zaman imhayla değilse bile, meşrû av ilân ettikleri halkların yağmalanmasıyla, sürgünle, zulümle ve ayrımcılıkla yaratırlar. Akrabalık ilişkileri çözülür, yaşama ortamları yıkıma uğratılır, kültürel yönelişler ve adetler kökünden sökülüp atılır.
Böylesine bir saldırıdan sağ çıkanların torunları eğer geçmişten kalan birkaç yadigârı koruyabilmiş, atalarının kültüründen ufak tefek bir şeyler kurtarabilmişlerse şanslı sayılmalıdırlar. Bu torunların çoğu böyle ufak tefek şeyleri bile kurtaramazlar; bu kültürel kalıntılar tamamen yok olur gider; torunlar çalışmaya koşulurlar; atalarının kültürünü yok eden aygıtın büyümesine hizmet ederler. Çalışma dünyasında, en kötü ve az ücret ödenen işlere sürülürler. Bu, onları çılgına çevirir. Örneğin bir süpermarkette paketlemeci olarak çalışan işçi, stokları ve siparişleri menajerden daha iyi bilir ve ırkçılığın tek nedeninin, kendisinin bir menajer, menajerin de bir paketlemeci olmaması olduğunu düşünür. Bir güvenlik görevlisi de, kendisinin bir polis şefi olmamasının ırkçılığın tek nedeni olduğunu düşünür. Liderin ve görevlilerin biçimlendirdiği ulusal kurtuluş cephesi, köklerini kaybeden, kendilerini süpermarket menajeri ve polis şefi olarak hayal eden insanlar arasında kök salar.
Diğer beklentiler daha karamsar göründüğü için, milliyetçilik mülksüzleştirilenlere çekici gelmeye devam eder. Ataların kültürü yıkıma uğratılır; pragmatik standartlar açısından o işe yaramazdır; yalnızca kendilerini işgâlcilerin sistemine uyduran atalar hayatta kalmıştır ve onlar da yaşamlarını çöp dökülen varoşlarda sürdürmek zorundadırlar. Şairlerin ve hayalcilerin çeşitli ütopyaları ve “proletaryanın çok sayıda mitolojisi” de işe yaramaz hale gelmiştir; bunlar kendilerini pratikte kanıtlayamamışlardır; bunlar, martavaldan, boş hayalden, lakırdıdan başka bir şey değildir; gerçek proletarya, patronlar ve polis kadar ırkçıdır.
Süpermarket paketleyicisi ve güvenlik görevlisi, eski kültürle bağlarını yitirmişlerdir; aslında pratik işadamının, şairlere, serserilere ve hayalcilere karşı aşağılayıcı tavrıyla bertaraf edilmiş olan hayaller ve ütopyalar onları ilgilendirmemektedir. Milliyetçilik, onlara somut bir şeyler sunmaktadır, denenmiş, test edilmiş ve işe yaradığı bilinen bir şeyler. Milliyetçilik onlara ezen olma umudunu sunduğunda, ezilenlerin torunlarının ezilen olarak kalması için mantıki bir neden kalmamaktadır. Kurbanların uzak ve yakın akrabaları, pekâlâ ırkçı bir ulus-devlet olabilirler; kendilerini, diğer insanları toplama kamplarına süren, canlarının istediği gibi itip kakarak düzene sokan, onlara karşı jenositler düzenleyen, onları yağmalayarak ön sermayeyi elde eden çobanlar haline getirebilirler. Ve eğer Hitler’in kurbanlarının “ırksal akrabaları” bunu yapabilmişlerse, bir Washington, bir Jackson, bir Reagan ya da bir Begin’in kurbanlarının uzak ya da yakın akrabaları neden yapamasınlar ki?
Her ezilen halk, ezen ulusun negatif fotoğrafı gibi bir ulus olabilir, bu, eski paketleme işçisinin süpermarket menajeri, eski güvenlik görevlisinin polis şefi olduğu yerdir. Doğrulanmış stratejiyi uygulayarak, her güvenlik görevlisi, kadim Roma’nın muhafız birliklerinin izlediği yolu izleyebilir. Bir yabancı maden şirketinin güvenlik polisi, kendini bir cumhuriyet, kurtulmuş halk ilân edebilir ve onlardan geriye bir şey kalmayıp, artık kurtuluşun sona ermesi için dua eder hale gelecekleri ana kadar onları kurtarmaya devam eder. Hattâ, iktidarı ele geçirmeden önce bile, bir çete, kendini bir Cephe olarak adlandırabilir ve hâlâ ihtiyacını duyduğu bir şeyler için ağır vergiler salıp, yoksul insanlara sürekli polisiye baskı uygulayabilir. Nedir ihtiyacı duyulan bu şeyler: bir haraç toplama örgütü ve bir vurucu birlik, yani halkın kendi ek vergi toplayıcıları ve polisi. Bu yollarla, halk, kendi ezilen atalarının özelliklerinden kurtulabilir; endüstri öncesi zamanlardan ve kapitalist olmayan kültürden hâlâ yokolmadan kalmış tüm kalıntılar sonunda tamamen ortadan kaldırılır.
Jenosidi anlamanın, katliamları hatırlamanın, insanları yalnızca sistemi parçalama isteğine sürükleyeceği fikri doğru değildir. Milliyetçiliğin bitmeyen çekiciliği, bunun tersinin daha doğru olduğunu göstermektedir, yani jenosidi anlamak, insanları jenoside yönelik ordulara sürükleyebilir, katliamları hatırlamak ise onları katliamlara girişmeye sevkedebilir. Kaybolanları hatırlatan duyarlı şair, bunları belgeleyen araştırmacı, atomun yapısını keşfeden salt bilimciye benzerler. Uygulamacı bilimadamı, atomu parçalarına ayırma keşfini bütün atomları parçalarına ayıracak silahları üretmekte kullanır; milliyetçiler ise, şiiri, halkları bölmede ve kaynaştırmada, jenosit uygulayıcısı ordulara seferber etmede, yeni katliamlara sevketmede kullanır.
Salt bilimciler, şairler ve araştırmacılar, yıkıma uğrayan kırları ve kül olmuş cesetleri gördüklerinde, kendilerinin bunda bir sorumluluğu olmadığını düşünürler. Acaba o kadar masum mudurlar gerçekten?
Marx’ın gözlemlerinden en azından biri doğru gibi geliyor bana: kapitalist üretim sürecine adanmış her dakika, endüstriyel sisteme katkıda bulunan her düşünce, doğaya, kültüre, hayata düşman bir iktidarın büyümesine hizmet eder. Pratik bilim dışta, uzakta bir şey değildir; o, kapitalist üretim sürecinin parçalarından biridir. Milliyetçilik, dışardan gelen bir şey değildir. O, aynı gölleri, havayı, hayvanları ve insanları zehirleyen kimyasal atıklar gibi, aynı makro-doğanın radyoaktiviteye tabi tutulmasının hazırlanması için mikro-doğayı radyoaktife tabi tutan nükleer santraller gibi, kapitalist üretim sürecinin ürünüdür.
Son bir not olarak, bir soruyu yanıtlamak istiyorum. Soru şudur: “ezilen insanların torunlarının bir süpermarket menajerinden ya da polis şefinden daha iyi olduğunu düşünmüyor musunuz?” Benim yanıtım, bir başka sorudur: Toplama kampı yöneticisi, ulusal cellat ya da işkenceci, ezilen insanların torunlarından biri değil midir?
Çeviren GÜN ZİLELİ-KEMAL ORCAN
(*) Bu makale, ilk olarak 1984 kışında Fifth Estate’de (Detroit) yayımlanmış ve daha sonra da Black&Red yayınevi tarafından basılmıştır. Aynı makale, Fredy Perlman’ın en önemli bazı makalelerinin toplandığı, Anything Can Happen (Phoenix Press, Ekim 1992, Londra) adlı kitabın içinde de yeralmaktadır.
(*) Güney Amerika’da olduğu farzedilen altın ülkesi. (ÇN)
(*) Hanover hanedanlığı kastediliyor. (ÇN)
[1] Kapital’in birinci cildinin alt başlığı, A Critique of Political Economy: The Process of Capitalist Production’dur (Charles H. Kerr&Co. tarafından yayımlanmıştır, 1906; Random House tarafından yeniden basılmıştır, New York).
[2] A.g.y., s. 784-850: Bölüm VIII: “The So-Called Primitive Accumulation.”
[3] E. Preobrajenski, The New Economics (Moskova 1926; bu kitap, meşum, “sosyalist ilkel birikim yasası” olarak takdim edilmiştir.
[4] Bkz. The Development of Capitalism in Russia (Moskova 1964; ilk olarak1899’da basılmıştır). 699. sayfadan aktarıyorum: “Eğer... bugünkü teknik ve kültürün genel düzeyiyle başarılabilen şimdiki gelişmenin hızıyla karşılaştıracak olursak, Rusya’da kapitalizmin bugünkü gelişme oranının gerçekten yavaş olduğu düşünülebilir. Alabildiğine yavaştır, çünkü kapitalizmle uyuşmayan kadim kurumları bu ölçüde ayakta kalmış, gelişmeyi önleyen ve üreticilerin koşullarını bu ölçüde kötüleştiren bir başka kapitalist ülke yoktur...”
(*) Amalthea’nın boynuzu. Bolluğu temsil eder. (ÇN)
[5] Ya da devletin kurtuluşundan: “Bizim mitimiz ulustur, büyük ulustur”; “ulusu yaratan, iradeyi ihsan eden devlettir ve bu yüzden bir halkın gerçek hayatı, o halkın moral birliğini ayakta tutmaktır”; “Azami özgürlük, daima, devletin azami gücüyle elele gider”; “Her şey devlet için; devletin dışında ve ona karşı ise hiçbir şey.” Che cosa A il fascismo and La Dottrina del fascismo’dan, G.H. Sabine tarafından alıntılanmıştır, A History of Political Theory (New York, 1955), s. 872-878.
[6] “... yerleşimlerimizin tedrici yayılması kesinlikle kovalanın kurda benzeyen, vahşetle göğüs göğüse gelerek gerçekleşir; her ikisi de, farklı biçimlerdeki av hayvanlarıdır” (G. Washington, 1783). “Eğer bir kabileye karşı baltamızı kaldırmak zorunda kalırsak, onu imha etmeden ya da sürmeden asla indirmeyiz. (T. Jefferson, 1807). “... zalim katliamcılar, sınır boylarımızdaki insanlarımızın kadınlarını ve çocuklarını ani baskınlarla öldürerek bizi, imha seferlerine çıkmak ya da onları ulaşamayacağımız yeni bölgelere sürmek zorunda bıraktılar.” (T. Jefferson, 1813). Richard Drinnon tarafından alıntılanmıştır, Facing West: The Metaphysics of Indian-Hating and Empire Building (New York, 1980), s. 65, 96, 98.
(*) Yazar burada, “çevre yolu” anlamına gelen “freeway’s” sözcüğünün, tam sözcük anlamıyla da dalga geçmiş oluyor. (ÇN)
[7] Black&Red, Machiavelli’nin feodal prenslere önerilerini modern devrimci prenslere öneren Michael Velli’nin yazdığı bir “nasıl yapılır rehberi” niteliğindeki sahte Manuel for Revolutionary Leaders’ini on yıl önce yayımlayarak bu durumu hicvetmeye çalışmıştı. Bir şarlatanlıktan başka bir şey olmayan bu “Elkitabı” Mao Zedung düşüncesini, Lenin, Stalin, Mussolini, Hitler ve onların çağımızdaki izleyicilerinin düşünceleriyle kaynaştırmakta ve devrimci örgütlerin hazırlıklarıyla, tam iktidarı ele geçirmeleriyle ilgili, insanın kanını donduran reçeteler sunmaktadır. Bu “Elkitabı”nın ileri sürdüğü önerilerin en az yarısı, şu işe bakın ki, tutkulu ulusal kurtuluş liderlerinden alınmadır ve muhtemelen bugünkü milliyetçi metafiziğin bazı versiyonları, Michael Velli’nin reçetelerini içermektedir.
[8] Abartmıyorum. Önümde, J. Sakai tarafından kaleme alınmış The Mythology of the White Proletariat: A Short Course of Understanding Babylon (Şikago 1983) adlı, kitap büyüklüğünde bir broşür duruyor. Bu, Mao Zedung Düşüncesini Amerikan tarihine uygulayan, şimdiye kadar gördüğüm en etkili Maoist çalışma. Yazar, dokümanlarla ve açıklamalarla, zaman zaman oldukça canlı örnekler vererek, Amerika’nın baskısıyla köleleştirilen Afrikalılardan, yerlilerin Amerikan kıtasından sürülmelerinden ve imha edilmelerinden, Çin’in ırkçı yağmaya tâbi tutulmasından, Japon kökenli Amerikalıların toplama kamplarına atılmalarından sözetmektedir. O, bütün bu akılalmaz terör deneyimlerini, bunları uygulayan sisteme alternatif yollar aramak için değil, sistemin kurbanlarını kendi içlerinde aynı sistemi yeniden yaratmaya ikna etmek için ortaya koymaktadır. Bu çalışma, Lenin, Stalin, Mao Zedung ve Ho Şi Minh gibi başkanlardan alıntılar ve resimler serpiştirerek baskıcı hedeflerini örtbas edemez; o, Afrikalılar’a olduğu kadar Navahoslar’a, Apaçiler’e olduğu kadar Filistinliler’e de bir parti örgütlemelerini, iktidarı ele geçirmelerini ve parazitleri tasfiye etmelerini öğütlemektedir.