GİRİŞ
“Avrupa’nın Birliği” fikri kökleri ortaçağa kadar uzanan çok eski bir öngörü.[2] 18. yüzyıl ortalarına kadar esas olarak dinsel-ideolojik motivasyondan beslenen bu öngörü, bugün kendisini Avrupa Birliği (AB) projesinde somutlaştıran, politik, ekonomik ve kültürel birlik idealiyle Avrupa kıtası tarihinin en büyük tarihsel projesi olarak algılanmaktadır. Bu, Avrupa için kendisini tanımlama bahsi de aynı zamanda. Avrupa fikrinin ilk kurucuları Avrupa’nın tanımlanması sorunu ile pek uğraşmamışlar ve belki de bunu o dönemin kontekstinde gerekli görmemişler. Böylesi bir çaba bugüne özgü bir zorunluluk. Zira, Avrupa’yı Atlantik’ten Urallar’a kadar uzanan coğrafi bir alan olarak algılayan klasik tanımlamalar sadece eksik kalmıyor, Avrupa’nın şu an yaşadığı evrime de uymuyor; Sosyalist Blok’un dağılmasından önceki Avrupa tanımlaması sonrakinden farklı olsa gerek. Bu yüzden de, Avrupa’nın inşâsı ve geleceği üzerine yapılan tartışmalar kaçınılmaz olarak Avrupa’nın kendini nasıl tanımladığı sorunsalı etrafında dönmektedir.
Sadece AB’nin kendi özel ihtiyaçlarına cevaplar aramakla sınırlı kalmayan Avrupa’nın inşâsı sorunsalı aynı zamanda, Berlin Duvarı’nın yıkılışından sonra, Avrupa’da oluşan yeni kontekstin temel sorularını da (birlik, güvenlik vb.) yanıtlamak gibi bir görevle karşı karşıya bulunuyor. AB’nin inşâsı üzerine sayısız entegrasyon proje ve modelleri öneriliyor ve tartışılıyor. Bunların ortak paydasını AB’nin inşâsını kimlik ve genişleyerek derinleşmek paradokslarından çıkarma arayışları oluşturmaktadır. Başka bir deyimle modeller, Birliğin kendisini içsel reformlarla derinleştirme zaruretini onun karşı karşıya kaldığı genişleme zorlaması ile nasıl bağdaştırabileceği ya da bağdaştıramayacağı sorunsalını incelemektedir. Her genişleme teorisi belli bir coğrafi sınır ve kimliksel tanımlama değişkenine son derece yakından bağlıdır. Zaten kendisini politik yapı olarak da algılayan bir birlik, elbette ki kendine aidiyet kriterini netleştirmesi gerekiyor. AB Komisyon Başkanı Jacques Santer’in vurgusu bir tesadüf değil: “Eğer Avrupa kendini serbest değişim bölgesi olarak değil de bir Birlik olarak görüyorsa, bazı sınırlar belirlemesi kaçınılmazdır.”[3]
Avrupa’nın inşâsı üzerine önerilen bir dizi entegrasyon modellerinden, önemi, ve orijinalliğini göz önüne alarak beş tanesini seçtik.[4] Bunlar: 1) Guy Héraud’un “Etniler Avrupası” önerisi, 2) Jacques Attali’nin “Kıtasal birlik” projesi, 3) “Özekdeş halkalar” modeli, 4) Alman Hiristiyan demokrat partilerinin (CDU-CSU) savunduğu “Ana çekirdek” modeli ve son olarak da 5) Savunuculuğunu daha çok Fransızlar’ın yaptığı “Üç halkalı birlik” projesi.
Bu metin yukarıdaki modellerin Avrupa’nın geleceğini nasıl algıladıklarını ve ne tür öngörüler ileri sürdüklerini özetlemeyi amaçlıyor. Sonuç bölümünde ise bir taraftan entegrasyon modellerinin bir sentezini yaparken diğer taraftan AB-Türkiye ilişkilerine değin birtakım düşüncelerimi ifade edeceğim.
1. “ETNİLER AVRUPASI” MODELİ: “ETNİK DEMOKRASİ”YE DOĞRU
Avrupa’nın inşâsı üzerine yapılan tartışmalarda “Halklar Avrupası“, “Yurttaşlar Avrupası”, “Uluslar Avrupası” gibi kavramlar, egemen kriter olarak beliren ekonomik konsepte alternatifler olarak ileri sürülmektedir.[5] Sovyetler Birliği’nin dağılması sonucu kendini hissettiren Avrupa ulusları, devletleri ve halkları arasında yeni dengelerin kurulması ihtiyacı bu alternatif arayışlara bir arka plan oluşturmaktadır.
Guy Héroud’un “Etniler Avrupası”[6] adlı kitabında, bu arka plandan hareket ederek sergilediği modelin kalkış noktası şu: Avrupa’da barışı tehdit eden yerel savaşlar ve istikrarsızlıklar egemen devletlerin himayeleri altında tuttukları halklar ve azınlıkların kendi kaderlerini tayin etme istek ve iradelerine karşı gösterdikleri hoşgörüsüzlükten beslenmektedir. Bu yüzden, istikrarsızlık unsuru olan etnik azınlıkları hesaba katacak bir çözüm bulmak gerekiyor.
Héroud, Avrupa ve Rusya’nın etnik gruplarını bir sınıflandırmaya tâbi tutuyur. Etnotipin biçimlenmesindeki öneminden dolayı, dil ve kültürel ögeleri sınıflandırma için temel değişkenler olarak alıyor. Sınıflandırmaya göre, Avrupa ülkeleri bünyesindeki devletleşememiş etnik gruplar ve azınlıklar “Avrupa’nın etnik azınlıklar topluluklarını“ oluşturuyorlar. Bundan sonra, Héroud’a göre, bu azınlık toplulukların kendi özgürlüklerine kavuşacakları koşulları hazırlamak kalıyor. Felsefi gıdasını ulus-devlet modelinden alan ve çoğunluk prensibine göre çalışan geleneksel-klasik demokrasi konseptlerinin azınlıklar sorununu çözmekteki başarısızlığı açık. Zira, geleneksel demokrasiler bir halkın bir başka halk tarafından egemenlik altına alınmasını olanaksızlaştırmıyor; tam tersine, bir çok durumda, etnik çeşitlilik ulusal birliği parçalayan bir “tehlike” olarak algılanıyor. Ve bu “tehlike”yi kontrol altında tutma isteği egemen çoğunluğu azınlıklara karşı genellikle baskıcı politikalar uygulamaya zorluyor. Öyleyse bu durumda ne yapmak gerekir? Héroud’a göre önce, referandumlar aracılığı ile bütün azınlıklara kendi kaderlerini tayin etme hakkını tanıyarak, özgürlükleri verilmeli veya iade edilmelidir.[7] Daha sonra ise, “içinde her halkın kendi devletsel aidiyetini seçtiği bir rejim” olan “etnik demokrasi”yi kurmak gerekiyor.[8] Etnik çoğulculuğu demokrasinin temeli olarak gören bu yeni demokratik düzen böylece, etnik temizlik ve kavgaları önleyecek bir güce sahip olacaktır.
Soru: Böyle bir demokratik oluşum Avrupa’da ne tip bir yapılanmayı gerektirir? Héroud’un modelinin bu soruya yanıtı, aznıklara ayrılma hakkını da tanıyan bir federal yapılanma olur. Çünkü, diyor, “etnik programların sistemleştirilmesi federasyonu gerekli kılar”.[9] Avrupa’nın uluslarının ve bölgelerinin oluşturacağı bu federasyon bünyesinde “uluslar ve bölgeler farklı yetkilere sahip olacaklar: Birinciler kendilerini dil ve kültüre adarlarken, ikinciler politik ve ekonomik yetkiler gibi önemli görevlerle donatılacaklar.”[10] Bir federalist modelin burada önerilmesinde faydacı bir yaklaşımın izlerini buluyoruz: ulus-devletlerin azınlık haklarını tanıyan yaptırımlardan sürekli kaçtıkları gözlemi, yaptırımcı gücü yüksek bir üst kurumsal organın varlığını (federasyonu) azınlık haklarının garanti altına alınması ve tanınması için gerekli görüyor.[11]
Kısaca özetlemek gerekirse Héroud’un modeli, Avrupa’nın uyumlu birliğinin sağlanmasını bünyesinde barındırdığı etnik azınlıklara tanınacak özgürlüklerin doğuracağı barış ve istikrar ortamına endekslemektedir. Bunun yoluda etnik çoğulculuk ilkesine dayanan “etnik demokrasi” diye tanımladığı ve federalist oluşumu öngören yeni bir demokratik düzenden geçmektedir.
2. “KITASAL BİRLİK” MODELİ: EKONOMİK DİNAMİĞİN ROLÜ
Europe(s)[12] -Avrupa(lar)- adlı kitabında Jacques Attali, Avrupa’nın gelecekteki mimarisi için bir birine alternatif üç olası modeli eleştirdikten sonra “kıtasal birlik” diye adlandırdığı kendi modelini tanıtıyor.[13] Her biri göreceli bir öneme sahip bu modellerin hepsinin burada tanıtma olanağımız malesef yok. Kısa bir dipnotla yetinmek zorunda kalmamız bu modellerin önemini küçümsediğimiz anlamına gelmemelidir.
“Kıtasal Birlik” modelinin temel özelliği Avrupa coğrafyasına ait hiçbir ulusu Avrupa’nın inşâsı sürecinin dışında tutmamak. Zaten kalıcı bir birlikteliğin oluşması ancak dışlayıcı değil, kapsayıcı bütünleşme modelleri ile gerçekleşebilir. Bu yüzden Avrupa, kıtanın bütün ülkelerini kapsayacak “konfederal kurumlara” sahip olmalıdır. Bu modelde ilginç olan şu: AB, kendisine üye ülkelerle birlikte tek bir birim olarak ve her hangi diğer bir üye ülkenin sahip olacağı sıfatla oluşacak bu konfederal yapıda yerini alacak. Böyle bir mimari elbette, AB’nin genişleme stratejisinin önemini azaltabilir, ama AB’nin kendi entegrasyonunu güçlendirmesinin önünde bir engel olarak da görülmemelidir. “Kıtasal birlik” modeli kendi bünyesinde AB’ye sıradan bir üyelik sıfatı vermesine rağmen, AB’yi yine de Avrupa dinamizmin motoru olarak görüyor. Bu yüzden de AB, ekonomik, sosyal ve politik alandaki örneksel evrimini devam ettirmelidir.
“Kıtasal birlik” çerçevesinde Attali, kıtasal gelişmeyi global politik bir vizyon eksenine oturtacak bir “kıtasal ortak pazar”ın kurulmasını öneriyor.[14] Bu oluşum ortak tarifelerden sermaye, mal ve bireysel serbest dolaşım hakkına kadar birçok alanda kıtanın ekonomik regülasyonunun temel prensiplerini belirlemelidir. Attali’nin modeli Avrupa kıtasının ekonomik durumuna çok iyimser bir gözlemle yaklaşıyor: Avrupa güçlü ekonomik bir dinamiğe sahip ve bu dinamiğin “kıtasal ortak pazar” çerçevesinde değerlendirilmesi ve işletimi bütün bir Avrupa kıtası için son derece önemli bir gelişme faktörü olabilir. Burada model, hem AB’ye hem de onun dışında kalan diğer Avrupa ülkelerine aynı anda yararlı olabilecek ve ekonomik etkileşim temeline dayalı bir yeni ilişki biçimi öneriyor.[15]
“Kıtasal Birlik”in kurumsal öngörüsüne gelince, Attali’nin modeli Avrupa Konseyi’ne son derece önemli bir fonksiyon yüklüyor. Avrupa Konseyi “Kıtasal birlik” oluşumunun parlamentosuna yani anlaşmazlıkları çözmenin politik çerçevesine ve ortak politikaların belirleneceği bir kuruma dönüşmelidir. Kıtanın parlamentosu görevini üstlenecek Avrupa Konseyi’nin yürütme görevini ise “kıtanın birkaç ülkesinden oluşacak güvenlik konseyi” üstlenmeli.[16] Diğer taraftan model, Avrupa’nın savunma sorununu ilerideki bir sürece bırakıyor ve zamanla bir “kıtasal savunma kimliği”nin oluşabileceğini öngörüyor.[17] Örgütlenme biçimi nasıl olursa olsun, bu savunma örgütü Avrupa Güvenlik ve İşbirliği Teşkilatı’nın (AGİT) demokrasi, insan hakları, azınlık hakları ve anlaşmazlıkların çözümü konusundaki ilkelerini kendine kimlik edinmelidir.
Bu modelin en ilginç özelliği, çok kültürlü bir Avrupa fikrini kendine referans alıyor olmasıdır. Avrupa’nın gelecekteki mimarisi “dışlamaya karşı çok aidiyetliği” temel almalı ve “Avrupa artık kendini bir Hıristiyan kulübü olarak değil, İrlanda’dan Türkiye’ye, Portekiz’den Rusya’ya, Arnavutluk’tan İsveç’e kadar uzanan sınırsız bir alan olarak görmelidir.”[18]
3. “ÖZEKDEŞ HALKALAR” MODELİ
İlk kez Tugendhat tarafından ileri sürülen ve AB Komisyonu eski Başkanı Jacques Delors tarafından da destek gören Avrupa’nın geleceği için “özekdeş halkalar” projesi,[19] “değişken geometri” kavramını yapısal bir çerçeveye oturtuyor. “Değişken geometri” kavramı, AB bünyesinde giderilmesi güç farklılıkların varlığını kabul eden ve üye devletler arasında entegrasyon kapasitelerine göre belli bir ayrımı kalıcılaştıran farklılaşmış bir entegrasyon modeli anlamına gelmektedir.[20]
“Özekdeş halkalar” kavramı ise “sağlam bir topluluğun oluşturacağı bir çekirdek etrafında, farklı entegrasyon seviyeleri ve işbirliği bölgelerinin inşâsı“nı ifade etmektedir.[21] Bu tanım gereği AB, etrafı her biri farklı işbirliği biçimlerini ifade eden üç ayrı halkayla çevrilen bir çekirdek merkez olarak algılanıyor. Aşağıdaki tablo bu halkaların fazla ayrıntısına girmeden özet bir tanıtımını içermektedir.
4. “ANA ÇEKİRDEK” MODEL: İKİ VİTESLİ FEDERALİZM
Helmut Kohl’un etkileyici ideologlarından ve CDU-CSU Bundestag Parlamenter Grup Başkanı Wolfgang Schäuble tarafından formüle edilen “Avrupa politikası üzerine düşünceler” raporu resmî bir karakter taşımasa bile, Kohl hükümetinin Avrupa politikasının temel referanslarını belirliyen bir doküman olarak değerlendirildi Avrupa çevrelerinde.[22] AB’nin üye ülkeleri bünyesinde birçok tartışma doğuran bu rapor, AB’nin hızlı bir “genişleme” ve “derinleşme” sürecini aynı anda yürütmesinin zorunluluğuna işaret ediyor.
1) Genişleme: AB, Avrupa’daki değişimleri dikkate almalı ve “kıtanın doğu kısmı için de kalıcı bir düzenin” yaratılmasına aktif bir şekilde katkıda bulunmalıdır. Bu yüzden AB, genişleme stratejisinde önceliği Orta Avrupa ülkelerine vermelidir. AB’nin Macaristan, Polonya, Çek Cumhuriyeti, Slovakya ve Slovenya gibi Orta Avrupa ülkelerine yönelik genişlemesini rapor, istikrarsızlığın bu bölgeye yeniden yerleşmesini engelleyecek bir unsur olarak görüyor. Aksi durumda bu bölgede başgösterecek bir istikrarsızlık “Almanya’yı Doğu ve Batı arasında zor bir durumla karşı karşıya” getirecektir.[23]
Rusya-AB ilişkilerinin geleceğine yönelik ise rapor, Rusya’nın AB’ye olası üyeliğinden söz etmeden iki birim arasında “partner” tipi bir ilişkinin kurulmasının önemine değinmekle yetiniyor.
2) Derinleşme: “Avrupa politikası üzerine düşünceler” raporunu kaleme alanlar AB’nin mevcut gidişatı konusunda son derece endişeliler. AB projesinin basit bir serbest değişim bölgesine dönüşmesi ve kendi bünyesindeki temel sorunları çözebilecek bir dinamikten yoksun kalabilmesi kendisini bekleyen en büyük tehlike olarak görülmektedir. AB’nin böylesi bir pozisyona düşmemesi için Alman Hıristiyan Demokratlar, Almanya, Fransa, Belçika, Hollanda ve Luksemburg’un bir “ana çekirdek” yapı etrafinda bir araya gelip AB’nin kendi iç entegrasyonunu hızlandırmalarını öneriyorlar. Almanya ve Fransa’nın motor rol oynayacakları “ana çekirdek” grubun temel amacı ise, her alanda kendi ahengini güçlendirerek ortak dış politika ve güvenlik alanında entegrasyon sürecini hızlandırmak olarak tanımlanıyor.
Diğer üye ülkelerin “ana çekirdek” grubun dışında tutulmalarına, bazılarının (örneğin İngiltere) politik birliğe olan çekimserliği, bazılarının ise ekonomik durumlarının hızlı entegrasyon sürecini henüz kaldıracak durumda bulunmamaları neden olarak gösteriliyor. Fakat “ana çekirdek” grubun dışında bırakılan ülkeler “ana çekirdek” yapının uygulamaya koyduğu entegrasyon vitesini takip edebilecek duruma geldikleri an, bu gruba katılabilecekler. Böylece “ana çekirdek” başlıbaşına bir amaç değil, Wolfgang Schäuble’nin deyimi ile diğer üye ülkeler için bir “çekim alanı”[25] oluşturacak. Ve diğer taraftan da, “ana çekirdek” daha çok “AB’nin genişleme ve derinleşmesi gibi birbiriyle çelişkili amaçları bağdaştırabilecek bir araç” olacaktır.[26]
“Ana çekirdek” modeli AB’nin federal sisteme dönüşmesinin ve kurumsal reformlara gitmesinin zorunluluğuna işaret ediyor: a) AB kendisinin, üye devletlerin ve bünyesindeki bölgelerin yetkilerini yeniden tanımlıyacak ve belirleyecek bir “anayasal metni” bir an önce hazırlamalı. b) Demokratikleşme alanında, Avrupa Parlamentosu’nun yetkileri genişletilerek “Konsey ile aynı hukuki haklara sahip bir yasama organı”na dönüştürülmeli. Konsey ise “özellikle hükümetler arası alana ait diğer görevlerinin yanında bir ikinci meclis, yani devletler meclisi temel görevini üstlenmeli”. Böylece bütün kararlar, Konsey ve Avrupa Parlamentosu’nun onayını almış olacak. c) Avrupa Komisyonu ise bir yürütme organının sahip olması gereken yetkilerle donatılarak Avrupa hükümeti sıfatını almalı.[27]
Bu model, daha önceleri de farklı aralıklarla gündeme getirilen “çok vitesli Avrupa” (Europe à plusieurs vitesses)[28] kavramına belli bir yapı kazandırmayı amaçlıyor. Üye ülkelerin “yavaş vites” veya “hızlı vites”li entegrasyon süreci etrafında kümelenmelerini öngören bu model, bazı üye ülkelerin diğerlerine göre daha hızlı gidebilmesine olanak tanıyan çok vitesli entegrasyon sürecini tercih etmektedir. Alman Hıristiyan Demokratları’nın bu görüşü savunmalarındaki temel amaç bir taraftan Almanya’nın ısrarla arzuladığı bazı Orta Avrupa ülkelerinin AB’ye tam üye olmalarını kolaylastırabilmek, diğer taraftan da herhangi bir üye ülkenin “vetosunu kullanarak aralarında işbirliği ve entegrasyonu güçlendirmeyi amaçlayan diğer ülkelerin çabalarını bloke etmesini önlemek”[29] düşüncesidir.
5) “ÜÇ HALKALI BİRLİK” MODELİ: FEDERALİZMİN REDDİ
Alman Hıristiyan Partiler Birliği yöneticilerinin “Avrupa politikası üzerine düşünceler” raporunu kamuoyuna sunmalarından yaklaşık bir ay sonra, zamanın Fransız Başbakanı Edouard Balladur, Figaro gazetesi ile yaptığı bir söyleşide Avrupa entegrasyonu üzerine görüşlerini açıkladı.[30] Balladur’un “üç halkalı birlik” önerisi Avrupan’nın inşâsı hususunda Alman Hıristiyan Birlik partilerinin “ana çekirdek” projesine karşı Fransa’nın yanıtı şeklinde algılandı.
“Üç halkalı birlik” modeli a) Avrupa’da, AB’nin dikkate alması gereken konumsal bir çeşitlilik oluştuğu ve, b) AB’ye üye ülkeler arasında “artan bir şekilde çıkar farklılıklarının” beliriyor olması gibi iki temel gözlemden hareket ediyor. Birinci gözlem AB’nin genişlemesinin kaçınılmazlığına vurgu yaparken, ikincisi AB’nin kendi entegrasyon sürecini koruyup onu daha da ileri götürebilecek bir “ana merkez”in kurumlaştırılmasına işaret ediyor. Böylece “çok vitesli Avrupa” birliği pragmatik ve süreklilik arz eden bir tarzda gelişip ve genişleyerek ilerde “iki, belki de daha ileride sadece tek” bir Avrupa gerçeğine dönüşebilmelidir.[31]
Bu model biri merkezî ve diğer ikisi bunun etrafında kümelenmiş üç halkadan oluşuyor.
A) Birinci merkezî halka entegrasyonda “daha hızlı gitmek isteyen” ülkelerden oluşuyor. Bu merkezî vücut, çok daha iyi bir yapıya sahip ve işbirliğinin öngörüldüğü her alanda ortak kurallara tâbi olması gerekiyor. “Bütün üye devletler bu halkaya katılmaya davet edilmelidirler. Ne var ki, hepsinin bu davete olumlu bir yanıt verebilmesi çok az olasıdır.”[32] Bu yüzden, AB’ye üye ülkeler entegre politikaların tümünü benimseme gibi bir zorunlulukla karşı karşıya kalmamış olacaklar. Böylece merkezî halka, Fransız eski Başbakanı Alain Juppé’nin deyimiyle “güçlendirilmiş dayanışmalar” eksenine oturmuş ve hızlı entegrasyona endekslenmiş sınırlı ve homojen bir yapıya sahip olacaktır.[33]
B) İkinci halka, merkezî halkanın dışında kalan ve kazanılmış topluluk haklarının savunmasına angaje olmuş bütün diğer üye ülkeleri bünyesinde topluyor. Bu halka, AB’nin bir nevi temel yapısını oluşturacak ve aynı zamanda kamu hukuku ilkesi çerçevesinde güvenlik, dış politika, tarım vb. gibi birçok alanda ortak politikalara sahip olacak ve kendisini büyük bir pazar gibi algılayacak.
C) En geniş üçüncü halka ise, AB’ye girmek isteyen bütün ülkeleri bünyesinde barındıracak (örneğin Polonya, Macaristan, Malta, vb. ülkeler). AB bu halkada yeralan ülkeler ile diplomatik ve güvenlik alanında olabileceği gibi ekonomik ve ticari alanlarda da farklı ortak yapılanmalara gidebilecek. Türkiye ve AB arasında 1995 yılı sonunda başlatılan gümrük birliği bu gruptan bir üyenin AB ile tam üyeliğin ötesinde girebileceği ilişkiye bir örnek olarak gösterilebilir.
AB’nin “genişleme” sorununa yaklaşımı açısından bakıldığında Fransız modeli, Alman “ana çekirdek” modeli ile son derece ortak noktalara sahip olmasına rağmen, ondan, AB’nin “derinleşme”sine yönelik önerdiği kurumsal reformlar noktasında ayrılıyor. Alman modeli, AB’nin bütün bir yapısının yeni bir biçime dönüştürülmesine (federalizm) dikkat çekerken Fransız modeli, AB’nin mevcut yapısını koruyarak her alanda karar alma mekanizmalarını iyileştirmesi ve randımanını artırması gibi bir sorunla karşı karşıya olduğunu vurguluyor. Örneğin Komisyon’nun mevcut yapısı korunarak, sorumluluk ve yetki alanlarının daha da netleştirilmesi gerekiyor. Konsey’in bünyesinde ise “anlık oluşan çoğunluğun bütün bir sistemi bloke etmelerini engellemek için” “büyükler”in ağırlığının artırılmasını kaçınılmaz görüyor Fransız modeli.[34] Avrupa Parlamentosu, mevcut rolunu daha iyi yerine getirebilmesi için seçim modelini ve karar alma mekanizmaları sürecini iyileştirmek zorunda.
SONUÇ YERİNE
1989’da Berlin duvarının yıkılmasından sonra oluşan gerçeklik AB’yi çözmesi gereken iki önemli sorunla karşı karşıya getirdi: Genişleme ve derinleşme.
Yukarıda tanıtılan modeller açık veya saklı bir şekilde AB’nin genişleme sorunsalını bir taraftan belli bir Avrupa güvenlik konseptinin oluşturulması, diğer taraftan da, Avrupa’nın kültürel ve coğrafik tanımının belirlenmesi çerçevesinde ele alıyorlar. Bu kriterin önemini AB’nin Doğu Avrupa’ya doğru genişleme projesinde görebilmek mümkün. Jacques Attali’nin “kıtasal birlik” modeli hariç, güvenlik kriteri perspektifinden hareket ederek AB’nin genişlemesine kafa yoran diğer modeller Türkiye’ye genişleme treninde yer vermiyorlar. Zaten Türkiye NATO üyesi ve Avrupa’nın güvenlik sisteminde belli yükümlülüklere sahip. Üstelik Batı Avrupa Birliği’ne de (BAB) gözlemci bir statüyle katılıyor. Bu anlamda Türkiye’yi AB’nin genişleme projesine herhangi bir güvenlik endişesinden dolayı dahil etmek gibi bir zorunluluk belirmiyor modeller açısından. Körfez savaşında olduğu gibi bazı durumlarda Türkiye’nin Avrupa’nın güvenliği için ne kadar önemli olduğu vurgulansa bile, bu önem Türkiye’nin AB’ye tam üyeliğini zorunlu kılacak bir olgu olarak algılanmıyor.
Kültürel kriter açısından bakıldığında, gene Jacques Attali’nin “kıtasal birlik” modeli hariç diğer modeller Türkiye’nin adını bile anmıyor. Alman modelinin tasarlayıcısı Wolfgang Schäuble son derece açık bir şekilde Türkiye’nin Avrupa’daki yerini belirliyor: “Türkiye AB’nin tam üyesi olamaz. Türkiye ile ilişkilerde gümrük birliği gibi özel formüller bulmak lazım. Ama AB’ne kesinlikle entegre etmemek lazım. Eğer Türkiye’yi Birliğ’e dahil edersek yarın Rusya, İsrail hattâ Cezayir gibi ülkelerin üyelik başvurularını nasıl red edebiliriz. (...) Türkiye Avrupalıdır ama sadece Avrupalı değil.”[35] Aynı türden bir yaklaşımı biraz daha kapalı bir ifade ile Fransız modelin savunucusu Alain Juppé’de de görebiliriz: “Sözünü ettiğim Büyük Avrupa şüphesiz büyük olacak, yani genişleyecek ama bu Avrupa ‘eurasiatique’ kıtanın tümü ve onun Akdeniz çevresi olmayacak. 21. yüzyıl bu ilk zamanlarında netleştirmemiz gereken bir konsept varsa oda Birliğin coğrafyasının belirlenmesidir. Benim için harita yeterince açıktır.”[36]
Avrupa kimliği ve haritasını açıkça belirlemesinden dolayı, kimliksel ve kültürel kriter Héroud’un “etniler Avrupası” modelinde son derece önemli bir rol oynuyor. Bu konsept Rusya’yı ve bünyesindeki etnileri Avrupa kimliği ve haritasına dahil ederken Türkiye’ye bu haritada yer vermiyor.
Kültürel ve kimliksel yaklaşımlar Türkiye’nin Avrupa’daki olası yerine son derece kuşkuyla bakıyorlar. Bu bağlamda, modellerin Avrupa’yı bir “Hıristiyan klübü” olarak algıladıkları ve Türklerin’de “Avrupa bizi Müslüman olduğumuz için almıyor” şeklinde özetledikleri sava ilk bakışta belli bir haklılık payı verilebilir. AB’nin kültürel kimliğinin Hıristiyan gelenek üzerinden şekillendiğini inkâr etmek elbette mümkün değil. Ne var ki, dinsel anlamda ortaklıkları da olsa AB’nin üye ulusları etnik, dilsel, geleneksel vb. farklılıklar üzerine kurulu ulusal kimliklerinden dolayı birbirlerine karşı kültürel farklılıklar göstermektedirler. Üstelik AB, Avrupa’nın savunduğu evrenselliğin kendi içinde kültürel çoğulculuğu barındırdığını ve birliğin de bu çeşitlilik üzerine kurulduğunu her fırsatta ifade etmektedir. Bu yüzdendir ki, “çeşitlilik içinde birlik” teorisi Jacques Dellors’dan üye devlet başkanlarına kadar geniş bir yelpazede kabul bulmaktadır. Bu anlamda, Türkiye’nin AB’nin dışında tutulmak istenmesini kültürün bileşkenlerinden sadece biri olan dinsel farklılıkta aramak son derece eksik kalmaz mı?
Bu konuda, yani Türkiye’nin Müslüman kimliğinin AB’ye tam üyeliğine bir engel teşkil edip etmeyeceği konusunda, Avrupa kamuoyunda da tam bir netlik yok. AB bünyesinde kamuoyu araştırmaları yapan Euro-barometre dergisinin, 1993’te üye ülkelerde yaptığı kamuoyu araştırmasında, Türkiye’nin AB’ye tam üyeliği konusunda da bir soru sormuş. Ankete katılan Avrupalılar’dan yüzde 52’si Türkiye’nin AB’ye tam üyeliğine karşı görüş belirtiyor.[37] Diğer taraftan, bir başka ankette “başka kültüre ait birisinden sözedildiğinde aklınıza kim geliyor?” sorusuna ankete katılan Almanlar’ın yüzde 24’ü Hollandalılar’ın ise yüzde 40’ı “Türkler” diye yanıtlıyor.[38] Eğer kültürel farklılık kriterinden hareket edersek, bizi kendi kültürlerinden (Avrupa kültürü diye okuyalım) saymama oranının Almanlar’a göre daha yüksek olduğu Hollandalılar’da Türkiye’nin AB’ye tam üyeliğine karşı olma oranı Almanlar’a göre daha fazla olması gerekmiyor mu? Oysa durum tam tersi: 1993 anketi sonuçlarına göre Almanlar’ın yüzde 53’ü Hollandalılar’ın ise yüzde 43’ü Türkiye’nin tam üyeliğine karşı olduklarını belirtiyorlar. Ankete katılan ve “Müslüman” olduğunu belirtenlerin yanıtı ise genel eğilimden çok farklı değil; yüzde 43 karşı görüşe karşın Müslümanlar’ın sadece yüzde 57’si Türkiye’nin AB’ye tam üye olabilirliğini kabul ediyor. Şu bir gerçek ki, yüzde 43’lük bu Müslüman “hayırları” dinsel motivasyondan hareket ederek anlayamayız; Avrupalı Müslüman da olunsa Türkiye’nin AB’ye tam üyeliğini onaylamamanın başka nedenleri de olsa gerek. Ortodoks dininden olup Türkiye’nin AB’ye tam üyeliğine karşı çıkanların oranı yüzde 85. Avrupa Birliği’ndeki ortodoks grubu genellikle Yunanlılar’ın oluşturduğunu düşünürsek karşı çıkışın nedenleri herkes tarafından kolaylıkla tahmin edilecek kadar açıktır; kronikleşmiş Türk-Yunan anlaşmazlığının Yunan toplumundaki etkileri. Hıristiyanların görüşü de pek mucize arz etmiyor: Protestanlar tam ikiye bölünürken (49.5 evete karşı 50.5 hayır) Katolikler’in yüzde 53’ü Türkiye’nin AB’ye tam üyeliğinden yana görüş belirtiyor. Bu durumda Avrupa kamuoyunda Türkiye’ye karşı net bir “karşı görüş”ün olmadığı tam tersine bir “kabullülük” durumunun varlığından bile söz edilebilinir. Buradan kültürel kriterin tek başına Türkiye-AB ilişkilerini açıklamakta eksik kaldığı ileri sürülebilinir. Böylece, AB’nin Türkiye’ye karşı kültürel ayrımcılık yaptığı savını savunalım ya da savunmayalım kendimize şu soruyu mutlaka sormalıyız: AB sadece bir Hıristiyan kulübü müdür? Hayır, değildir. Gerek bütün Avrupa entegrasyon modellerinin gerekse de AB’nin kendi evriminin altını çizdiği olgu onun ekonomik (liberal ekonomi kulübü), kültürel (kültürel çeşitlilik kulübü) ve bir politik proje (demokrasi kulübü) olduğudur. Bu iddialar kendi içinde eleştirilebilecek birçok noktayı barındırsa bile, Türkiye’nin AB ile ilişkilerinin bugünü ve geleceği üzerine eğilen her düşünce kaçınılmaz olarak bu üç boyutu irdelemek zorundadır. Türkiye’nin bugünkü durumu bu üç boyutlu analiz ölçeğine yatırıldığında onun AB projesine uzaklığı ve yakınlığı hakkında sanırım daha objektif bir fikire sahip olunur.[39]
Modellerin çoğu derinleşme stratejisini “farklılaşmış entegrasyon” kavramı çerçevesine oturtmaktadır. Zaten AB’nin bugünkü mevcut işleyişinde bu türden bir şekillenme görülmektedir. Sadece birtakım somut ekonomik problemlerinden dolayı değil bazı ülkeler, entegrasyonda daha hızlı gitmek isteyen ülkere ne pahasına olursa olsun katılmayı politik olarak da doğru bulmuyorlar. Bu anlamda üye ülkeler bünyesinde, özellikle de Fransa ve Almanya’da, “farklılaşmış entegrasyon” konsepti ve bunun doğal bir sonucu olan “çok vitesli Avrupa” oluşumu göreceli bir kabul görmüş durumda. Sorun bu gerçekliğe en iyi cevap verecek politik oluşumun yaratılması sorunudur. Bu noktada üye ülkeler arasında henüz her hangi bir konsensus bulunamadığı gibi son derece büyük farklılıklar da gözlenmektedir. Almanya’nın federal yapılanma önerisine karşı Fransızlar konfederasyon fikrinde ısrarlılar. Önerilen uluslar üstü (trans-national) yapılanmanın alacağı biçim nasıl olursa olsun, üye ülkelerin eğemenlik alanını sınırlandıracağı için özellikle küçük çaplı ve daha milliyetçi üye devletlerin direnişiyle karşılaşmaktadır. Üzerinde hemfikir olunan bir nokta varsa o da AB’nin, tüm kurumlarında ve karar alma mekanızmalarında demokratik işleyişini iyileştirmesidir. Daha da esaslı bir görev olarak, AB’nin kendi bünyesinde ki demokrasi açığını bir an önce gidermesine işaret edilmektedir.
Aslında AB’nin derinleşme sorunsalı iki yönlü bir iktidar hareketinin işaretini vermektedir: birinci yön, üye ulusal devletlerin birtakım yetkilerinin oluşacak merkezi uluslar-üstü yapıya devrini zorunlu kılan yukarıya doğru bir hareket; ikinci yön ise, ulusal devletlerin kendi bünyelerinde iktidarın aşağıya doğru, yani bölgesel özerk yapılara paylaştırılmasını öngörmektedir. Bu ikinci hareket üye ulus ülkelerde yerel, katılımcı demokrasiyi kurmayı veya yaygınlaştırmayı amaçlamaktadır.
Eğer Türkiye AB’nin gelecekteki yapılanmasına entegre olmayı ulusal bir proje ve hedef olarak belirliyorsa, AB’nin genişleme stratejisinde diğer boyutların yanında (ekonomik, politik, güvenlik vb.) sınırlı ama inkâr edilmeyen bir rol oynayan kültürel kritere, ama sadece bu kritere takılıp kalmamalıdır.[40] Nitekim, AB’nin aynı zamanda iktidarın ulusal devletlerde yoğunlaşmasından öteye bir başka türlü paylaşımını da öngören bir politik proje olduğunu kendi iç derinleşmesini düşünürken anlamak mümkün. Bu anlamda, AB entegrasyon trenine katılmak isteyen bir ülke, AB’nin derinleşme stratejilerinde beliren toplumsal tasarımla da hemfikir olup olup olmayacağını düşünmek zorundadır. Sonuçta Avrupa entegrasyonu Türkiye için köklü yapısal reforumları zorunlu kılan birçok bahsi ifade etmektedir. Sorun bu bahisleri gerekleştirmeye devletçe ve toplumca hazır olup olmadığımızdır?
[1] Eldeki bu metin, 1995 yılı sonunda Cenevre Üniversitesi Siyasal Bilgiler Fakültesine sunduğum AB-Türkiye ilişkilerini konu eden master tezinin birinci bölümünün son derece kısaltılmış bir versiyonudur. Bu yüzden gözlemlenebilecek birtakım içeriksel kopukluklardan dolayı okurlardan beni bağışlamalarını isteyeceğim.
[2] Bkz. Bernard Voyenne, Histoire de l’idée europenne, Payot, Paris: 1964.
[3] Bkz. AB Komisyon Başkanı Jacques Santer ile ilgili yazı, Milliyet, 31 Ocak 1995.
[4] Guy Héroud’un Etniler Avrupası modelini Avrupa’nın geleceğine entellektüel cepheden kültürel bir yaklaşım sergilemesi, Jacques Attali’nin modeli ise gerek ekonomik bir yaklaşımı öne çıkarması gerekse de görüşlerinin Avrupa Kalkınma Bankası eski Genel Müdürü olmasından dolayı belli bir teknokratik yaklaşım içermesi ve son olarak da Alman ve Fransızlar’ın AB’nin zaman zaman birbirlerine son derece ters düşen iki ateşli savunucuları ve yönlendiricileri olmalarından dolayı seçtik. Buna rağmen seçimimiz yine de keyfi kalmaktadır. Böylece, bu modellerin beş değil daha az veya daha çok olabileceği yönünde yapılabilecek her türlü eleştiri son derece haklıdır.
[5] Bu kavramlar bazı sosyal ve çevresel argümanlarla da beslenerek Avrupa’nın geleceği konusunda belli bir modelsel yapı oluşturamamış alternatif eleştirel düşünceler tarafından da zaman zaman ifade edilmektedirler. Bu çevrelere AB fikrine başından beri uzak duran ve onun ˆzellikle de ekonomik karekterini eleştirmeği öne çıkaran Marksist sol politik çevreleri de katabiliriz.
[6] Guy Héroud, L’Europe des Ethnies, (3. baskı), Bruxelles, Bruylent, Paris: L.G.D.J., 1993.
[7] Ne var ki Héroud, çogunluğun azınlıkların kendi kaderlerini tayin etme hakkını öngören referandumun sonucunu olumsuzlaştırdığı olası bir durumda, barış ve istikrarın nasıl gerçekleşebileceği sorusunu yanıtsız bırakıyor.
[8] A.g.e., s. 187.
[9] A.g.e., s. 199.
[10] A.g.e., s. 199.
[11] Bu gözleme katılmamak mümkün değil. Zira, Avrupa’da azınlık haklarının korunmasını amaçlayan Avrupa Konseyi’nin 1992 de kabul ettiği “Avrupa azınlık ve bölge dilleri bildirgesi” üye ulus-devletlerin direnişiyle karşılaşıyor.
[12] Jacques Attali, Europe(s), Fayard, Paris: 1994.
[13] Bu üç model ve temel öngörüleri şunlardır : a) Avrupa Federal Birliği fikri: AB’nin genişlemeden Maastricht Antlaşması’nı uygulamaya koymasına işaret ederken; b) Avrupa Konfederal Bölge senaryosu AB’nin büyük bir pazar olmayı amaçlayarak yakın komşu ülkelerine doğru genişlemesini önermektedir; c) Avrupa-Atlantik (euro-atlantique) şeklinde isimlendirilen üçüncü senaryo ise AB’nin, ortak ekonomik, politik ve kültürel alan çerçevesinde, Kuzey Amerika ile kademeli bir şekilde entegrasyona gitmesini savunmakta. Bkz. a.g.e., s.181-192.
[14] A.g.e., s.193.
[15] A.g.e., s.194.
[16] A.g.e., s.195.
[17] Avrupa’da Bosna, Kosova vb. gibi etnik uyuşmazlıkların ve istikrarsızlıkların varlığının yanında, ABD’nin Avrupa güvenliği konusunda gösterdiği yükümsüzlük eğilimi Avrupa’yı kendine özgü bir savunma kimliği arayışına sürükledi. AB’nin Batı Avrupa Birliği Örgütü’nü kurmasıda bu yönde atılan bir adım olarak algılanmalıdır.
[18] A.g.e., s.196.
[19] Daha ayrıntılı bilgi için bkz. C. Tugendhat, “How to get Europe moving again”, International Affaires, 1985, 61, s. 421-429. ; M. Telò “L’élargissement et la construction européenne”, L’Union européenne et les défis de l’élargissement içinde,. M. Telò (der), Bruxelles: Etudes europennes, 1994, s. 7-38.
[20] AB’nin mevcut işleyişinde, ”değişken geometri” usulü bir birliğe doğru eğilim gözlenmektedir. Schengen antlaşmaları ve “Euro” ya 15 üyeden 11’nin katılması bu eğiliminin pratik örneklerini oluşturmaktadır. Sosyal politika, göç politikası hattâ ortak güvenlik politikası alanlarında ”değişken geometri” eğiliminin dahada güçlenmesi olasıdır.
[21] Telò, a.g.e., s. 12.
[22] Bu metinde yapılan alıntılar raporun fransızca versiyonundan alınmıştır. Bkz. Futuribles, s. 193, Aralık 1994, s. 29-39.
[23] Futuribles, a.g.y. s. 31.
[24] EFTA üyesi Avusturya,İsveç ve Finlandiya EEE sayesinde AB ile geliştirilmiş ve güçlendirilmiş ilişkilere sahip olmalarına rağmen AB’ye tam üye olmak gibi bir tercih yapmak zorunda kaldılar. Bu ülkeler için tam üyeliğin tek altarnatif olarak belirmesinde bize göre, dieğer nedenlerin yanında, şu iki neden belirleyici olmuştur : a) EFTA’nın bu üç ülkesi ( ısviçre’nin aksine) EEE yi AB’ye tam üyeliğin yerine geçebilecek bir alternatif olarak görmediler ; b) EEE karar alma mekanizmaları sürecinde büyük bir eşitsizlik doğurdu : EFTA ülkeleri oluşum süreçlerine katılmadıkları AB kararlarını olduğu gibi kabul etmek gibi bir zorunlulukla karşı karşıya kaldılar.
[25] Le Monde, 10 Eylül 1994.
[26] Futuribles, a.g.y. s. 35.
[27] A.g.y. s. 32.
[28] Bu kavram farklılaşmış entegrasyon modelini ifade etmektedir. Başka bir deyimle, tanımlanmış ortak amaçların gerçekleştirilmesi işi daha hızlı ileriye gitmekte istekli ve iradeli üye ülkelere bırakılırken, diğer ülkelerin ilerde bu gruba katılımlarının mümkün olabileceği vurgulanıyor.
[29] Futuribles, a.g.y. s. 33.
[30] Bkz. Figaro, 30 Ağustos 1994. Balladur 1990 yılında Fayard yayınevi tarafından yayımlanan Douze lettres aux Français trop tranquilles adlı kitabında Avrupa üzerine önerilerinin ana hatlarını belirlemişti. Burada, haklı olarak, sağ eğilimli Balladur’un görüşlerinin Fransa’nın bugünkü sol hükümetinin AB politikalarının eğilimlerini ne derece temsil edebileceği sorusu sorulabilir. Ne var ki, AB’ye üye ülkelerin Avrupa politikaları politik partilerin sağ-sol ideolojik eğilimlerden çok ulusal konsensüsün izlerini yansıtır. Bu yüzden üye ülkelerdeki hükümet değişiklikleri birtakım ayrıntıların altını çizseler de ülkelerinin mevcut Avrupa politikalarında ciddi kopuşlara neden olmuyor.
[31] Figaro, 30 Ağustos 1994.
[32] A.g.m.
[33] Bkz. Alain Juppé’nin “Repenser l’Europe” adlı makalesine, Le Monde, 18 kasım 1994.
[34] A.g.m.
[35] Alıntıyı yapan Faruk Şen, bkz., “Nichts gegen Muslime!”, Die Zeit, 3 Şubat 1995.
[36] Alain Juppé, a.g.m.
[37] Kamuoyu araştırmasında sorulan soru şu “aşağıdaki her bir ülke için, yakın bir gelecekte, Avrupa Topluluğuna katılmasına kaşı veya taraftar mısınız?” On iki üye ülkeden beşinin aleyhteki oranı AB ortalamasının üstünde; bunlar sırası ile Yünanistan (88%), Fransa (69%),Lüksemburg (66), Danımarka (55%) ve Allmanya (53%). Diğer taraftan İtalyanların yüzde 51i, İspanya ve Hollandalılar’ın yüzde 43’ü, İngilizler’in yüzde 38i, Portekizliler’in yüzde 29u ve İrlandalılar’ın ise sadece yüzde 28 Türkiye’’nin AB’ye tam üyelığine karşılar. Elbette görüşler de değişiyor. Bugün yapılacak bir kamuoyu arştırmasında lehte olabileceği gibi aleyhtede belli oynamalar olacaktır. Bkz. Euro-Baromètre 1993.
[38] Euro-baromètre, spécial racisme et xénophobie, 1989, s.. 40.
[39] Şöyle bir iddiada bulunmak sanırım pek abartılı olmaz : Bugün Türkiye AB’ye yakınlık pozisyonu itibariyle 1987’de tam üyelik başvurusu yaptığı dönemdeki yerine göre pek ileri bir noktada bulunmuyor. İnsan hakları, demokrasi ve ekonomik alandaki engeller hâlâ devam etmektedir. 10 yılı aşkın bir süredir politik gündemden hiç düşmeyen AB’ye tam üyelik konusu ulusal strateji ve vizyonsuzluktan dolayı sadece iç politikanın dar alanına sıkışıp kalmıştır.
[40] Burada tartışılması bir dipnotla vurgulanamayacak kadar önemli olan politik kimliğimizin, kültürümüzün de AB’ye entegrasyonu zorlaştıran özelliğe sahip olduğunu belirtmekte yarar var. AB ve üye ülkeleri, sorunlara ve anlaşmazlıklara yaklaşım yöntemi olarak barışçıl yaklaşımı ve çözüm araçları olarakta diyalog ve konsensus arayışlarını öne çıkarmaktadır. Avrupa Konseyi böyle bir politik kültürün kurumsal yapısını oluşturmaktadır. Türkiye’nin bu kurumdan birkaç yıl önce atılma tehlikesi ile karşı karşıya gelmesi son derece düşündürücüdür. Diğer taraftan Türkiye’nin Kürt sorununun çözümü konusunda askeri-şiddet yöntemlerinde hâlâ ısrarlı oluşu Türkiye’nin AB’nin politik kültüründen ne kadar uzakta durduğuna verilebilecek sayısız örneklerden sadece birisidir.