Avrupa Karşısında Türkiye Solu

Özgürlük ve Dayanışma Partisi’nin yayın organı Ve Özgürlük dergisinde (6.11.99) yer alan, “ÖDP’liler tartışıyor” başlıklı, Seyfi Öngider’in kaleme aldığı haber-yazı, Avrupa Birliği’ne Türkiye’nin girmesi konusunda Türkiye solunun içinde bulunduğu çetrefilli ruh halini özetleyen bir gözlem içeriyor. ÖDP’nin İstanbul’daki en büyük ilçe örgütü olan Kadıköy’ün ilçe kongresiyle ilgili haberde, Ali Önder Öndeş ve arkadaşlarının sunduğu, Türkiye’nin Avrupa Birliği üyeliğine karşı çıkan tasarının kabul edildiği belirtildikten sonra, “ama” deyip şöyle bir hatırlatma yapılıyor: “salonda bulunanların çoğunluğunun oy kullanmaması dikkat çekiciydi”. Kadıköy ilçe kongresinde oylamalara katılan 300’den biraz fazla ÖDP üyesi içinde, çoğunluğun, Türkiye’nin Avrupa Birliği’ne girmesine karşı olan bir öneriye “hayır” demeye cesaret edememesi ama “evet” demeye de ellerinin varmaması, ÖDP’ye bugün hâkim olan susma denge siyasetinin anlamlı bir tezahürüdür. Avrupa’ya karşı bu ikircikli tavrın ÖDP’yle sınırlı olduğunu söylemek yanlış olur. Türkiye solunun büyük bölümü, Türkiye toplumunun uzun bir dönem geleceğini belirleyecek olan çok önemli bir konuda, susmayı tercih ediyor. Bu çoğunluk, geleneksel sol söylemin Avrupa Birliği aleyhtarı sloganlarının anlamlarını büyük ölçüde yitirdiğini bildiğinden, bunlara fazla itibar etmiyor. Veya mecburiyet gereği, “Ortak Pazar: onlar ortak, biz pazar” deyip, yarım ağız geçiştiriyor. Söz konusu olan “mecburiyet”, siyasal müşteri ilişkisinin dayattığı mecburiyettir. Bu müşteri ilişkisi çok dar bir kesimle sınırlı bile olsa, esas hedefin bunları tutmak olduğunu veri olarak kabul edenlerin empoze ettiği tavır ve söylem, solun neredeyse tümünü paralize ediyor. Böylece, çoğu zaman kerhen bile olsa, solun büyük bir bölümü kendini geleneğin en katı savunuculuğu yarışında buluyor. Bir avuç geleneksel siyasal müşteriyi kaptırmamak için, “radikal söylem” üretmek ve “gelenekleri sahiplenmek” konularında uzmanlaşmış birkaç kişinin söz planındaki tahakkümüne boyun eğmek zorunda kalıyor. Buna karşılık, “mecburiyet”in olmadığı veya ağırlığının azaldığı bir anda ise, Kadıköy ilçe kongresinde olduğu gibi, “Ortak Pazara hayır” diyenlerin önerisine oy vermiyor ama bu öneriye karşı “hayır” oyu kullanmaya da ya eli varmadığı, ya da güç ve cesareti olmadığı için, oylama sırasında ortada bulunmamayı tercih ediyor. Hem Türkiye toplumunun hem de Türkiye solunun geleceğini belirleyecek olan böyle bir konuda suskun bir çoğunluğun varlığı, soğukkanlı siyasal çözümleme ve cesur siyasal davranış çabası yerine, geçmişe mutlak sadakât gösterisiyle durumu kurtarmaya çalışanlara meydanı boş bırakıyor. Böylece Türkiye solu ile Türkiye toplumunun arasındaki uçurum giderek büyüyor.

Avrupa Birliği konusunda solun genel tavrına hâkim olan utangaç beklentinin arkasında, Türkiye toplumunun kendisinin başaramadığı demokratikleşme hamlesinin, Avrupa güçlerinin “zoruyla” gerçekleşmesi ihtimalinden duyulan rahatsızlık da yatıyor. Şöyle bir iddiaya, sol çevrelerde sık rastlıyoruz: “AB üyeliği Türkiye’ye otomatik olarak demokrasi getirmeyecek, getirmez”. Bu iddiayı, Türkiye toplumunun iç dinamiklerinden bütünüyle ümidini kesmiş, toplumsal dönüşümün AB organlarının dayatmasıyla yapılabileceğine inanan kesime karşı bir tepki olarak değerlendirip, bir ölçüde anlayışla karşılayabiliriz. Ama bu iddianın yanlış olduğunu da gözardı edemeyiz. Çünkü AB üyeliği, eğer gerçekleşme sürecine girerse, “otomatikman” asgari bir demokratikleşme yaratacağı kesindir. Demokratikleşme süreci olmadan zaten AB üyeliği sürecinde yol alınamayacağı için, bu süreç içinde adım adım ilerlemekle demokratikleşme arasında “otomatik” bir ilişki vardır. Demokratikleşme konusunda ilerleme kaydedilmezse, üyelikte de ilerleme kaydedilmeyecektir. AB üyeliğini hâlâ Ortak Pazar üyeliği zannedenler, böyle bir üyeliğin Türkiye’ye sadece “iktisadî bağımlılık” getireceğini, Türkiye’nin demokratikleşemeden kolonileşeceğini düşünebilirler. Halbuki böyle bir gelişme, AB üyeliğiyle değil, yürürlükteki Gümrük Birliğiyle sınırlı bir ortaklıktan daha ileri gitmemekle mümkündür. Var olan otoriter, merkeziyetçi, yabancıdan korkan siyasal zihniyetle rant bölüşümüne dayanan iktisadî düzen, Avrupa’ya karşı Gümrük Birliği’nden başka yükümlülüğü olmayan bir Türkiye’de kendini yeniden daha rahat üretebilir. Sadece Avrupa Birliği’nden değil, Avrupa Konseyi’nden, Avrupa İnsan Hakları Mahkemesi gibi yargı kurumlarından dışlanan ya da kendini dışlayan Türkiye, Gümrük Birliği’yle sınırlı ortaklığını, içeride son derece baskıcı ve otoriter bir siyasal yapıyla birlikte yürütebilir. Ama dışa açık iktisadî dinamikten geri dönmek yapısal olarak çok daha zor olacağı için, Malezya, Endonezya gibi Güneydoğu Asya ülkelerinde yürürlükte olan, “yerli” ama otoriter kalkınma modeline sarılmaktan başka çare kalmaz. AB’den üyelik talebi olmayan bir Türkiye’nin içişleri de Avrupa ülkelerini daha az ilgilendirecektir. ABD ise iktisaden liberal, siyasal olarak otoriter rejimlerle yakın işbirliği sürdürmeye alışıktır. Kaldı ki, bu son olgu da, NATO-Varşova Paktı kamplaşmasının tarihe karışmasıyla, geçerliğini giderek yitirmektedir. ABD’de Türkiye’yi AB içindeki sadık müttefiki olarak görmeyi tercih ediyor.

“AB üyeliği otomatik olarak bir demokratikleşme getirir, ama sosyalistler bu demokrasiyle yetinemez” demek yerine, AB üyeliğiyle asgari demokrasi arasında bir bağ olmadığını söylemekle yetinmek, lafı gevelemektir, ucuz kurnazlıktır. AB üyeliği sürecinin otomatik olarak bir demokratikleşme getireceğini kabul etmek, Türkiye’nin demokratikleşmesi konusunda solun diyecek ve yapacak bir şeyi kalmadığı anlamına gelmiyor. Çünkü otomatik olarak gerçekleşecek demokrasi, son derece muhafazakâr, neo-liberal iktisat politikaları ve pratikleri merkezli bir asgari demokrasi olabilir. AB üyelik sürecinin ve sadece bu sürecin dayatmasıyla gerçekleşecek bir demokratikleşmenin sınırlı, biçimsel ve her an geri alınabilir bir demokrasi olması ihtimali yüksektir. Ama sonuç olarak, bu da bir demokrasi olacaktır. Hattâ bazı köktendevletçilerimiz bunun Türkiye için lüks bile olduğunu düşüneceklerdir. Dolayısıyla solun, “AB üyeliği otomatik olarak demokratikleşme getirmez” gibi doğru olmayan bir iddia yerine, kendi demokrasi ufkunu tanımlayarak, olası bir AB üyeliği sürecinin bu ufka doğru nasıl çekilebileceğini düşünmesi ve topluma bu öneriyle seslenmesi gerekir. Ya da demokrasiyi gündeminin ilk maddesine koymadığını, onun esas sorununun başka bir hedef olduğunu ve bu hedefe ulaşmanın yolunun demokratikleşmeden geçmediğini düşünüyorsa, daha açık yüreklilikle, AB’nin taşıyıcısı olduğu demokrasi platformunun kendisi açısından kabul edilemez olduğunu söylemesi beklenir. Bu durumda, örneğin Avrupa İnsan Hakları yargısının burjuva egemenliğine yardım eden, bir sınıf hukukunun uzantısı olduğunu söylemelidir. Siyasal olduğunu iddia eden bir hareket veya çevre için, susarak durumu idare etmek, oportünizm veya daha moda bir tabirle takiyyedir. AB üyeliği konusunda solun gerçek anlamda takiye yaptığını söyleyebiliriz. AB üyeliğine karşı çıkarken veya bu konuda susmayı tercih ederkenki rahatlığı, bu tavrının nasıl olsa bu süreci engellemeyeceğini bilmesine dayanmaktadır. Hem karşı çıkarak zevahiri kurtarmak, hem de karşı çıkılanın bir an önce gerçekleşmesini sabırsızlıkla beklemek ve bunu göz ucuyla izlemek de bir politikadır. Ama küçük politikadır.

Türkiye’nin AB üyeliği sürecinin ne anlama geldiğini belirtmek için, Almanya’nın Türkiye’ye satmaya çalıştığı Leopar tanklarını, Türkiye’ye gelen yabancı sermayeyi, siyasal müşterilere peşkeş çekilen özelleştirmeleri hatırlatmakla yetinmek mümkün değildir. Bu örneklerin hiçbirisi, AB üyeliği sürecinin empoze ettiği olgular değildir. Bu tür ilişkilendirmeler, AB üyesi olmayan, dışa kapalı bir Türkiye’nin veya salt ABD merkezli bir Türkiye’nin aynı silâhları, hattâ daha fazlasını alacağını, devlet merkezli rant yaratma ve dağıtma mekanizmalarının daha rahat çalışacağını perde arkasında bırakıyor. Her şeyden önce Türk Silahlı Kuvvetleri’nin aldığı bir karar olan 8 milyar dolarlık tank alımı ve daha genel olarak onbeş yıla yayılan 150 milyar dolarlık askeri yenileme projesinin, AB üyesi olmayan bir Türkiye’nin de sırtına yükleneceğini kestirmek için derin çözümlemeler yapmaya gerek yok. Buna karşılık, DYP-CHP koalisyonunun alelacele imzaladıkları Gümrük Birliği antlaşmasındaki, Türkiye aleyhindeki eşitsiz yükümlülüklerin değiştirilmesini talep etmek; Türkiye’de talan ekonomisi olarak işleyen bugünkü “pazar ekonomisinin”, üyelik süreci içinde, toplumsal denetime alınmış, alt sınıfları koruyan bir düzenlemenin hâkim olduğu bir ekonomik yapıya dönüştürülmesini hedefleyen önlemler önermek; Avrupa sosyal şartlarından Türkiye’de çalışanların da yararlanması için girişimlerde bulunmak; Avrupa’da oluşmaya başlayan emekçi ittifaklarında yer almak gibi, Türkiye’nin gerçek bir eşit olarak Avrupa Birliği üyesi olmasını hedefleyen taleplerin öncülüğünü özgürlükçü ve dayanışmacı bir sol yapamaz mı?

Avrupa Birliği içinde de, yakın zamana kadar egemen olan neo-liberal güçlerin empoze ettiği esnekleşme politikalarıyla, emekçileri aşırı sömürüye karşı korumak için Sosyal Refah Devleti’nin koyduğu engellerin bir kısmı kaldırıldı. Avrupa ekonomisi de, kısmen bile olsa, liberal küreselleşme eğiliminin çekim alanına girdi. Avrupalı emekçiler de, Türkiyeli emekçilerinkine benzer birçok soruna karşı birlikte mücadele etmeye başlıyorlar. Emekçileri sermaye karşısında mümkün olduğu kadar korumasız kılmayı amaçlayan esnek emek piyasalarına karşı, özgürleşen bir emek dünyası için sürdürülecek bir mücadelenin dışa kapanan bir Türkiye’de başarısızlığa uğraması daha büyük bir ihtimaldir. AB üyeliğinin görünür alternatifi, solun daha da boğulup, örseleneceği; emekçi kitlelerinin yerli tekeller elinde daha fazla sömürüleceği; kâr ufku daraldığı için talan ekonomisinin daha bir şahlanacağı bir Türkiye değil midir?

Daha önemlisi, AB’nin geldiği aşamada sorun artık esas olarak iktisadî değildir. AB üyeliğini salt bir pazar sorunu olarak görmeye, gördürülmeye alışmış zihniyetler için, Avrupa Birliği dinamiğinin iktisadî kaygıları aşan bir hedefi olduğunu anlayabilmeleri zordur. Avrupa Birliği’ne girersek askerî harcamalarımız “otomatikman” azalır veya iktisadî büyüme hızımız “otomatikman” artar gibi iddialarda bulunmak ne kadar gerçekten uzaksa, Avrupa ülkelerinin sadece Türkiye pazarına göz diktikleri için bizi bize rağmen üyeliğe aldıklarını söylemek de, son otuz yılda Avrupa Birliği’nin yaşadığı değişimlerden bir o kadar bihaber olunduğunu beyan etmektir.

Türkiye’de kendini “en hakiki sol” olarak gören kesimlerin “ilkesel” olarak Avrupa’ya karşı olmalarının arkasında, eldeki müşterileri kaybetmeme kaygısının ötesinde, iki farklı, ama birbirine yakın tavır bulunmaktadır. Birincisi, genel olarak küreselleşmeye “ilkesel olarak” karşı olunduğu için, Avrupa Birliği’ne üyeliği küreselleşmenin Türkiye’deki tezahürü olarak algılayıp, buna karşı çıkan tavırdır. İkincisi ise, özel olarak Türkiye bağlamında, Avrupa Birliği’ne Avrupa, yani Batı emperyalizminin merkezi olduğu için karşı olan tavırdır.

Birinci tavırda sorun küreselleşme bağlamında ele alınmaktadır. Küreselleşmeyi uluslararası tekelci sermayenin tahakkümüne girip, onun sömürü düzeninin bir dişlisi olmak olarak tanımlayan bu yaklaşım, küreselleşme dinamiğinin tek bir cephesini dikkate alıyor. Halbuki küreselleşme sadece yırtıcı güçlerin av alanı değildir. Bugün bu cephesi egemen olsa da, küreselleşmenin diğer cephesi de buna bağlı olarak gelişip, güçleniyor. Üretkenliğin ve kârın maksimizasyonu merkezli küreselleşme eğilimine karşı, sendikalar, hükümet dışı kuruluşlar ve siyasal-toplumsal dayanışma ağlarının yer aldığı bir insan merkezli küreselleşme hareketi gelişiyor. Sosyal şartlar iktisadî liberalizm endeksli küreselleşmenin karşısına çıkarılıyor. Bu konuda en anlamlı örneklerden birisi, 30 Kasım’da Seattle’da toplanacak olan Dünya Ticaret Örgütü bakanlar konferansını gerçek anlamda abluka altına alan toplumsal muhalefet girişimlerinin getirdikleri alternatif küreselleşme önerileridir. ICFTU’nun Seattle konferansına sunduğu “küreselleşme içinde sosyal şart paketi”, bundan on yıl önce dünya güçlerinin ellerinin tersiyle itecekleri ama bugün gündemlerine almak zorunda kaldıkları öneriler içeriyor. Dünyada sermaye hareketlerinin sınırsız dolaşım serbestliğini kısıtlayacak ve bunların kısa vâdeli spekülatif beklentilerini kıracak evrensel vergilerin gerekli olduğunu, Michel Camdessus gibi, liberal kampın önde gelen sözcüleri bile kabul ediyorlar. Birkaç yıl öncesine kadar hayalden başka bir şey olmayan, dünya vatandaşlığı asgari gelir hakkı önerisi, bugün ciddiyetle ele alınıyor. Çocuk emeğine dayalı üretim dünya pazarından tecrit edilmeye başlıyor. Bunlar elbette, küreselleşmiş bir kapitalizmin sömürü mekanizmasını yumuşatmak için öngörülen önlemler olarak değerlendirilebilir. Ne var ki, emeklilik, işsizlik ve sağlık sigortalarının, asgari ücretin de geçmişte aynı şekilde yürürlüğe girdiklerini unutmayalım.

Küreselleşmenin solun tercih ettiği bir toplumsal dinamik olmadığı iddia edilebilir. Bu kendi içinde tutarlı bir iddiadır üstelik. Gerçekten de, sermayenin çok hızlı biçimde dolaşabildiği dünya pazarında emeğin benzer bir hızlılıkla dolaşması ne mümkündür, ne de arzu edilebilir. Sermayeyle aynı rekabet koşullarında olamayan emeğin, bu eksik rekabet ortamında daha fazla altta kalması kaçınılmaz olacaktır. Ne var ki bu tespit, küreselleşmeye “ilkesel” olarak karşı çıkmak için yeterli değildir. Çünkü solun istememekle beraber, tarihsel gelişimin ona empoze ettiği bir durumda, bu gelişmeyi sözle değil, gelişmenin içinde ve yamacında durararak değiştirmek ancak mümkündür. Aksi takdirde, kulağa hoş gelen, duyulduğunda yüreğe su serpen ama gidişat üzerinde etkisi olmayan “ilkesel” tavırlar ifade edilir; ama gidişata da boyun eğilir. Solun, bir yandan sermayenin aşırı serbest dolaşımını kısıtlayan önlemlerin alınması için baskı yaparken, diğer yandan emeğin dolaşımını aşırı biçimde kısıtlayan önlemlere karşı mücadele etmesi gerekir. Türkiye solu için, Avrupa içinde emekçilerin daha serbest dolaşımını desteklemek hedef olmalıdır. Diğer yandan dışa açılan Türkiye’de de yasal ve kaçak yüzbinlerce göçmen işçinin olduğunu unutmadan, Türkiye solu emeğin gelişmiş ülkelerle benzer haklardan yararlanması talebini ifade etmelidir. Bugün Türkiye’de yaşayan yüzbinlerce göçmen işçinin durumu ve haklarıyla ilgili ne sendikaların ne de sol örgütlerin ağızlarını açmamaları, bu vahşi sömürü mekanizmasını görmemezlikten gelmeleri düşündürücüdür. Türkiye soluna, Avrupa solunun önemli bir bölümünün Avrupa’daki göçmen işçilerle (kaçaklar dahil olmak üzere) gösterdikleri dayanışma girişimlerinin benzerini Türkiye’de gerçekleştirmesi beklenir. Avrupa Birliği üyeliği süreci, Türkiye solu için bu yeni siyaset alanlarını da açmaktadır.

Mücadele alanını sol seçmiyor. Küreselleşme dinamiğini solun evrenselci idealine uygun bir ufka doğru yönlendirme mücadelesi yerine, var olanı elde tutma mücadelesiyle varlığını sınırlamak mümkündür. Bu iki tavırdan sadece birincisi gelecek dönemin aslî güçleri içinde yeralma şansı veriyor. Sol bu şansı yakalayabilmesi için, küreselleşmenin sonuçlarını değerlendirme tekelini liberal cephenin elinden almalıdır.

Küreselleşme konusunda, liberal cephenin iddiaları gerçek olgulara dayanmıyor. Liberal kampın sözcülerinin ağzından, her durum karşısında, “bu liberalizasyon doğru ve iyi olanı”dır cümlesi eksik olmuyor. İktisat biliminin sözde şaşmaz doğrularına göre, diye başlayan bu tavır, genellikle şöyle bir iddia ile biter: “Varolan veriler, ticaretin serbestleşmesiyle iktisadî büyüme arasında tartışılmaz bir istatistiki ilişki olduğunu göstermektedir”. Halbuki bugüne kadar hiçbir sağlam veriyle bu iddia ispatlanmamıştır. Örneğin 1980-1995 yılları arasında, GATT üyesi ülkelerin, yani dış ticaretini serbestleştirmeyi taahüt etmiş ülkelerin ortalama büyüme hızıyla, GATT üyesi olmayan ülkelerin ortalama büyüme hızları arasında % 0.1’lik bir fark var.[1] Birinci grupta yer alan ülkelerin ortalama büyüme hızı %2.2 iken, ikinci grupta yer alan ve serbest ticaret antlaşmasını imzalamamış ülkelerin büyüme hızı ise %2.1 olmuş. Aradaki % 0.1’lik bir farkla, kuramın doğruluğunun bilimsel olarak ispatlandığı söylemek zor. “Washington konsensüsü” olarak tanımlanan uluslararası resmî görüşün tersine, mal ve hizmet ticaretinde artan biçimde serbestleşmenin büyümeye tartışılmaz biçimde olumlu bir etkisi olduğunu bugün iddia etmek, yalan söylemektir. Halbuki Dünya Bankası’ndan IMF’e, OECD’den Dünya Ticaret Örgütü’ne, Avrupa komisyonundan Tony Blair’in başını çektiği Orta Sol’a kadar çok geniş bir cephenin tartışılmaz olduğunu iddia ettiği bir “bilimsel doğru” bu. Solun genellikle paylaştığı karşı tez ise, serbestleşmenin fakirleri daha fakir, zenginleri daha zengin yaptığı iddiası. Bu da bütünüyle gerçeğe tekabül etmiyor. Satın alma paritesiyle ve mutlak fakirlik endeksiyle hesaplandığında,[2] böyle bir genel fakirleşme sürecinden bahsetmenin mümkün olmadığı görülüyor. Zenginlerle fakirlerin arasındaki uçurum büyüyor, ama gelir dağılımındaki eşitsizliğin artması tüm fakirlerin daha fakir olduklarına işaret etmiyor. Bu nedenle, solun Üçüncü Dünya ülkelerinde “küreselleşme sizi daha fazla fakir kılar” iddiasını dikkatli kullanmak gerekir. Sol inandırıcılığını yitirmeden gerçeğin karmaşıklığını unutmayan doğru tespit ve öneriler yapmalıdır. Küreselleşmenin nimetlerinden bir avuç pazar ekonomisi elitinin yararlanıp, ahlâken kabul edilebilir bir gelir seviyesinin ötesinde gelir elde ederlerken, başka bir kesimin sırtına küreselleşmenin empoze ettiği yapısal dönüşümlerin sıkıntıları biniyor. Neo-liberal rekabetin güçlüleri daha güçlü kılan acımasız doğasına karşı sol, fırsat eşitliği içinde yaratıcı bir rekabet anlayışının önderliğini yapmalıdır.

İktisadî liberalizmin tartışmalı bilimsel doğrularına karşı, solun küreselleşmeyi ilkesel olarak reddetmesi şart değil. “Bırakınız yapsınlar” köktenciliğinin çok sınırlı ve seçmeci bir serbestleşmeye tekabül ettiğini göstermek; demokratik normlara, çevre ve sağlık koşullarına, toplumsal dokulara karşı bir tehlike oluşturan bu köktenciliğin saldırgan, küstah ve bazı özgürlükleri fiilen ortadan kaldıran yüzünü teşhir etmek, küreselleşen dünya dinamiğinin dışında kalmayı gerektirmez. Solun, küreselleşmenin evrensel insana hitap eden cephesini öne çıkaran toplumsal mücadelelerin bayraktarlığını yapması beklenir. Bilgiye ulaşmakta sınırların kalkmaya başladığı bir dünyada, evrensel dayanışma platformlarının oluşmasında önderlik edenler, gelecek dönemin sol akımını oluşturacaklardır.

Küreselleşme, aynı zamanda ulus-devletleri aşan iktisadî-siyasal coğrafyalar içinde kümeleşmeyi getiriyor. Tüm sınırların kalktığı iddiasının aksine, dış sınırları sıkı sıkıya kapalı bu coğrafi kümelerin içinde gerçek anlamda “küreselleşme” yaşanıyor. Bölgesel iktisadî-siyasal kutuplar oluşuyor. Avrupa Birliği oluşumu bunun anlamlı ve en fazla yol katetmiş örneğidir. Benzer siyasal-iktisadî oluşumlar, önümüzdeki dönemde Kuzey ve Güney Amerika’da, Güneydoğu Asya’da da hızlanacak. Türkiye’nin içinde bulunduğu coğrafyada, Avrupa Birliği dışında bir bölgesel oluşuma katılma şansının olduğunu, söylediğinin sorumluluğunu taşıyan hangi sol görüş ifade edebilir?

İkinci tavır, Avrupa Birliği’ne özel olarak karşı çıkıyor. Avrupa’yı emperyalizmin kalesi olarak görüp, Türkiye’nin bu kampa bütünüyle dahil olmasıyla “ruhunu” veya “özgünlüğünü” kaybedeceğini iddia ediyor. “Doğu ve Batı arasında köprü olmak” olarak tanımlanan bu özgün konumu, Avrupa dışında kalan bir Türkiye’den çok, Avrupa içinde yeralan bir Türkiye’nin değerlendirme şansı vardır. Daha kesin bir olgu, “Türk özgünlüğünü” korumak için Avrupa’ya sırtını dönmenin, solu ulusalcı muhafazakârlarla aynı kampa yerleştireceğidir. “Ulusalcı sol” kendini son zamanlarda ifade etmeye başlayan ve ülkücü gelenekle Türkiye solu geleneğinin sentezini yapma beklentisinde olan bu girişimle sol aynı cephede yer alabilir mi? Avrupa Birliği üyeliğine karşı tavır alan sol, İşçi Partisi ve Cumhuriyet gazetesi çevresinde toplanmış fikir önderlerinin “ordu-millet elele” sloganlarıyla sürdürecekleri “ulusal cumhuriyet devrimi” mücadelesini mi desteklemelidir? Ya da Avrupa’yı Hıristiyan dünyanın merkezi olarak görüp, bu dünyaya dahil olmamızı dinî özümüzü kaybetmek olarak gören İslâmi akımlarla birlikte “Türk-İslâm sentezini” mi savunmalıdır? Sol ulus-devleti mi yüceltmelidir?

Ulusalcı sol ve Kuvayı Milliyeciler, yerliliği ve otantikliği yüceltme kisvesi altında, Türkiye toplumunu taşralılığa mahkûm etmek istiyorlar. Çünkü toplum üzerinde ideolojik tahakküm kurabilmelerinin ancak bu yolla mümkün olabileceğini biliyorlar. Sonuç olarak, küreselleşmeye “ilkesel” olarak karşı çıktığı için AB üyeliğine karşı çıkanlarla, AB’yi emperyalizmin av alanı veya şeytanın sureti olarak görenler, kapalı bir Türkiye toplumunun sözcülüğünü yaparken buluşuyorlar. Avrupa’nın demokratikleşme taleplerinden ürken devletçi kadroların da bunların doğal müttefikleri olacağını kestirmek zor değil.

Özgürlükçü ve dayanışmacı bir sola ise, tam tersine, sımsıkı kapalı sınırların içine fikren ve fiziken hapsedilmiş bir Türkiye toplumunu bu durumdan kurtarma mücadelesinin önderliğini yapmak düşer. Avrupa sadece tekelci sermayenin veya Hıristiyan ittifakının Avrupa’sı değildir. Toplumsal dayanışmayı, yurttaş girişimlerini, en geniş siyasal katılımı, küreselleşmeden mağdur olan kesimlerin haklarını, çevre koruma bilincini savunan akımların da en yoğun bulunduğu alandır. Türkiye soluna, bu akımların içinde bir eşit güç olarak yer almak, insan merkezli bir Avrupa toplumunun kuruluşuna aktif olarak katılmak düşer. Üstelik dinamik toplum yapısıyla ve önümüzdeki on yıl içinde varacağı yetmiş milyon civarındaki göreli genç nüfusunun beklentilerinin taşıyıcısı olan bir özgürlükçü Türkiye solunun, Avrupa sosyalist hareketleri içinde ön plânda yer alma şansı vardır. Türkiye solu önüne bu iddialı hedefi koyarsa, varlığının ve mücadelesinin bir anlamı olabilir. Türkiye toplumunun yakın tarihi açısından, etkisi Cumhuriyet’in ilânını izleyen dönüşümlerle karşılaştırılabilecek Avrupa Birliği üyeliği perspektifinin, sola rağmen değil, solun fikri ve siyasal önderliğinde gerçekleşmesi mücadelesini vermek anlamlıdır. Susmaya dayalı dengelere ve dar varlık alanı içinde kendi geleneğine hapsolan sol bir oluşum, tarih sahnesinden silinmesinin koşullarını kendisi hazırlar.

[1] La lettre du CEPII, Paris, sayı 181, 1999.

[2] Mutlak fakirlik endeksi, asgari temel ihtiyaçların karşılanması için gerekli gelir seviyesini tanımlar. Örneğin satın alma gücü paritesiyle hesaplanan kişi başına x dolar, mutlak fakirlik sınırı olarak tespit edilir. Bu endeks insanların somut yaşam koşullarını değerlendirmeyi göreli fakirlik sınırı ise, genellikle, o ekonomideki orta gelirin yarısıdır. Orta gelir seviyesinin değişmesine göre, fakirlik sınırı değişir.