18. İstanbul Kitap Fuarı, sempatizanı olduğum kitap ilişkileri bir yana, benim açımdan yeni bazı tanışmalara, yeni durumları hissetmeme ve çok çarpıcı, pek çok ‘kıssadan hissesi’ olan olayları öğrenmeme aracılık etti... Bunlardan en önemlisi Kıbrıslı Türk Şair Raşit Pertev’in, “Ortak Anılar, Ortak Yaşam Kültürü–Anadolu Kültürü” panelinde aktardığı Afrika anılarıydı... (Olayı anlatıcının aktardıklarının özüne/aslına sadık kalarak ancak ‘deneme tarzında’ yeni bir metne dönüştürerek, yeniden yazarak aktarıyorum... Her ne kadar sürç–ü lisan ettikse...)
1958 Larnaka doğumlu olan, 1987’den bu yana Paris’te yaşayan, Dünya Çiftçiler Birliği Genel Sekreteri olarak dünyayı dolaşan Raşit Pertev’in yolu günün birinde Afrika’ya düşer...
Raşit, Zambia’nın Kaşinaji isimli, başkente çok uzak bir köyünde iki yıl boyunca yerliler arasında yaşar. Kaşinaji kuş konmaz kervan geçmez bir köydür... Köye, yılda iki kez otomobil uğramaktadır; fildişi avcıları ve safariciler... Sınırları aşarak, başka dillerle ve kültürlerle içiçe yaşayarak kimliğini kurmaya çalışan Raşit, yerliler arasında doğayı kımıldatmadan yaşamaktadır artık... (“Ne güzel duruşun var senin/Doğayı kımıldatmadan...”) Modern dünyanın imge ve gerçeklerinden apayrı, Batı merkezli her insanın ezberini bozan yeni bir yaşam biçimi...
Aradan aylar geçer... Yerliler, dilini, ülkesini, alışkanlıklarını, kavramlarını bilmedikleri bu ‘yabancıya’, uzaklardan gelen ‘beyaz adam’a yerli dili Lunda’yı ve geleneklerini öğretirler...
Günün birinde o an gelip çatar... Köy meydanında toplanan köylüler Raşit’e şöyle dillenir: “Eeeeeeeee Mösyö Raşit... Aylardır aramızda yaşıyorsun, dilimizi öğrendin, geleneklerimizle tanıştın. Ama dikkat ettik sen bize hiç kendi ülkenden söz etmedin. Senin ülkenin adı–soyadı nedir, nasıl bir yerdir?..”
Kıbrıslı Türk Raşit şaşırır. Yerlilere Kıbrıs’ı nasıl anlatacağını kara kara düşünmeye bile fırsatı yoktur... Paradokslar ve kara mizahlar ülkesini yerlilere nasıl anlatacaktır? Bir telaş... Bir telaş... Bir şair, bir insan telaşı... Ama iş başa düşmüştür bir kere... Sözcükleri “dane dane” seçerek ülkeciğini, Gıbrısçığını adından, soyadından, eninden ve boyundan anlatmaya başlar...
“Köyünüzden üç gün üç gece yürüyün ve durun. İşte benim ülkem Kıbrıs’ın boyu, uzunluğu o kadardır. Köyünüzden iki gün iki gece yürüyüp durun. İşte benim ülkemin eni, genişliği o kadardır...”
Yerliler, bu sözleri duyar duymaz koro ve solo halde kahkahalarla gülmeye başlar... Çünkü bu küçücük ülke yerlilerin komiğine gider... Çünkü onlar için ülke ebedi–sonsuz bir coğrafyadır, uçsuz ve bucaksız... Bir ucundan bakınca diğer ucu görünmeyen... Bu nedenle bu küçücük ülkeciği zihinlerinde bir türlü canlandıramazlar... Kahkahların bitiminde “Mösyö Raşit, eni ve boyu bu kadar küçücük ülke olur mu hiç?” diyerek onu ferahlatmak isterler... İsterler ama nafile...
Bu sözleri duyan Raşit daha da sıkıntıya düşer.... Çünkü, bu miniminnacık ülkeciğin 1974 yılında ikiye bölünmesini yerlilere anlatmak, sözü hendek atlatmaktan zordur! Çarnaçar devam eder: “Günün birinde benim ülkeciğimin iki minicik halkı, Kıbrıslı Rumlar ve Kıbrıslı Türkler geçinemedi, birbirine düşman edildi, aralarında çatışmalar çıktı... Böylece, ülkeciğim 1974 yılında ortasından ikiye bölündü...”
Onu dikkatle dinleyen yerliler, bu sözleri duyunca kesintisiz ve sürekli bir biçimde, bu kez eşitsiz ve bileşik gülmeye başlar... Ve yine dillenirler: “Mösyö Raşit, bizi ne güzel güldürüyorsun, o küçücük ülkeyi, daha da küçük iki parçaya bölmeyi nasıl başardınız?..”
Raşit’i iyice karabasanlar basar. Modern dünyanın imgelerine, kavramlarına ve gerçeklerine yabancı olan yerlilere ülkesini anlatmak o kadar zordur ki... Doğusu ve batısı olmayan, 74’ten bu yana Kuzey’den ve Güney’den oluşan Kıbrıs’çığını anlatmayı sürdürür:
“O da ne ki, benim ülkemin iki tane ismi vardır: KKTC ve Kıbrıs Cumhuriyeti!... (Kahkahalar...) İki tane devlet başkanı (Kahkahalar!...), iki parlamentosu vardır... (Kahkahalar!..) Ama daha da güleceğiniz bir şey söyleyeyim; benim ülkemin altı tane ordusu vardır: (Şiddetli kahkahalar!...) Türkiye ordusu, KKTC ordusu, Kıbrıs Rum ordusu, Yunanistan ordusu, İngiliz ordusu, BM barış gücü ordusu... “Yerlilerden yeni bir kahkaha tufanı yükselir...(Hattâ rivayet olunur ki, bu kahkahaları duyan orman halkından Afrikalı bütün hayvanlar da, kendi dilleriyle kıkır kıkır gülerek onlara eşlik eder!..)
Raşit iyice şaşırır, kan ter içinde kalır... Raşit’in Batı merkezli kavramları uçup gider Afrika’nın içine doğru...
En sonunda yerlilerin büyük şefi, sevecen bir edayla, onu incitmemeye gayret göstererek omuzuna dokunur ve der ki: “Mösyö Raşit, sizin ne kadar komik bir ülkeniz varmış... Sen her yıl bizim köyümüze konuk olarak gel ve ülkenizin hikayesini yeni baştan yine anlat da biz de gülelim...”
İşte, vakanüvist Raşit’in vakası böyle... Bu özel vaka üzerinde çok katmanlı siyasal, insanî, etik, okumalar yapılabilir... Bu nedenle ben, vakayı dinler dinlemez, yerliler ermiş muradına, biz bakalım kıssadan hissemize dedim; önce içimden, sonra Raşit’e ve en sonra bunu rastladığım herkese heyecanla anlatarak...
Bu olay üzerinden sadece parçalanmış toplum okuması yapmak dar bir okuma olur... (Kimse duymasın ve kızmasın ama ben bu olayı “ÖDP imgesi ve gerçeği” bağlamında da okudum ve yeniden ürettim... Çünkü, bu olay, sevgili Melih’in (Pekdemir) “Kral çıplak!” ironisinin güncel pratikte hiç ihmal edilmeyecek bir etik, politik tavır olduğunun altını çiziyordu... Herkese de tavsiye ederim... Özellikle de, sekter, dıştalayıcı, sayılarla tarih/iktidar kurmak isteyen “çoğunluğa” ve yine özellikle de sekter, ayrılıkçı, ilke tekrar ederek tarih/muhalefet kurmak isteyen “azınlığa” özellikle duyurmak isterim...)
GELELİM TEL CANBAZINA... TEL CANBAZI DEYİP GEÇMEYİN...
Çok insan olmanın imkânları belki de çoğalma bilinciyle mümkün... Çok insan olmak, belki de, olaylar kadar metinleri de çok katlı okuyup yeniden çoğaltarak ve özgürlük düşüne eklemlemekle mümkün... Çok insan olmak belki de, ben’i, biz’i birbirini dıştalamadan çoğaltarak mümkün... Başka türlü hayatın içinde, anlamlanmak, siyasal, kültürel ve etik ıssızlığı gidermek mümkün olamıyor...
Ortaya çıkan ara sonuçlardan birisi sanırım bu: Yeni bir ıssızlık... Sol kültürün yeni bir dibe vurma ve bundan “keyf alma” hedonizmi!.. Hazcılık ile azcılığın içiçe kuzu sarması hallenmesi ve dellenmesi... Önce öğrenmenin, sonra düşünmenin durması...
Gerek topluma dönük, gerek bizim mahallede, “yaşasın ve kahrolsun”lardan oluşan geleneksel dilin hızla geriye dönüşü... Slogan konuşmanın, eski ezberleri tekrar etmenin. bilinçaltından ve bilinç üstünden dört nala dönüşü... Demokratik bir sosyalizm projesinin, yeni bir sosyalist aydınlanmanın ipucu olabilecek yeni kavramların, yeni pratiklerin, yara-bere içinde hayatımızdan hızla kovulma manifestoları... Kıymeti artık kendinden menkûl şeflerin, alıntıbaz şehzadelerin yeniden hayatımıza girişi... Şeflerle kırmızı telefonla görüşme kuyrukları, sıra kapmanın, “kırmızı yanlışları” çoğaltmanın dayanılmaz hafifliği... En önemlisi de düşlerimizin kirlenmesi...
Hayatın ‘ortaya karışık’ sunduğu ama hiç kimsenin ilgisini, iştahını çekmediği (şimdilik!) nafile bazı ‘önemsiz’! sonuçlar bunlar... Kendimizi nereye koysak yakışmıyor!.. Kavramlarımızı nereye koysak yakışmıyor... Düşlerimizi nereye koysak yakışmıyor... Birbirimizden çok mu erken yorulduk ne? Daha yeni yeni bitişen ellerimiz ne çabuk birbirine küstü!..
(Anımsatmakta yarar var; Oysa; “ben herkese varım” diye başlamıştı hikâye... Oysa, “Sevmek ve söylemek / Ardından iyilik gelir ister istemez” diye başlamıştı ol hikâye... Oysa, “insanlardan eşya yaparlar”ın tersi üzerine kurulmuştu ol hikâye... Ama şimdilerde bir ‘sol ayrımı’dır gırla gidiyor...)
Uzun zamandır, Türkiye’nin, genel olarak muhaliflerin, özel olarak devrimci sosyalist muhaliflerin ve haliyle ilkson gözağrımız ÖDP’nin ve değişik iddialardaki ben ve biz’lerin esastaki ve usûldeki konumları, kendilerine ve öteki’ne yükledikleri anlamlar ve yan anlamlar beni yine kavram, imge ve gündelik hayatın bilgeliği üzerine çoğaltmalara götürdü...
Ve bir şiir yolumu kesti!..
TEL CAMBAZININ TEL ÜSTÜNDEKİ DURUMUNU ANLATIR ŞİİRDİR
“Sizin alınız al, inandım / Morunuz mor, inandım / Tanrınız büyük, âmenna / Şiiriniz adamakıllı şiir / Dumanı da caba / Ama sizin adınız ne / Benim dengemi bozmayınız
Bütün ağaçlarla uyuşmuşum / Kalabalık ha olmuş ha olmamış / Sokaklarda yitirmiş cebimde bulmuşum / Ama ağaçlar şöyleymiş / Ama sokaklar böyleymiş / Ama sizin adınız ne / Benim dengemi bozmayınız
Aşkım da değişebilir gerçeklerim de / Pırılpırıl dalgalı bir denize karşı / Yangelmişim dizboyu sulara / Hepinize iyi niyetle gülümsüyorum / Hiçbirinizle dövüşemem / Siz ne derseniz deyiniz / Benim bir gizli bildiğim var / Sizin alınız al, inandım / Sizin morunuz mor, inandım / Ben tam dünyaya göre / Ben tam kendime göre / Ama sizin adınız ne / Benim dengemi bozmayınız”
Turgut Uyar
Birikim okurları (belki!) anımsayacaktır; benim yazma serüvenim genellikle, kavram ve imgenin içiçe geçtiği hattâ ikincisinin ağırlıkta olduğu bir serüven...
Kavramların imgelere, siyasetin sanata/şiire, biz’in ben’e resmî tarih içinde yaptığı haksızlıklar karşısında kendimi kurduğum bu yeni zemin belki de bir abartma... Belki de çok yaygın bir ifade ile söylersek çubuğu diğer uca bükme, kavramdan imgeye bükme..
Siyasetin sanata haksızlığı... Biz’in ben’e haksızlığı... Soyut bilginin, gündelik hayatın bilgeliğine haksızlığı...
Her neyse, iki yıldır çalıştığım ÖDP Parti Meclisi’nin son toplantısına sadece şiir ve imgelerden oluşan yedi-sekiz dakikalık bir metin hazırlamaya karar vermem de, bu tavır ya da duruş ile ilgili...
Evet bir şiir yolumu kesti!.. Şiir bu, aşık da olur, yol da keser, evrim de yapar, devrim de yapar... Ama neden?
Son siyasal gelişmelerle de birleşince, cambaz ve cambaz dengeleri üzerine dertleşmek farz oldu... Çünkü devlet hayatı da toplum hayatı da, alternatif iddialı muhalif hayatlar da “cambaz dengeleri” üzerine kurulu gibi...
Cambazın en büyük “numarasını” hatırlayalım: Düşüyormuş gibi yaparak ve seyircinin yüreğini ağzına getirmek!.. Bir evrim içinde bunu bir ritm olarak tekrarlamak... Çocukluğumdaki kumpanyalarında hayran olduğum tel cambazlarını hatırlıyorum. Usta cambaz bu ‘numarayı’ gösteri boyunca birkaç kez yaparak şovunu sürdürür... Cambaz kendi dengesini bozarak, seyircinin dengesini de bozar... Aslında seyirciler bunun, bir gösteri, oyun olduğunu bilir ama yine de yürekler hoplar durur...
İşi bile bile aldanmaya vardırmak... Cambazın işi düş’ü bile bile aldatmaya vardırmaktır... Seyircinin iş’i düş’ü bile bile aldanmaya vardırmaktır...
İlginçtir, siyasetteki son/sol gelişmeler de bu cambaz ritmini doğrular gibidir... En azından benim için böyle bir ‘cambaz okuması’ yapmak mümkün...
Şimdilerde ‘ulus-devlet’ adını alan, eskiden patron–ağa devleti, oligarşik devlet gibi sıfatlarla andığımız anlı–şanlı, ezelden ebede tarihsel ve siyasal inadını sürdüren devlet; bile bile, aldatmaya, aldanmaya vardırıyor işi...
Bir ada cambazı olan eski TMT’ci Rauf Denktaş; bile bile aldanmaya ve aldatmaya vardırıyor işi...
ONLAR ALDANMAYA VARDIRIYOR DA, BİZE NE OLUYOR PEKİ?
Tel Cambazının Tel Üstündeki Durumunu Anlatır Şiirdir’den yola çıkarak, (elbette Turgut Uyar’dan özür dileyerek ve “çıkmazın güzelliği” sözlerine sığınarak siyasal, estetik bir okumaya, çoğaltmaya ne dersiniz?
Sizin kırmızınız kırmızı inandım / Sizin kırmızınız en kırmızı inandım / Sizin resmi tarihiniz en büyük, amenna / Sizin resmi tarihiniz ondan da büyük, amenna / Ama sizin adınız ne / Benim dengemi bozmayınız...
Ve devreye Turgut Uyar giriyor:
“Hepinize iyi niyetle gülümsüyorum / Hiçbirinizle dövüşemem / Siz ne derseniz deyiniz / Benim bir gizli bildiğim var ...”
Evet,
Sizin kırmızınız en kırmızı, inandım
Alıntınız en büyük alıntı, inandım
Sizin geçmişiniz en büyük amenna,
Üstelik kırmızı yanlışları da caba
Sizin geleceğiniz en büyük gelecek, amenna
Sizin sayınız en büyük sayı, inandım
Ama sizin adınız, sol adınız ne
Sizin delegeleriniz en delege inandım,
Üstelik atı alıp ÖDP’yi geçmesi de caba...
Ama,
“Ben tam dünyaya göre / Ben tam kendime göre / Ama sizin adınız ne / Benim dengemi bozmayınız”
Turgut Uyar
Tarih buna en “güzel” aldanmaları yaşamak, diyor... Teori buna işi bile bile aldanmaya vardırmak, diyor... Pratik buna işi bile bile aldanmaya vardırmak, diyor...
“Tel cambazı istiyordu ki dünya istediği gibi olsun. / Bile bile aldanmaya vardırıyordu işi. / Ama olmuyordu, kendisi vardı...”
(Turgut Uyar, Atlıkarınca)
Bile bile aldanmaya, aldatmaya vardırıyordu işi... Ama oluyordu, sadece kendisi vardı....
Sizin koronuz en büyük, inandım
Sizin solonuz en en büyük inandım
“Ama sizin adınız ne”
Benim kendimi bozmayınız...
“Ben tam dünyaya göre / Ben tam kendime göre...”