AB'nin İslâmcılar İçin Anlamı

AB ile ilgili olarak İslâmcı kesimlerin son dönem yaklaşımları, eski yaklaşımlarıyla karşılaştırıldığında büyük farklılıklar taşımaktadır. Bu farklılıklar, klasik ‘döneklik” ya da “iflas” tezleriyle açıklanamayacak kadar önemli nitelikler içermektedir. Ayrıca, İslâmcıların tutum ya da görüş değişikliklerini bu bakışlarla tanımlamak, bir açıklama biçimi olmaktan öte bir yargılama ve mahkûm etme biçimidir. Dolayısıyla, ülkemizin önemli bir muhalif toplumsal hareketinin, neden AB ile ilgili yaklaşım değişikliğine girdiğini daha gerçekçi bir şekilde açıklamak kaçınılmaz olmaktadır.

İSLÂMCILARIN KENDİLERİNE OLAN İNANÇLARI

AB ile ilgili yaklaşım değişikliğinin en önemli nedenlerinden birisi, İslâmcıların Batı’ya yönelik bakışlarındaki değişikliğin yarattığı psikolojik güvendir. Eskiden Batı’ya yönelen dışlayıcı tutumlar, yerini Batı’yı anlamaya bırakmıştır. Çünkü dünyadaki gelişmeler herkesi olduğu gibi İslâmcıları da etkilemiştir. Yine Batı’yla olan temaslar, artık egemen Türk seçkinlerinin aracılığıyla gerçekleşmekten kurtularak daha diyaloğa dönük ilişkiler gelişmiştir. Batı, Batı ile anlaşılmaktadır. Kuşkusuz bunu sağlayan olgu da dünyadaki dolaşımın yarattığı dolaysız ilişkilerdir. Dev boyutlara varan yayınlar, iletişim imkânları, uluslararası toplantı ve konferanslar, Avrupa’da öğrenim görme gibi olgular birebir yüzleşmeyi getirerek, “hayali Batı” imajını ortadan kaldırmıştır.

Ayrıca, Avrupada yaşayan kalabalık bir Müslüman nüfusun yaşadığı deneyimler, Batı’yla kurulan klasik ilişkilerin aşılmasını kaçınılmaz kılmıştır. Gerçektende Avrupadaki Müslüman nüfus, yepyeni bir deneyim ortaya koymaktadır. Özellikle, bütün beklentilere rağmen asimilasyon politikalarının tutmamış olması bu açıdan ilginçtir. Müslümanlar’ın, asimile olmadan kendi dini kimliklerini yeni bir biçimde yaşaması, üstelik yeryer Türkiye’nin kimi iktidar baskılarını orada görmemesi önemli sonuçlara neden olmuştur. Giyim-kuşamdan eğitime, ticaretten sosyal ilişkilere kadar bir çok etkinliğin Müslümanlık bağlamında özgürce sergilenebilmesi, Batı düzeniyle Türkiye düzeninin karşılaştırılma imkânlarını sağlayarak “Batı algılamasında” derin değişikliklere yolaçmıştır.

Müslümanların tarihte eşi görülmemiş bu deneyimleri, güçlü bir güven duygusunu doğurmuştur. Anadolu’nun en eğitimsiz Müslümanları’nın bilim, teknoloji ve egemenlik ilişkileri açısından dünyayı yönlendiren toplumlarda kendi inanç kimlikleriyle varolabilmeleri, İslâmiyetin değişik koşullarda bile derin bir aidiyet duygusu ürettiğini göstermektedir. Yine klasik İslâm tanımlamasında “darul küfür” olan toplumlarda, Müslümanca yaşamanın imkânları oluşmuştur. Bu da İslâmiyetin siyasal bir düzen olmadan da kendisini sürdürdüğünü Müslümanlar’a göstermesi anlamına gelmektedir. Bu nedenle, bugün kimi İslâmcıların AB’ye girmeyi Anadolu’nun fetih ruhu, Endülüs’e dönüş olarak yorumlanması tesadüfi değildir.

28 ŞUBAT’IN TASFİYESİ OLARAK ALGILANAN AB

Kuşkusuz, 28 Şubat siyaseti, İslâmcıların topyekûn tasfiyesine yönelik bir girişimdir. İslâmcıları devlet bürokrasisinin kilit alanlarından dışlamış, sermaye birikimlerini denetleyerek sınırlamaya çalışmış ve politik girişimlerine müdahale ederek “dize” getirmeye çalışmıştır. Bütün bu kalkışmalar üç önemli alanla özelleşmiştir: İmam Hatipler, Refah Partisi ve MÜSİAD. İslâmiyetin kamusal “görünürlüğü”ne son vermek üzere de başörtü yasağı uygulanmıştır.

İslâmcıların 1960’lardan beri yaşamadıkları bu tasfiye olgusu, güç ilişkilerinde ve toplumsal örgütlenmelerinde derin kayıplara neden olmuştur. Kızlarının, eşlerinin ya da bacılarının başörtüleriyle Üniversite kapılarında, yerlerde süründürülerek coplanmaları daha da trajik bilinç değişikliklerine yol açmıştır. Böylece devletin kutsallık vasfı, zihinlerden silinmeye başlamış ve özgürlükçü talepler reel olarak hayatî önem kazanmıştır. Nitekim demokrasi, insan hakları ve hukuk devleti gibi arayışlar artarak, liberal yaklaşım ve çevrelerle ilişkiler daha da pekişmiştir. İslâmiyet, İslâmcılar aracılığıyla liberal demokrat bir muhalefete dönüşmüştür.

Avrupa Birliği, bu kavşakta İslâmcılar için çok şey ifade etmektedir. Her şeyden önce kendilerine yönelen baskıcı politik iradenin tasfiyesi anlamına gelmektedir. Birliğin egemen Türk seçkinlerinden demokrasi, insan hakları ve hukuk devleti bağlamında yaptığı talepler, İslâmcıların talepleriyle pareleldir. En azından bu yaklaşımların pratik karşılığı daha özgür bir Türkiye ve daha özgür bir Müslümanlık anlamını taşıyabilmektedir. İslâmcıların beklentisi de bu yöndedir. AB’ye girmemizle birlikte demokrasinin elitist bir kimlikten kurtularak, hepimize eşit bir siyasal katılım imkânını sağlayarak baskıcılığı ortadan kaldıracağı düşünülmektedir. Bundan dolayı Avrupa Birliği’ne girme teşebbüsü, en başta Fazilet Partisi olmak üzere İslâmcı kesimler tarafından olumlu karşılanmış, hattâ desteklenmiştir.

İlginç bir şekilde, Avrupa Birliği karşısında 28 Şubatçılarla İslâmcılar adeta rol değişikliğine girmişlerdir. İslâmcılar daha liberal ve demokrat bir Batılı söyleme yönelirken, 28 Şubatçılar ise otoriterliği temsil etmeleri nedeniyle AB’ye üye olma konusunda derin kuşkulara girmişlerdir. Azınlıklar ve Kürt meselesi gibi “duyarlılıklarından” dolayı, AB’ye karşı çekimser tutumlar ortaya koymaya başlamışlardır. Hattâ AB’ye üyeliği, yeni kapitülasyonlar olarak değerlendirenler var.

HEM BATI DEĞİŞİYOR HEM DE İSLÂMCILIK

İslâmcılığın Batı’yı bir karşıtlık ilişkisi içinde algılayarak ürettiği dönemler önemli ölçüde aşılmıştır. Aslında bunu sağlayan da daha çok milliyetçi yaklaşımların İslâmın içinde yarattığı yorumlardır. Özellikle yerellik arayışları, İslâmı Batı karşısında daha değişik konumlamalara çağırmaktadır. Evrensellik yerine milli kimliği önde tutan bir müslümanlığı önererek, Batı’yı da “Haçlı zihniyeti” tasavvuruyla algılatmaktadır. Ancak, hem pratik sorunlar hem de Avrupadaki müslümanların deneyimleri İslâmcıları, köklü düşünce değişikliklerine sokmaktadır.

Son yıllarda İslâmcılığın toplumsal hareket kimliği öne geçerek, politik talepleri gittikçe daha az öfkeyle sergilenmeye başlanmıştır. Bu nedenle, birçok sivil toplum kuruluşunda İslâmlık etkinleşiyor ve gittikçe sivil bir kimliğe bürünüyor. Burada, siyasal iktidarı elde ederek taleplerini elde etme amacı yerine, siyasal iktidarı liberalleştirme amacı önem taşımaya başlıyor. Yine gündelik hayatın Müslümanlık temelinde yaşanması öne çıkıyor. Bu amaçla sağlık, eğitim, ticaret vb. alanlarda çeşitli girişimlerde bulunulmakta ve İslâmiyetin toplumsal hayatın rengini belirlemedeki etkinliği artmaktadır.

Kuşkusuz, dinde önemli olan inancına uygun bir yaşama sahip olmaktır. Bunu sağlayan ortamların var olup olamaması önemli. Millî devlet tasavvuru, Müslümanlar’ın zihinlerine “gavurlara” karşı müslümanları koruyan bir irade olarak üretildi başlangıçta. Hâlâ da halk arasında asker (devlet denmek isteniyor) “sınırda şerefini, namusunu koruyan Peygamber ocağı” olarak algılanıyor. Yine muhafazakar-İslâmcı kesim arasında devlet, “ulul-u emr”olarak tanımlanıyor. Özellikle milliyetçiler, 28 Şubat sürecinde “devlet ulul-u emr’dir itaat etmek lazım” deyip İslâmcılığa yönelen baskıyı dinsel olarak meşrûlaştırıyor. Ancak bu tasavvurlar, büyük ölçüde anlam kaybına uğramıştır. Başörtü pratiğinde yaşayan baskılar, sözkonusu kesimin millî devleti kutsama anlayışlarını köklü değişikliklere uğratmıştır. Son dönem seçimlerde milliyetçilerin desteklenmesi bile, devlet baskısına karşı milliyetçilerin “bıçkınlığına” olan beklentiden kaynaklanmaktadır. Yoksa devleti kutsamalarına değil. Dünya ölçeğinde yaşanan ulus-devletin sonu, (Türkiye’de öteden beri zaten İslâmcıların köklü eleştirilerine hedef olmuştur) İslâmcıların İslâmiyeti evrensel bir şekilde yorumlama gayretlerini de pekiştirmiştir. Bundan dolayı, İslâmiyeti bir devlet özdeşliğinde yaşama amacını aşmak kolaylaşmıştır. Artık İslâmiyet, ulus-devlet tasavvuru dışında çeşitli ticari, sosyal, kültürel etkinlikler toplulukları olarak belli bir kimliğe evriliyor. Bu da ümmetçilik tasavvurunun dar bölgesel sınırları aşan küresel işbirliklerine açık olan bilinçaltını yansıtmaktadır. Farklı uluslara mensup milyonlarca müslümanın daha rahat etkilişimi, işbirliği ve beraberliği anlamına gelmektedir. (Burada sayın Ahmet İnsel’in AB konusunda sosyalist hareketler için düşündükleri, bir yönüyle İslâmcı hareketler için de geçerlidir.)

İslâm ülkelerinin önce Batı karşısında sömürgeleşmeleri, sonra ulus-devlete geçişleri ve şimdide Türkiye örneğinde ulusçuluğu aşarak küresel bir süreçle yüzleşmeleri, hem Müslümanlar hemde Batılılar için heyacan verici deneyimlerdir. Batı, artık tarihsel katolik öfkesiyle müslümanlığı algılamayı bırakarak, farklı ilişkilere yönelmiştir. Milyonlarca Müslümana tarihte ilk kez, kendi coğrafyasında yaşama imkânlarını sunmaktadır. Onlara eğitim ve kültür konusunda çeşitli özgürlükler tanımaktadır. Çok kültürlülük arayışları çerçevesinde klasik asimilasyon politikalarını terketmektedir. Heterojen toplum biçimlerine yönelerek farklı inanç ve kültürlere yaşama hakkı vermektedir. Bütün bunlar, Batı’nın 68 hareketiyle birlikte yaşadığı büyük dönüşümleri göstermektedir. Artık modernitenin tek hakikat yaklaşımı terkedilerek postmodernitenin doğurduğu çoğulculuğa gidilmektedir. Bu da Batı’yı Müslümanlarla yeni bir ilişki tarzı deneyimine sokmaktadır.

YİNE DE TEREDDÜTLER VAR!

İslâmcıların, Avrupa ile ilgili yaklaşımlarındaki genel olumlu havaya karşın, kimi tereddütleri de yok değil. Örneğin İslâmcı yazarlardan İsmet Özel, bu konuda farklı düşünüyor. Bizim Avrupaya gitmeden Avrupa’nın bizim içimize girdiğinden bahsediyor. Yine ona göre, Avrupa’daki Müslümanlara gösterilen tolerans, Avrupalıların onları kendi toplumsal düzenleri dışında algılamalarından kaynaklanmaktadır. Avrupa İnsan Hakları Mahkemesi’nin başörtüyle ilgili verdiği karar da, bazı İslâmcılar tarafından Vural Savaş’ ı aratmayan bir yaklaşım olarak algılanmıştır. Bu nedenle AB ile ilgili kimi tereddütler, pratik gelişmelerin baskınlığı nedeniyle yeterince ortaya çıkmıyor ve tartışılmıyor. Ancak önümüzdeki günlerde bu konular, daha geniş bir tartışma zemini bulabilir.

Kuşkusuz, Batı’nın dünyaya egemen olmasından kaynaklanan bir üstünlük politikası bitmiş değildir. Avrupa’nın demokrasiyi hâlâ, ”belli ilkelerle toplumların yönetilmesi” olarak algılayarak, Batı dışı toplumlarda katılımı “Batı kamu düzenini” onaylama olarak görmesi ciddi bir sorundur. Ayrıca, egemen Batıcı elitler eliyle toplumları değiştirme geleneğini sürdürmesi de düşünülmelidir. Nitekim liberal demokrasiyi de bu yöntemle Türkiye’ye dayatıyor. Ne tuhaftır ki, yıllardan beri Kemalist seçkinlerin “yukarıdan aşağıya modernleştirme” projesini eleştiren Mehmet Barlas gibi liberal demokrat aydınlarımız, şimdi bu yöntemi benimsedikleri yaklaşımlar için uygulanmasına alkış tutmaktadırlar. Kuşkusuz özgürlük güzeldir; ancak özgürlüklerimiz efendilerimizin bize sundukları lütuflar değil, bizim en temel haklarımızdır. Bağış değil, haktır.