AB'ye Girerken “Seçkinler“den “Sıradan“lara Şarklı Düşünme Tarzımız

AB’ye girişimiz, bazı yazarların iddia ettiği gibi, sanırım öncelikle bir zihniyet meselesi olarak önümüze dikilecek engellerle savaşmayı gerektirecek. Allah kolaylık versin! Aynı hafta içinde televizyon ekranlarına yansıyan iki düşünme tarzı karşısında, bizi AB’ye sokmaya çalışanların işi bir hayli zor olacak gibi görünüyor.

14 Aralık 1999 gecesi NTV’deki “Kapalı Kapılar Ardında” adlı programda Mustafa Balbay ve Emin Çölaşan’ın sergilediği zihniyet, eli kalem tutan ve hemen hemen kendisini “vatansever” sayan herkese doğru genişletilebilecek bir düşünme tarzına tipik bir örneği teşkil ediyor. Mustafa Balbay, Yunanistan’ın Osmanlı İmparatorluğu aleyhine toprak genişlemesini kronolojik olarak gösteren haritalar hazırlatmış ve bunlar üzerinden “bir şeye” dikkat çekmeye çalışıyor. En başta bu haritaların, bir imparatorluğun çözülme sürecine değgin olduğunu ve modern milliyetçiliğin sorunlaştırma alanına giremeyeceğini unutarak... İmparatorlukların çözüldüğü, yerine ulus-devletlerin oluşmaya başladığı bir süreçtir sözkonusu olan. Yani, tıpkı Avusturya-Macaristan’ın, 1917’de Rusya’nın, 1945’ten itibaren Britanya’nın (hattâ bu ülke için ilk ayrılma, daha önce, İrlanda ile başlar) başına gelenler, elbette ki Osmanlı İmparatorluğu’nun da başına gelmiştir. Bu, neredeyse dönemin “tini”dir. Buna karşı hangi güç durabilmiştir ki, sayılanlar arasında ekonomik açıdan en geri durumda bir tarım imparatorluğu olan Osmanlı durabilsin ve biz bunu “ihanet”, “arkadan vurma”, “oyun” vs. gibi daha çok psikolojiye ait kavramlarla açıklayabilelim, hattâ bunu da aşarak bugüne ilişkin bir “kıssadan hisse” haline getirebilelim! Bu “tin” karşısında imparatorluğun bütünlüklü kalmak yönündeki her türlü çabası, sadece tehir getirmiştir. Yunanistan’ın bir “ulus-devlet” olarak genişlemesi, Balbay’ın tarihdışı bakışında olduğu gibi, “Türklüğün aleyhine”, hele Türk ulus-devletinin aleyhine bir genişleme olarak değerlendirilemez. İki nedenden! Birincisi, Yunanistan’ın uluslaşma ve ulus-devletini kurma gayreti, onlar istedikleri kadar ideolojik planda karşılarına “Türkler”i* almış olurlarsa olsun, bir Türk devletine karşı değil, Osmanlı imparatorluk formasyonuna karşıdır. Bu genişleme çabası ve çatışma, bu anlamda sadece Osmanlı kurulu düzenine karşı değil, Fener Patrikhanesi’ne karşı da verilmiştir. Zira Fener Patrikhanesi de bir Osmanlı kurumudur ve Yunanistan’da ulus-devletleşme çabasının peşinde olduğu “ulusal kilise” ve onun üzerinde oturduğu “millî Ortodosluk”. Fener Patrikhanesi’nin varoluşuna ve imtiyazlarına doğrudan doğruya bir tehdittir. İkincisi, Yunanistan’ın bir ulus-devlet olarak, diğer ulus-devletler gibi, siyasî sınırını genişletirken, “etnik olarak Yunanlı” ya da en azından Yunanca konuşan halkları içine alacak biçimde genişletmeyi hedeflediğini unutmamak gerekir. Bu genişleme, bu yüzden, sadece Osmanlı Devleti aleyhine değil, Bulgaristan aleyhine de olmuştur. Benim burada her “etnik halkın devleti olmalıdır; her etnik halkın sınırı, kendi ulus-devletinin doğal sınırıdır” gibi özcü bir tezden yola çıktığım zannedilmemelidir. Ancak, yine dönemin “tini” ve üstüne basarak söylüyorum, ekonomi-politiği böyle bir ilkeyi siyasete sokmuştur. Bunun mucidi Almanlar ve İtalyanlar olup, Alman ve İtalyan birlikleri kurulduktan sonra, bu ilke bütün dünyaya yayılmış, tayin edici ve meşrûlaştırıcı bir ilke haline gelmiştir. Bunun şahikası 1918’de vaz’edilen Wilson prensipleridir ve buradaki “ulusların kendi kaderini tayin hakkı” ilkesi, tamı tamına “etnik halkların” başlıca bir hakkını işaret etmektedir. Burada “ulusun neliği” konusundaki Stalinci tartışmalar henüz başlamadan düşünülen, imparatorlukların çözülme sürecinde olduğu o çağda, imparatorlukların içinde yeralan ve dil gibi, din gibi ayırıcı özellikleri bulunduğu varsayılan etnik halkların birer devlet, yani ulus-devlet haline gelmelerinin önünü açmaktır. Sevr’in, Lozan’ın, Musul Meselesi’nin hattâ Hatay Meselesi’nin meşrûiyet zemini de bu ilke etrafına oturtulmuştur. Musul’da Türkiye’nin tezi, bu bölgede “Türkler’in çoğunlukta olduğu”, dolayısıyla buranın Türkiye’ye dahil olması gerektiği yönündedir. Lozan’daki “mübadele protokolü”, bu ayırıcı unsuru “din” olarak kabul etmiş, Türkiye ve Yunanistan’ın istisna edilmiş birer bölgesi hariç, dinen çoğunluğa uymayan insanların karşılıklı olarak göçünü öngörmüştür.

Sonuç olarak “Osmanlı İmparatorluğu’na rağmen” kurulduğu iddia edilen Türk ulus-devleti ile Yunan ulus-devleti aynı “kategorik düşman” karşısında aynı kategori içinde, aynı hatta durmaktadır. Bu çerçevede, Yunan ulus-devletinin Yunanlılar’ı kendi sınırları içine alma çabası Türk ulus-devletinin Türkler’in çoğunlukta olduğu toprakları “Türkiye toprağı” sayma çabası kadar meşrûdur. Eğer öyle değilse neden resmî tarihçiler hâlâ nüfusları yarıştırıyorlar? Türkiye Cumhuriyeti, Türkler’in yaşadığı varsayılan bir ülkeye yabancı devletlerin her türden müdahalesini ve her türden ilhakı, “ulusların kendi kaderini tayin hakkı” bakımından bir hak ihlâli olarak değerlendiren bir siyasetin ürünü olup, bütün kuruluş belgelerine bu tez sinmiştir. Yani Türkiye Cumhuriyeti’nin kuruluş süreci, Osmanlı İmparatorluğu’nun egemenliğini meşrûlaştıran bütün ilkelerin reddine dayanır. Bu reddiye, başka “ulusların” bu siyasî varlık karşısında kendisini siyaseten var etme çabasını da meşrûlaştırır. Dolayısıyla Türkiye Cumhuriyeti yurttaşı sıfatıyla hiç kimse, eğer bu devletin kuruluş mantığına ve ilkelerine karşı bir itirazı yoksa, yüzyılın başında kendisini ayrı bir “ulus” sayan halkların içlerinden çıkardıkları temsilî siyasî organlar ya da bugün “ulus adına hareket ettikleri” kendilerine atfedilen iradeler yoluyla kendi devletlerini kurmalarına, bu süreç esnasında bir imparatorlukla mücadele ederek, o imparatorluğun aleyhine, kendi “soydaşı” saydığı kişileri siyasî sınırları içine katacak biçimde toprak kazanmasına itiraz edemez. Bu süreçte, başka devletlerin o imparatorluğu zayıflatmak için, bu hareketlere verdikleri destek ve giriştikleri manevralar, bu ilkenin hayata geçirilmesi ve ulus-devletin meşrûiyet kaynağı bakımından, bu tartışmanın esasları açısından, dışarıda bırakılmalıdır. Yani, bu başka bir tartışmanın konusudur ve devletlerin birbirine karşı nüfuz ve genişleme mücadelesi sırasında başvurdukları yollardan biridir. Zira Rusya, Osmanlı sınırları içindeki Ortodoks topluluklara destek verirken, örneğin Almanya, Birinci Büyük Savaş sırasında Rusya’daki Türkî halkları ayrılma yönünde cesaretlendirmiş ve kışkırtmıştır. Ya da Rusya Osmanlı İmparatorluğu’nu bölmeye çalışırken Britanya, imparatorluğun bir bütün halinde kalmasını kendi çıkarları açısından yararlı bulup Rusya’nın bu müdahalesine karşı durmuştur. Doğru düşünme ilkesi çifte standart kaldırmaz ve bu nedenle olguya bakan biri için bu aktörlerden birinin yaptığı doğru, diğerininki yanlış sayılamaz.

Gelelim, Ege sorununa... Türkiye Cumhuriyeti kurulduktan sonra, Yunanistan, Türkiye Cumhuriyeti aleyhine, ondan herhangi bir toprak kazanmamıştır. Böyle bir toprak kazanımının yukarıda saydığımız ilkeler bakımından meşrûlaştırıcı bir dayanağı zaten kalmamıştır. Zira ulus-devletlerin oluşum aşamasında, özellikle bu yüzyılın ilk yarısında en önemli meşrûiyet kaynağı sayılan nüfus kompozisyonları, 1923 mübadelesi ile ortadan kalkmıştır. Oniki adalar’ın el değiştirmesine ilişkin münasebet, Türkiye’nin taraf olmadığı bir münasebettir. Bazı hastalıklı kesimlerin hastalıklı tarihsel toprak iddiaları ise ikili ilişkilere etki etmeyecek kadar önemsizdir ve diplomasiye asla yön verememiştir. Ege’de sorun bir “karasuları” sorunu olarak ortaya çıkmıştır ve esasen Yunanistan açısından iddia ettiği üzere, karasularını 12 mile çıkararak fiilen Türkiye’yi zora sokmanın pratik bir faydası yoktur. Bu hususun politik ve diplomatik bir koz olarak elde tutulmaya çalışıldığı ortadadır. Zaten eğer bu iddiasında kararlı olsaydı, Yunanistan şimdiye kadar, deniz hukuku açısından hakkı saydığı bu tasarrufu çoktan uygulardı. Türkiye’nin bunu “casus belli” sayması, Yunanistan’ın daha da işine yaramış ve Türk tehdidinin sürekliliği konusunda, bu hususu iç politikada kullanma olanağını elde etmiştir. Kardak “Adası” sorununu ise, “sorun” saymak hiçbir şey bilmemektir. Ekonomik, beşeri ve kültürel hiçbir anlamı ve değeri olmayan bu “formasyonu” toprak sorunu ya da sınır sorunu olarak telakki etmek, ne diplomasinin ve askerliğin temel ilkelerine, ne de “devlet aklı”na uymaktadır. “Bu sorunlaştırmalar” tamamen gündelik politikayla ilişkilendirilebilecek geçici olaylardır. Diplomatik tasarruflarda ve uzun vadeli ilişkilerde kalıcı etkileri yoktur. Buna diplomatik sorun yapan diplomatın ise aklı yoktur.

Şimdi bunların hiçbir önemi kalmayacaktır. Zira Avrupa Birliği’ne üye olmak niyetinde bulunan bir ülkenin aynı topluluğun üyesi bir başka devletle toprak ya da sınır sorununun olması beklenemez ve her ikisinin de Avrupa Birliği üyesi olmaları halinde Yunanlıların Ege’yi bir “Yunan gölü” yapabilmeleri istek ve imkânı ile Türkler’in bu yöndeki korku ve iddiası bu beklentinin doğal bir uzantısı olarak kelimenin tam anlamıyla “nesnesiz” kalacaktır. Birlik üyeliği, birçok konuda her ülke toprağını eşit kullanıma ve ortak tasarrufa açan müeyyideler getirmektedir. Mevcut meşrû sınırların aşılmasında herhangi bir uluslararası belgenin gerekmeyeceği, bu sınırlar üzerindeki gümrüklerin nihai olarak sıfırlanacağı, mal ve insan dolaşımının serbest hale geleceği bir düzenlemede, “karasuları sorunu” yahut bir iki adacığın kime ait olduğu gibi bir sorunun ayakta kalabileceği düşünülemez. Böyle bir düzenleme içinde bir devletin, aynı düzenlemeye tâbi bir başka devlet tarafından açık denize çıkamayacak biçimde kendi sahillerinde hapsolacağını düşünmek ise “şizofrenik bir paranoya”dır. Avrupa Birliği üyelerinin, aralarına katılacak yeni bir üyenin “toprak ve sınır sorunu” addetmesini hoş karşılaması da düşünülemez. Hele ki bu ülkeleri, Emin Çölaşan’ın yaptığı gibi, üstelik bu müdahilliklerine dayanarak ve tarihe yanlış göndermeler yaparak “emperyalistler” diye nitelendirmek, emperyalistlerle aynı birlik çatısı altında eşit üye olmaklığımız bakımından Türkiye Cumhuriyeti’ni de “emperyalist” saymak ya da 75 yıllık Cumhuriyet hedeflerini “müstakbel bir emperyalizm”e özenmek noktasına getirir ki, Kemalizmin dünya görüşü açısından bu tam bir kendini inkârdır. Birlik üyeliğine toptan “karşı” olmadığı anlaşılan Emin Çölaşan gibi bir Kemalistin Türkiye’yi “emperyalist” sayması ve Atatürk’ün eşit bir üyesi olmayı hedef olarak koyduğu bir topluluğa “emperyalist” demesi, kendi iç mantığı açısından “tuhaf”tır. Özellikle bütün dünyayı ve insan okuma biçimini “ulusal çıkar” kavramının hapsedici çerçevesine sıkıştırmış birinin, “ulusal çıkar” kavramını aşarak daha çok “ortak insanlık değerleri” gibi bir ilkeden hareket ederek ulus-üstü “topluluk çıkarı” kavramını ikame etmeye çalışan bir birlik mantığını, Türkiye aleyhine emperyalistlikle suçlaması ikinci bir “tuhaflık”tır. Türk gazeteci-yazar-araştırmacı düşünürlerinin belirli bir iç mantıkla ve sistematikle düşünme alışkanlığı, yani tam da Aydınlanma düşünürlerinin “aklın özgürleşmesi” dediği hedefe ulaşmakta izlemeyi önerdikleri kavrayış biçimi yerine bir “taraftar”, bir “mağdur”, bir “müdafi” refleksiyle düşünme alışkanlığını terketmesinin zamanı gelmiştir, hattâ geçmektedir. Bu türden, “çifte standart” üretmeye fevkalâde müsait düşünme tarzı (bunun örnekleri için Kıbrıs, Karadağ, Türkî Cumhuriyetler gibi konulardaki egemen düşünme biçimlerimize bakılabilir). Türkiye’de aklın egemenliği ve yurttaşın özgürleşmesi açısından en önemli engeldir. Bu çerçevede artık “hak” kavramı, karşılıklılık ilkesi olmadan düşünülemeyecek bu noktadan ele alınmakta; “tavizsiz müzakere”, müzakere anlayışının dışına atılmakta; “empati” kavramı her şeyin önüne geçmektedir. “Biz/öteki“ ikilemi, yerini “hepimiz”e, ortak refah ve mutluluk anlayışına ve “ortak insan yararı” kavramına terketmek zorundadır. Nihayetinde hepimiz, aynı birliğin ortak yurttaşı olmaya ve bu yolda, daha önce hiç denenmemişi hayata geçirmek gibi zor bir tecrübeyi yaşamaya aday oluyoruz. Bu sürecin, yüzyılın başına ait soyut ve nesnesiz yüceltimlere ve komplekslere tahammülü yoktur. Yani bu süreçte “ulusal çıkar”, “haklarımızı korumak” gibi cevabı daha önceden hap haline getirilmiş önermelerin yerini “hepimiz için en doğrusu nedir?” sorusu almalıdır. Kendimize ve bizim adımıza konuşup karar verenlere soru sormayı öğrenmeliyiz, evvelemirde. Müzakere anlayışının esası bu olmalıdır. Zaten “haklarımız” derken, kimin haklarından bahsedildiği neredeyse yüzyıldır meçhuldür. Bu yolda hiç görmediği, hiçbir biçimde ıttılaı ve karabeti bulunmayan, elde tutulması halinde kendisine en küçük yarar ve hazzın sağlanmayacağı topraklar uğruna, oralarda ölmüş yüzbinler sayılabilir. Bu çerçevede soyut “ulus” öznesi, ona ait olduğu söylenen “toprak” ve bu özneye atfedilen “hak” kavramı, yüzyılın başında sorgulanan “ulus-öncesi meşrûiyet biçimleri” gibi, bugün sorgulanmaya açılmıştır. Artık “birey” ve hukuken de “kişi” olarak tanımlanmaya başlanan öznenin mensubiyet ve tutunum kaynaklarının daha somut nesneleri ve bunların bağlanabileceği daha “yaygın değerler” aranmaktadır. Bu ortak değerler manzumesi içinde Rauf Denktaş’ın ya da benzerlerinin temsil ettiklerini iddia ettikleri “ulus”un çıkarı adına biraz daha Cumhurbaşkanı kalmasını temin edecek statüyü ilelebet korumak ve savunmak gibi bir “çıkar” anlayışı bulunmayacaktır, örneğin. İkinci bir düşünme tarzı! Bu kez “sokaktaki insan”dan... Metin Gökçek tipi gericiliğe karşılık gelen bir TV kanalı “yurttaşlara” mikrofon uzatmış soruyor, “Avrupa Birliği’ne girmek ne getirecek?” Ya da “memnun musunuz?” “Seçilmiş vatandaşlar” da cevap veriyor: “Valla ben karamsarım”. Niye? Çünkü Kıbrıs’ı verecek miymişiz, belli değilmiş. Güneydoğu’da o kadar şehit vermişiz, Kıbrıs’ta da ’60’tan beri nice şehidimiz varmış vs. Acaba bu “fikir sahibi” yurttaşlardan kaçı Kıbrıs’ı görmüş, bir sormak lazım. Bu “yurttaş” biliyor mu acaba?: Kıbrıs, Türkiye’de kimlerin çiftliğidir? Kıbrıs’ta şehit verdik, hikâyesi de ilginç bir düşünme kalıbı. Hemen şu sorular geliyor akla. Biz Kıbrıs’a fethe mi gittik? Ölü sayısı fetih hakkı mıdır? “Şehit vermemiz” bir toprak üzerinde hak sahibi olmaya yetiyorsa, dünyanın birçok yerinde hak iddia edebiliriz, demektir. Bunlara Viyana da dahildir. Kosova da... Kosova’da da şehit vermiştik. Hak iddiamızı niye sürdürmüyoruz? Oradan niye çekildik? Ya da Plevne’den? Şehit vermek ve bunların sayısı, o toprağı “bizim” yapmaya yetiyor mu? Bu “sokaktaki vatandaş”ı aratmayacak gazetecilerimiz de var. Örneğin İlhan Selçuk bir panelde buyuruyor: “Bu hükümet Kıbrıs’ı verecek”. (bkz. Cumhuriyet, 19.12.1999) “Biz” Kıbrıs’ı, resmî tezler bakımından ne zaman aldık ki? En başta böyle bir iddia, resmî tezi baştan çürütür; dolayısıyla böyle bir bakış açısıyla devletlerarası müzakere yapılamaz, yapılamayınca da bu müzakerelerde “Kıbrıs’ı vermek” türünden bir ödün sözkonusu olamaz. Kıbrıs Harekâtı’nın yegâne amacı, faşist bir cunta yönetiminin Kıbrıs’ın meşrû hükümetini devirmesi ve faşistliğinin doğal bir uzantısı olarak adada bulunan Türkler’e karşı soykırım hazırlığına girişmesiydi. Bu, Türkiye’nin müdahalesinin haklı gerekçesidir. Yani “şehitler” boşuna verilmemiş, maksat hasıl olmuştur. Türk ordusunun ortaya fütuhata ya da Rauf Denktaş’a ömürboyu iktidar sağlamaya gitmediği Türk diplomasisinin iddiaları arasında olmalıdır. Pekiyi, “yurttaş” (ve İlhan Selçuk) niye farklı düşünüyor? Sakın bu düşüncenin zemininde devletimizin vatandaşı da öyle düşünmeye teşvik ettiği bir sürüleştirmeye ilişkin gayrıresmî refleksleri yatıyor olmasın? Bu sürüleştirmenin başarısı “farklı fikrin çıkmayışı”nda gizlidir. Sonra böyle düşünene nasıl “yurttaş” denebilir? Böyle düşünen “yurttaş” değildir; çünkü “yurttaş” birey olmalıdır, hâlâ arkaik bir fetih zihniyetini bilançaltına dahi itememiş büyükçe bir kabilenin üyesi değil. Çözüm bulmak neden taviz oluyor? Hep biz mi haklıyız? Neden “ortak yarar” ve yararların kesişim noktalarını bulmak konusunda insan aklına güven ikame edilemiyor? Şu “akil adamlar” nerede? Bunlardan birinin Rauf Denktaş, öbürünün de Mümtaz Soysal olmadığı ise açık.

Biri, ülkücüymüş ama MHP’ye oy verdiğine pişmanmış. Bahçeli, Türkeş’in yerini dolduramıyormuş. Sanki “devlet aklı”nın yöneylem istikâmeti karşısında, Türkeş başka türlü davranabilirmiş gibi. Ecevit’in bütün derdi, Öcalan’ın asılmaktan kurtarmakmış. Bakın bir “yurttaş” daha! Bu “yurttaş”la ölüm cezasının hukuk devletindeki yerini nasıl tartışacağız? Ya da başkaları için geçerli olacak bir uygulamadan Öcalan’ın istisna edilmesinin hukukun ceza karşısında eşitlik anlayışıyla nasıl bağdaşacağını? Veya “ölüm cezası” gibi geri dönüşsüz bir ceza infazının adli hatalar karşısında nasıl telafi edilebileceğini? Bahçeli buyuruyor: Ölüm cezasının kaldırılmasını istemek neyseymiş de, 30.000 kişinin katili Öcalan’a Avrupa’nın bu ilgisini anlamak mümkün değilmiş. Başbakan Yardımcımız halen hukukta ilkeler karşısında istisnanın sözkonusu olmadığının; şahsa duyulan kin ve husumetin, bunun boyutu hangi ölçükte olursa olsun, ilkenin önüne geçemeyeceğinin farkında değil! Yedi TİP’liyi öldürdüğü mahkemede subut bulmuş bir Haluk Kırcı, neden Öcalan’dan daha masum olsun, örneğin. Onu da mı ilkeden istisna edip asalım? Hepsinin ötesinde insan aklının yüzyıllar içinden donattığı kurallar manzumesi olan ve esası bakımından evrensel bazı ilkelere istinad eden hukuka dayandığını iddia eden bir örgütün “taammüden” adam öldürmesi karşısında aynı hukuk nasıl tevil edilecektir? Gerekçe ne olursa olsun bir kişinin başka birini öldürmesini “suç” sayan devletin, aynı suçu, gerekçesi ne olursa olsun, kendisinin işlemesini nasıl meşrûlaştıracağız? Bu “yurttaş”la, bu ‘kütle ruhu’yla AB’ye nasıl gireceğiz? Bu, açıkça faşizme açık bir insan tipidir. Faşizm illâ bir yönetim tarzı olmak zorunda değildir, eğer insanların zihni faşizm içeriğini oluşturan temel anlayışlarla öğretilenmişse, yani “müsademe-i efkâr” yerine insanlar düşünme melekeleri bakımından sürüleşmeyi seçerek, bu düşünüşe uymayan her şeyi de “hıyanet” olarak yaftalayabiliyor ve bu “ilkel” düşünme alışkanlığında direniyorsa, yönetimi faşistleştirmenin gereği zaten yoktur. Anlaşılan devlet denilen örgüt AB’ye girerken, yurttaş zihniyet açısından daha çok bekleyecektir. Sorun böyle düşünen yurttaşların olması değil, bu türden düşüncenin, üzerinde düşünülmeden ve yukarıda değindiğimiz “reflekslere” binaen yaygınlık arzetme eğilimidir. AB’ye girme hedefiyle bu sıradanlığı, üstelik sıradanlıkta da “ilkelliği” nasıl bağdaştıracağız? Zira anlaşılan AB’ye girmek kurumsal olmaktan çok, zihinsel bir değişim gerektirmektedir.

Düşüncenin eyleme geçiş biçimleri de ibretlik manzaralar koyuyor önümüze. Bu “ilkelliği” görmek için, Fenerbahçe seyircisinin Pendik’e yenildikten sonra kendi futbolcusuna sıra dayağı çekmek konusunda önlenemez isteğini seyretmek yetiyor. Haklıysan, öfkeliysen dövebilirsin, hattâ öldürebilirsin bile! Henüz Hammurabi Kanunları’nın beklentilerine ve toplumsal düzen anlayışına bile cevap veremeyecek bir insan tipi! Tanıma gerek var mı? Tatmin olamayanın, haz alamayanın, öfkelenenin bunun müsebbibi saydığı aktörlere karşı dayanılmaz bir şiddet uygulama isteği duymasıyla, çocukları Güneydoğu’daki elim savaşta ölen ailelerinin, acılı kâmil insandan beklenen bir vekarla kendi acılarının çoğalmaması, yaygınlaşmaması için neler yapılabileceğine kafa yormak yerine, yoz bir intikam duygusuyla, bir çocuğa yakışacak reflekslerle kelle istemeleri arasında ne fark vardır? Bir idam onayı karşısında zafer çığlıkları atmak, nümayişle kendi acılarının sorumluları arasında saydıkları ikincil şahıslara tekme tokat girişmek, acaba hangi çağa ve ne tür bir insana ait özelliklerdir?

“Aydın”ından “sokaktaki adam”ına manzara budur. Erken mi sevinildi acaba?

(*) Buradaki “Türk”ün anlamı ideolojik olarak “etnik Türk”le aynı şey değildir. Bu konuda bkz. Suavi Aydın, “Etnik Bir Ad Olarak ‘Türk’ Kavramının Sınırları ve Genişletilmesi Üzerine”, Birikim, 71-72 (1995), s.50-64 ve Suavi Aydın Kimlik Sorunu, Ulusallık ve Türk Kimliği, Öteki Yayınları, Ankara, 1998.