Türkiye'nin Başını Boş Bırakmaya Gelmez...

Gün Zileli’nin bu sayıdaki yazısında dile getirdiği eleştirilerden hareketle, tekrarlardan kaçınarak konuyu yeni baştan ele almak istiyorum. Gün’ün bana yönelik eleştirilerini iki ayrı başlık altında toplamak mümkün: a) “Misak-ı Milli” ve “Cumhuriyet” fikri ile “bölgesel hegemonyacılık” arzularını karşı karşıya getirme yanlışlığı; b) Avrupa’yı olduğundan fazla pozitif görme ve gösterme hatası. Avrupa’nın demokrasisi zaten şaibelidir ve Türkiye’ye taşıyabileceği demokrasi de kendisininki gibi olur. Dolayısıyla sevinç çığlıkları atmayı gerektirecek bir durum yoktur ortada.[1]

İkinci nokta üzerinde durmak gereksiz gibi geliyor bana. Çünkü, Avrupa demokrasisi hakkında özel olarak “olumlu” veya “olumsuz” kanaate sahip olmak, benim konuya yaklaşım tarzım açısından fazla önemli değil. Konu Avrupa’daki çeşitli “burjuva demokrat” rejimlerin ne kadar “burjuva ve eksik” veya “fazla” demokrasiye sahip oldukları değildir. Avrupa’nın muhafazakârının belki biraz “fazla”, solcusunun “az” bulduğu ve geliştirmek istediği bir sistemin sözkonusu olduğu, zannederim tartışma götürmez. Ayrıca, nasıl tanımlarsak tanımlayalım, bu rejimlerin şu anda geldikleri yerin bir tek “burjuvalarının eseri olmadığı”, uzun süren sınıf savaşlarının toplam bir ürünü olduğu ve insanlık tarihinin en önemli kazanımlarını bünyesinde taşıdığı da bir gerçektir. “Daha başka ve iyisi olabilirdi veya eksiklikleri vardır” gibi tezlerimizi, “varolanın” üzerinden yükselttiğimizi görmek zorundayız. Nitekim Gün de öyle yapıyor. Birey ve grupların fikir ve örgütlenme özgürlükleri, devlet karşısında toplumun korunma ve örgütlenme alanlarının genişliği, şiddet aygıtlarının ne kadar kontrol altında olup olmadıkları gibi noktalar üzerinden; bunların ne kadar eksik, ve nasıl olursa daha iyi olacakları üzerinden konuşuyor.

Ama benim için ise sorun çok daha basit. AB’ye üyelik perspektifinin Türkiye’nin demokratikleşmesine sunduğu imkânlarla sınırlı olarak soruna yaklaşıyorum. Mantığım basit, Avrupa’da olan bizde de olursa fena olmaz, hattâ şu andaki duruma göre çok da iyi olur. Hani, şu elindeki kepçeyle hoşafı her yudumlayışta “oh, öldüm!”, diyen adama hocanın elindeki çay kaşığını verip, “ver şu kepçeyi biraz da ben öleyim”, demesi gibi bir şey bu... Avrupa’da demokrasinin ne kadar kötü ve eksik olduğu üzerine, salt teorik olarak değil, 20 yılı aşkındır buralarda yaşayan birisi olarak ben de çok şey söyleyebilirim, ama biraz da “Türkiye insanı ölse” fena olmayacak hani... Sırf AB’ye üye olmak aşkına, Kopenhag Kriterleri’nin yerine getirilmek zorunda kalınacak olmasının (kısa zamanda gerçekleşmeyecek olsa bile), kötü tarafı ne olur, anlayabilmiş değilim.

Üstelik Türkiye, hem kendi iç koşullarıyla demokrasiyi gerçekleştirme ihtimali son derece zayıf olan bir ülkedir. Bundan daha da önemlisi, eğer Avrupa Birliği cenderesine alınmaz ise, bölgesi için ciddi bir sorun kaynağı haline gelir. Türkiye tarihî özellikleri nedeniyle, iç ve dış sorunlarını çözmek için çok çabuk şiddet kullanmaya yatkın bir siyasî elit tarafından yönetilmektedir. Avrupa Birliği, sorunlarını şiddet kullanarak çözmeyi seven bu ülkenin “sivilleştirilmesi” için de gereklidir.

Bana göre Avrupa perspektifi, eğer Türkiye’nin kendi iç dinamikleriyle demokratikleşme şansı olsaydı son derece ayrıntı ve önemsiz bir sorun olurdu. Örneğin, Danimarka’nın AB’ye üyeliği, bir toplumun kaderini ve geleceğini etkileyecek büyüklükte sarsıntılara yolaçabilecek bir olgu değildir. Oysa Türkiye açısından böylesi bir tercihin ciddi toplumsal sonuçları olduğu ve olacağı fikrinden hareket ediyorum. Türkiye yönetici elitlerinin neyi yapıp yapmayacaklarının belirlenmesinde Avrupa Birliği üyeliğine özel bir önem atfediyorum.

ALMANYA VE TÜRKİYE “BAŞIBOŞ BIRAKILMAYA” GELMEZ

Anafikrimi şöyle formüle edebilirim: Türkiye ile Almanya arasında büyük benzerlikler vardır. Bu iki ülkenin “başını boş bırakmaya” gelmez. Bu iki ülke yalnız kaldıklarında “çevrelerine bela bulaştırmaya” çok teşnedirler. Almanya geç kalmış ulusal devlet kurma kompleksini, insanlığın başına iki tane cihan harbi çıkartarak ödetmeye kalkmıştı. Şimdi Avrupa Birliği ile zaptürapt altına alınmış vaziyettedir. Ayrıca II. Dünya Savaşı sonrası yapılan demokrasi aşısı da tutmuş gözüküyor.

Türkiye, ulusal haleti ruhiyesi itibariyle Almanya’nın küçük kardeşi gibidir. Gücü onun kadar olmadığı için sadece onun arkasına saklanarak vaziyeti idare etmeyi tercih etti. I. Dünya Savaşı ve Ermeni soykırımı meselesi biliniyor (mu?). Bizler, “I. Dünya Savaşı’na istemediğimiz halde zorla sokulduk”, sözleriyle büyütüldük. Oysa bugün, savaşı Almanlar’la birlikte, isteyerek ve planlayarak hazırladığımızı, I. Dünya Savaşı’nın, rolleri ve etkileri farklı olmakla birlikte, Alman-Türk patentli ortak üretim olduğunu biliyoruz. (En azından ben bunu iddia ediyorum.)

II. Dünya Savaşı’na katılmamamız ise Lozan sayesinde olmuştur. Yani Türk Kurtuluş Savaşı başarısı ile, yaralı Türk ulusal gururu bir miktar tedavi edilmemiş, rahatlamamış olsaydı, II. Dünya Savaşı’nda Almanlar’ın yanında savaşa girmiştik. Lozan bile, İttihatçı artıklarına ancak iki yıl diş sıktırabildi, o kadar. Eğer Stalingrad yenilgisi başlamasa, Varlık Vergisi ve toplama kampları uygulamalarıyla Alman ağabeylerimizi gizliden taklit etmeye başladığımız; belki de 1915-22 döneminden sonra geriye kalan gayrimüslimlerin tümünden “kurtulmayı” hesapladığımız iyice açığa çıkacaktı.

Kürt meselesinin, eğer ABD ağırlığını Türkiye’den yana koymamış olsaydı, alması muhtemel seyri konusunda burada ayrıntıya girmek istemiyorum. Ama büyük bir felaketin eşiğinden döndüğümüzü iddia ediyorum. Türk milliyetçiliğinin nelere muktedir olabildiği ve ulaştığı yıkıcı boyut yeteri kadar biliniyor. İddiam odur ki, ABD tarafından düğmeye basılarak Apo’nun Suriye’den çıkartılmasıyla başlatılan yeni süreç, bölgemizde savaşları da içeren büyük çatışmaları engellemiştir. Türk ulusal kimliğinin yıkıcılığının nelere muktedir olduğunu “hisseden” büyük devletler, Türkiye’yi fazla “yalnız” bırakmak yerine, “kontrol” altında tutmayı tercih etmiş gözüküyorlar.

Gün’ün, “Misak-ı Milli” ve “Cumhuriyet” fikri ile “bölgesel hegemonyacılık” arzularını karşı karşıya getirmemin yanlış olduğu konusundaki eleştirisi burada önem kazanıyor. Şüphesiz, bu iki seçeneğin birleştiği kesim noktalarının varolduğunu söylemekle Gün haklı. Nitekim, özellikle ABD, Türkiye’nin bu “büyüklük kompleksini” farketmiş ve bunu “gıdıklamakla” meşgûl, ama bu “büyük adam” rolünü ancak AB kurallarına uyarsa oynayabileceğini söylemektedir. (Avrupa’nın buna ne kadar gönülden razı olduğu ise henüz belli değil.) Ama asıl ayrım noktası, Türkiye’nin kendi başına “gelin güvey olması” ile Avrupa Birliği çerçevesinde kendisine biçilen rolü oynamasının, iç ve dış siyasî sorunların çözümünde ne denli doğrudan şiddeti gündeme getirip getirmeyeceğidir. Avrupa Birliği kıskacına alınmış bir Türkiye’nin, özellikle şiddet potansiyelleri itibariyle fazla bir “sorun” teşkil etmeyeceğini düşünüyorum. Ama Avrupa dışında büyük güç fantezileri içine yuvarlanmasının son derece ciddi, tehlikeli sonuçları olacağını düşünüyorum.

Aslında, devletler arası ilişkilerde, bir veya birkaç devlet grubunun diğerleri üzerinde egemenlik kurmaya çalışmasının fazla tuhaf bir tarafının olmadığını söyleyebiliriz. Devletler arası ilişkiler bir anlamda karşılıklı üstünlük kurma ilişkileridir ve bu ilişkiler ağında oluşturulan statüler, toplulukların birbiri haklarındaki kanaatlerini, kendi davranışlarını esas olarak belirler. Bu nedenle, Türkiye’nin kendi bölgesinde iktisadî ve siyasî egemenlik kurmaya çalışmasının da fazla “aykırı” bir tarafı yoktur. Asıl sorun, bu egemenlik kavgalarında, devletler arası ilişkilerin “sivilleşme” konusunda gösterdiği “gerilik” nedeniyle şiddete başvurmanın yaygınlığıdır. Bu nedenle devletler arası daha üst entegre birliklerin sorunların şiddet temelinde çözülmesini engelleyen önemli bir sivilleşme unsuru olduğu gömek durumundayız.

Almanya ve Türkiye kıyaslamasına ve aralarındaki benzerliklere dikkat çekmemin arkasında yatan teorik temel şudur: Uluslaşma sürecine geç girmiş, ulusal devlet kurma tarihlerini bir süreklilik olarak değil önemli kırılmalar biçiminde yaşamış, uzun süren yenilgilerle eski güçlü konumlarını kaybetmiş uluslar, “dengesiz” ulusal kimlikler geliştirirler. Kendilerinden emin olamama, öz güvensizlik, aşağılık kompleksi ile malûl olma ve kendi değeri hakkında ciddi kuşkulara sahip olma rastlanan özelliklerdir. Kendine güvensizlik ile büyüklük kompleksi arasında gidip gelen, depresiv özellikler gösterirler. Bu ulusların, şiddet kullanmaya aşırı yatkınlıklarından sözedebiliriz. Şiddet kullanmayı kolaylaştıran faktörlerin başında, geçmişteki güçlü konumlarının ulusal gelecek olarak idealleştirilmesi gelir. Bu nedenle, Türkiye’de, Osmanlı geçmişin, özellikle Sovyetler’in dağılmaya başlaması ile yeniden “büyük ideal” haline gelmeye başlamasının bir tesadüf olmadığına, aksine yara almış narsisist arzuların yeniden başgöstermesi eğilimi olduğuna inanıyorum. Türkiye’nin, Avrupa Birliği gibi bir “cendere” içine alınmasına çok önem vermemin nedenleri burada yatmaktadır. Bazı tekrarları da göze alarak bu noktayı biraz daha açmak istiyorum.

“YARALI ULUSAL ONUR” VE SORUNLARI

Çok-uluslu Osmanlı İmparatorluğu’ndan, Ulusal Türk Devletine geçiş sürecinin en karakteristik özelliği son yüzyılda yaşadığı kırılmalardır, dersem abartmış olmam. Belli bir “tarihsel sürekliliğin” sarsılması anlamına gelen bu durumun yarattığı en önemli sorulardan birisi, bu süreci yaşayan topluluğun, kendisi hakkındaki kanaatinin, değer yargısının sarsıntıya uğramasıdır. Topluluk, kendine yüklediği anlamdan kuşku duymaya başlar. Hele bu kırılmalar, yenilgiler ve iktidar kayıplarını da içeren büyük travmalar biçiminde yaşanmışsa, bu biçimde “taciz edilmiş” tarihin ciddi sonuçlarından birisi, kendine güveni olmayan bir ulusal kimlik ve yaralanmış ulusal onurdur.

Geçmişle sıhhatli bir ilişkinin kurulamaması, geçmişte güçlü olunan dönemlerin aşırı idealleştirilerek bir gelecek vizyonu haline sokulması, askerî değer ve davranış normlarına aşırı bağlılık, durmadan tekrarlanan “birlik ve beraberlik özlemi” ve bunu gerçekleştirecek “kuvvetli adam” arayışları, bu tür uluslarda gözlenen davranış normlarıdır.

“Yaralanmış ulusal onur”un sorunlarının neler olabileceği konusuna burada girme şansım yok. Ama, Türkiye’de oldukça yaygın olan, bir paranoya haline gelmiş, etrafımızın bizim mahfımızı istemekten başka işi gücü olmayan düşmanlarla çevrildiği fikrinin; kronik bir kendine güvensizlik ve aşağılık kompleksi ile büyük bir imparatorluğun torunları olmanın getirdiği böbürlenme ve “aslında büyük bir güç” olduğuna inanma arasında gidip gelen dengesiz tavır alışların esas olarak bu olgudan beslendiğini söylemek mümkündür. Zayıf ve çaresizlik duygusu ile büyüklük fantezileri arasındaki bu büyük savrulmalar, tıpkı bireylerde olduğu gibi, ulusların da, karşılaşılan sorunlara, “gerçekçi” temelde çözüm getirmelerini engeller. Gerçekliği olduğu gibi kabulde zorlanılır ve kurgu dünyasının, fantezileri içinde yüzülür. Genel kural olarak geçmiş, yeniden özlem duyulan ideal gelecek olarak tanımlanır. Bu ideale ulaşmak için şiddete başvurmaktan kaçınılmaz.

Ana problem, bireylerin olduğu gibi kollektif toplulukların da kötü olayları, yaşanmış travmaları, hayat hikayelerine (özimajlarına) entegre etmekte güçlük çekiyor olmalarından kaynaklanır. Türkiye’de böylesi bir sorunla karşı karşıyayız. Tarihimiz, esas olarak özellikle yüzyılın başları itibariyle yaşanmış şoklar tarihidir. Bu şoklar, sadece ve büyük ölçüde, “kırım”, “katliam”, “sürgün” gibi kavramlarla ifade edilen şiddet gösterileri ile sınırlı değildir. Bu tarih, aynı zamanda tarafımızdan, büyük ölçüde, yenilgiler, toprak kayıpları, “ulus olarak” varolma korkusu içinde yaşadığımız onurumuzla oynanma ve aşağılanma tarihi olarak da kabul edilmektedir. Bunlar, üzerinde düşünülmek istenmeyen, bastırılmış travmalardır.

Bu tür büyük şok ve travmaların bir ürünü olan, “yaralı ulusal onur”un en negatif özelliklerinden bir tanesi, sivil davranış normalarının kabülünde zorlanılması ve şiddete başvurma yat-kınlığıdır. Bunun nedeni basittir. Sivil davranış normlarının egemen hale gelmesi, “uygarlaşma”, insanlardaki doğal içgüdülerin, dürtülerin frenlenmesi, kontrol altına alınması ile mümkündür. Fakat eğer dürtülerin baskı altına alınmasını, insanın kendi kendisini kontrol etmesi ve denetlemesini medeniyetin “ödenmesi gereken fiyatı” olarak kabul edecek olursak, bunun belli bir ödüllendirilme ile karşılanması kaçınılmazdır. Yani sivil davranış normlarının benimsenmesi, insanın kendi kendini “cezalandırması” gibidir, çünkü belli içgüdülerin gereklerinin yerine getirilmesinden vazgeçilmektedir. Bu “vazgeçme” veya “cezalandırma” ancak karşılığında bir “ödül” alınırsa işleyebilir. İşte “ulusal onur”un fonksiyonu buradadır. “Kendini sevmek” anlamına da gelen ulusal kimlik, eğer dengeli ve oturmuş ise, bu grubun üyelerince bir “ödül” olarak algılanır. Ama “yaralı” ise, yani bir “aşırı uç”tan ötekine savrulan bir dengesizlik içindeyse, “sivil davranış normlarını benimsemenin” bu yolla ödüllendirilmesi mümkün olmaz. Şiddete başvurma daha kolay olur.

Sovyetler’in dağılması ile birlikte içine girdiğimiz süreçte, Cumhuriyeti oluşturan paradigmaların esas olarak dağılması ile birlikte, “altta kalmışlık” duygusunun patladığını, bastırılmış tüm “büyüklük komplekslerinin” yeniden su yüzüne çıkmaya başladığını düşünüyorum. Yani, “Şark Sorununun Yeniden Açık Hale Gelmesi” ile, bölgemizde I. Dünya Savaşı ve çıkışı dönemindeki koşullara benzer koşulların oluştuğunu, bu benzer koşulların ise, bastırılmış duyguların ortaya çıkışına zemin sunduğunu söylüyorum. Genel kural olarak, geçmişte yaşanmış bir olayı, “düşünme eylemi” ile çözebilmek için kendinde yeteri gücü bulamayan kişi, bu olayı, “unutmayı”, “baskı altına almayı”, bilinçten silerek “yadsımayı“ tercih eder. Bu da bu olayın ortaya çıktığı benzeri koşulların oluşması durumunda hastalıklı tepkilere yolaçar. Benim burada iddia etttiğim, Sovyetler’in dağılması ile böylesi bir sürecin içine girdiğimizdir. Kürt sorunundaki “ulusal tepkiler” ile Ermeni sorunundaki “ulusal tepkiler”in büyük benzerlikler arzettiğini düşünüyorum.[2]

Sadece İslâmcı ve milliyetçi çevrelerde değil, liberal ve Batıcı olduğunu söyleyen çevrelerde bile eski günlerimize atıfta bulunularak, yeni dönemde nasıl bir güç olabileceğimizin sırlarının oralarda yattığı üzerine yazılan yazıların listesini çıkarmak gereksizdir sanırım. Kimisi, büyük güç olmanın yolunun, artık Cumhuriyet döneminin uyuşukluğunu üzerimizden atmaktan, “titreyip kendimize dönmekten” geçtiğini savunuyor; kimisi, bunun için ABD’nin bize verdiği rolü kabullenmekle yetinmeyip, “İslâmi anlam haritasının yeniden okunması” gerektiğini savunuyor; kimisi ise, büyük güç olmanın “globalleşmenin gereklerini yerine getirerek ve evrensel standartlara sahip olunarak” sağlanabileceğini öne sürüyor. Ama hepsinde esas ve belirleyici olan, “geçmişe özlem” ve geçmişin kendisinin bir gelecek projeksiyonu olarak üretilmesidir. Bu yaklaşımların tümünü sorunlu buluyorum. Çünkü esası, geçmişteki “tepe noktası” ile şu anda bulunduğuna inandığı “dip nokta” arasındaki uçurumun hazımsızlığı üzerine oturmaktadır. Ve şu anda içinde bulunulan noktayı “aşağılanmışlık” olarak algılamaktadır. İşte bu haleti ruhiyenin, bölge açısından ciddi bir tehlike oluşturduğunu düşünüyorum. Avrupa Birliği üyeliğinin, şiddete açık kapı bırakan bu tutumu dengeleyecek, frenleyecek çok önemli bir faktör olarak değerlendiriyorum.

Anafikrimin ikinci kısmı bu temel üzerinden daha kolay anlaşılır. Almanya ve Türkiye gibi ülkeler, kendi iç gelişme dinamikleri itibariyle “demokratik değerler” yaratmaktan uzaktırlar. Bugünkü Alman demokrasisi ne Alman burjuvazisinin ne de Alman çalışan sınıflarının bir eseridir. Bu kesimlerin tarihte bu konuda yaptıklarını küçümsemek için söylemiyorum bunları ama Almanya’ya demokrasi esas olarak “açık askerî işgâl” ile, yani zorla gelmiştir. “Demokrasi ancak aşağıdan gelirse başarılı olur”, türü genellemeleri hayatın gerçeklikleri karşısında daha dikkatli kullanmak gerekir. Almanya’da dış faktör belirleyici olmuştur. Bizde de dış müdahalenin performansı, Almanya kadar olmasa da “fena değildir”.[3] Nitekim, şu anda içine girdiğimiz süreç itibariyle, Avrupa perspektifinin Türkiye’de de demokratikleşmeyi hızlandıracağı açık olarak gözleniyor. (Bunu “yeterli” veya “çok az” bulmak bizim demokrasi aşkımızla orantılıdır.)

Benzeri durum, İspanya, Portekiz ve Yunanistan için de sözkonusu olmuştu. Bu üç ülke esas olarak Avrupa Birliği’nin yoğun dış desteği ve doğrudan yardımı ile, diktatörlükten demokratik rejimlere geçişi fazla büyük sorunlarla karşılaşmadan halledebilmişlerdi. Şimdi ne kadar çabuk gerçekleşebileceğini bilemesek bile benzeri bir imkân Türkiye’nin önüne de sunulmaktadır. “Avrupa” sadece kelime olarak bile, Türkiye’de demokratik değişim isteyenlerin arkalarına aldıkları bir rüzgâr işlevini görüyor. Türkiye’nin en iyi banka pazarlama uzmanı Mesut Yılmaz bile bu rüzgârı arkaya almanın serbest piyasada iş getireceğini kavramış gözüküyor.

Şüphesiz, Türkiye’nin AB’ye aday üye ilân edilmesinin, demokratikleşme açısından getirecekleri konusunda fazla iyimser olmamak gerektiği ileri sürülebilir. Bu bakışa sahip olanlar, Helsinki ile başlayan süreci, haklı olarak Tanzimat veya Islahat Fermanı’nın ilânları ile kıyaslayabilirler. O zaman da, çökmekte olan İmparatorluğun ancak Müslüman-Hıristiyan eşitliği sağlanarak ve de buna bağlı olarak alınabilecek “yabancı yardımlarla” aşılacağı sanılıyordu. Avrupa, kendi ailesine dahil etmek için, Osmanlılar’a uymaları gereken kurallara ve yapmaları gerekli değişikliklere ilişkin listeler sunuyorlardı. Avrupa’ya verilen sözler ve gündeme getirilen tüm hukuki reformlara rağmen süreç esas olarak gayrimüslimlerin imhası eksenine gelip dayandı.

Bugün de Avrupa kendisine üyesi olmamız için bazı koşullar öne sürüyor. Bizim “uyanık” yöneticilerimiz de, Balkanlar’dan Orta Asya’ya hegemonya kurmak, “Yeni Dünya Düzeni”nde hakettiğimiz “büyük” yeri almanın yolunun buralardan geçtiğini “hissetmiş” gibiler. Bu nedenle, yapılması zorunlu reformlara, Tanzimat Paşaları gibi biraz zorla ve diş gıcırdatarak “evet” diyorlar. Eğer ABD ve Avrupa bize istediğimiz “büyük adam” rolünü, demokratikleşme koşuluyla veriyorlarsa, biz de öyle yapıyormuş gibi gözükür, sonra da bildiğimizi okuruz, diyorlar. Yani bir nevi Tanzimat sonrası yaptığımız gibi “zamana oynamayı” hesap ediyorlar.

Bu noktada cevap vermemiz gereken iki ayrı soru vardır: Birincisi, bu Avrupa ne istiyor ve şimdiye kadar neredeydi? İkincisi, bizim yönetici beylerimiz gerçekten bir Avrupa Birliği üyeliği arayışı içindeler mi?

AVRUPA NE İSTİYOR?

Avrupa cephesinden durum şimdilik net gözüküyor. Tam üyelik kapısını açarak, Artık Türkiye’ye, “Soğuk Savaş” döneminde yaptıkları “kıyak çekmeler”den vazgeçmek zorundalar. Yani bugüne kadarki ilişki tarzlarını esas olarak değiştirmek zorundalar. Türkiye ancak ve ancak “Kopenhag kriterleri”ni yerine getirirse üye olacaktır. Keşke “emperyalist” Avrupa bu konuda biraz ısrarlı olsa, Türkiye de bu kriterleri yerine getirse, hiç de fena olmaz hani. Benimkisi biraz “beleşçilik” gibi olacak ama gerçekten “sağ cebimize koysalar” fena olmayacak. Çünkü, hem “bekleme” odasına alınıp “idare edilmemiz” tehlikesi var hem de bizimkilerin niyeti konusunda hiç de haksız olmayan kuşkularımız var.

Şaka bir yana soru şudur: Avrupa politikası Lüksemburg sonrası niçin değişmiştir ve ne tür bir seyir alabilir? Avrupa’nın Türkiye’yi yönelik dışlama politikalarının değişmesinin görebildiğim üç-dört önemli nedeni var. En önemli neden; Almanya’da Kırmızı-Yeşil koalisyonunun işbaşına gelmesidir. İki Almanya’nın birleşmesi sonrası, Hıristiyan Demokratlar önderliğinde Almanya sıkı “Batı Bağlantısı” eksenli politikalarından hafif çaplı vazgeçmeye başlamıştı. Doğu’ya açılma politikalarına verilen ağırlık, ABD’ye ufak çaplı tavır alışlar bu tutumun göstergeleri idi. Yeşil-Kırmızı koalisyon ise birleşme öncesinin dış politikalarına geri dönüştür. Almanya’da “Atlantikçi” fraksiyonun egemenliği anlamına gelen bu gelişme, Türkiye’ye de Avrupa kapısını açmıştır. İkinci neden ABD’nin ısrarıdır. Türkiye’nin bugüne kadar dışlanmasında, Kültür-din-nüfus gibi faktörlerin yanısıra, onun ABD’nin Truva Atı olarak görülmesi de bir rol oynamıştı. Kırmızı-Yeşil koalisyon açısından ise anti-ABD tutum doğru değildir. Üçüncü önemli neden ise Kosova krizidir. Bu olay göstermiştir ki, eğer Avrupa, Güneydoğu Avrupa’ya doğru genişlemeyi ciddi olarak gündemine almazsa, etnik çatışmalar Makedonya, Yunanistan üzerinden Türkiye’ye kadar yayılacaktı. Bu ise krizin Avrupa’nın tam içine taşınması anlamına gelecekti. Dördüncü neden olarak da, Avrupa Birliği’nin Doğu Genişlemesine bağlı olarak Almanya’nın Birlik içinde daha da güçlenmesine karşı, güney ülkelerinin bir karşı ağırlık oluşturma arzuları sayılabilir.

Yunanistan’daki politika değişiklikleri, depremin etkileri vb. gibi şüphesiz başka birçok faktör de sayılabilir. Ama görülmesi gereken esas nokta, Almanya’da ABD yanlısı “Atlantikçi” fraksiyonun işbaşına gelmesi ve ABD’nin bölgemizde, Rusya’nın egemenlik alanlarını daraltacak politikalara yönelmesi ve bunu Yunanistan-Türkiye-İsrail-Ermenistan-Azerbaycan eksenine oturtmak istemesinin, Türkiye’ye Avrupa kapısının açılmasında yardımcı olduğudur. Bunun bir anlamı da şudur: Türkiye’nin AB üyeliği meselesi hassas dengelere oturmaktadır. Ve her an duraklamalar veya gerilemeler yaşanabilir. Özellikle Almanya’da, muhafazakâr çevreler, Türkiye’nin aday üye ilân edilmesinin büyük bir hata olduğunu açık olarak dillendirmeye başlamışlardır. Bu çevreler, Kosova savaşı sırasında da, Alman Hükümetinin ABD yanlısı politika izlenmesini açık olarak eleştiriyorlardı.

Bu iki eksendeki itirazların birleştiği nokta ise, Avrupa kimliğinin ne olduğu ve sınırlarının nereden geçtiği sorusudur. Gerçekten de bu soru henüz cevaplanmış değildir. Esas olarak Hıristiyan kültürel geleneğe dayanmayan bir Avrupa tahayyülü mümkün müdür ve Avrupa’nın sınırlarının İran’da bitmesinin, Kafkasya’yı içine almamasının veya İsrail dahil Ortadoğu ülkelerini ve Kuzey Afrika ülkelerini içine almamasının hangi makûl gerekçeleri olabilir?

Türkiye-Avrupa ilişkilerini, “devletler arası çıkar hesapları”ndan daha da zorlaştıran bir başka faktör de vardır. O da, geçen sayıda belirttiğim gibi henüz tarafların birbiri ile ilişkilerini esas olarak, “öteki” ve “düşman” kategorileri ile ele alıyor olmalarıdır. Bu nedenle Avrupa’da Türkiye üyeliğine karşı gösterilen olumlu havanın değişebilir olduğunu söylemek gerekir.

Özetle, Avrupa’nın 10 Aralık kararında ne kadar “ciddi” olduğu, kararı ne kadar dış zorlama nedeniyle “baştan savma” almış olabileceği gerçekten çok açık değil. İktidar değişiklikleri veya başka nedenlerle, Türkiye’nin “adaylık odasında” onyıllarca bekletilerek, “idare edilmeye çalışılması” da olanak dahilindedir. 1963 Ankara Antlaşmasının imzalanmasına benzeyen bir durumun tekrar etme ihtimali sözkonusu olabilir. “Menderes, Zorlu, Polatkan’ı yeni asmıştınız. Bir Topluluk adayının yapacağı iş değildi bu. Ayrı dünyalardan gelmemize rağmen anlaşmayı imzalamamızın nedeni; ABD’nin NATO gerekçesiyle AET’ye koyduğu baskıydı. Ankara’nın hiçbir siyasî, ekonomik talebini ciddiye almamıştı Brüksel. Hiç ciddiye almadığı bir konu varsa o da tam üyelikle ilgili maddeydi. Sırf Türkleri ‘tatmin’ için eklenmişti o madde.“[4]

Avrupa’nın, gene ABD baskısıyla ne kadar göz boyama eylemi yapıp yapmadığı önümüzdeki dönemde belli olacak. Ama kesin olan bir şey varsa, Türkiye’nin Avrupa’ya dahil edilmesini isteyen çevreler, stratejik bazı hesaplar dışında, bugünkünden daha demokratik daha çoğulcu daha özgür bir Avrupa’nın özlemini çekenlerdir. Buna karşı çıkanlar ise genel kural olarak muhafazakârlar ve milliyetçiler olacaktır. Türkiye’nin Avrupa üyesi olması, bölgede silahsızlanmayı savunanları, Hıristiyanlık esasına değil, çok kültürlülük esasına dayalı daha demokratik bir Avrupa’yı özleyenleri kuvvetlendirecektir. Hiç değilse Avrupa’ya kendisini yeniden tanımlama şansı tanıyacağız. Bunun bile son derece önemli olduğunu düşünüyorum.

TÜRKİYE NE İSTİYOR?

Asıl cevap vermemiz gereken soru, Türkiyeli yönetici elitlerin Avrupa Birliği üyeliğinden gerçekten ne anladıkları ve ne bekledikleridir. Bu konuda kafamın çok açık olmadığını itiraf etmek zorundayım. Aklımın erdiği kadarıyla, sivil siyasetçisinden askerine, bürokratından, iş dünyasına kadar Türkiyeli yönetici elitinin önemli bir çoğunluğunun Avrupa Birliği’ne fazla sıcak bakmamaları gerekiyor. Ve çok sıcak bakmadıklarını da zannediyorum. Çünkü bu üyelik ile “kaybedecekleri çok şey” vardır. Hiçbir iktidar sahibi elindeki imkânlardan başkalarının kara gözünün hatırı için vazgeçmez. Türkiye’de siyaseti kırmızı kitapçıkları ile belirleyen MGK’nın; açlık sınırında gezen insanlarımızın, deprem acısı çeken yüzbinlerin varlığına rağmen, milyarlarca liralık silâhlanma programı uygulayan ve korkumuzdan devlet üzerindeki etkisi üzerine tek kelime tartışamadığımız Silahlı Kuvvetler’in; mesleği devletin imkânlarını hortumlamaktan ibaret olan siyasetçi, bürokrat ve işadamının “güle oynaya” tüm bu olanaklardan vazgeçeceklerine inanmak için gerçekten çok saf olmak gerekir.[5] Avrupa Birliği’ne tam üyeliğin bu sorunları kökten halledeceği saflığını taşımıyorum. Ama kepçe meselesi...

İster küreselleşme, ister Yeni Dünya Düzeni deyin, nasıl tanımlarsanız tanımlayın, Türkiye’nin ensesine vura vura biraz “zorla”, fazla heveslisi olmadığı bir sürece sokulduğuna inanıyorum. Türkiye’yi “kandırmak“ için bulunan taktik ise “aslında onun ne kadar büyük ve önemli bir ülke” olduğu yolunda sırtını sıvazlamak. İlginç bir noktadır bu. 19. yüzyıl sonları ve 20. yüzyıl başları İngiliz-Alman arşivlerini biraz karıştıranların bildikleri bir rapor türü vardır. Osmanlı ve Türkler’i tanıyan yabancı diplomatlar ve gözlemciler raporlarında hep, “eğer Türklere bir iş yaptırmak istiyorsanız, onları bol miktarda övünüz ve onlardan övgüyle sözediniz”, diye yazarlar. Clinton’ın yaptığı da bu oldu. Ve bu yöntemin başarılı olmadığını kimse iddia edemez. Clinton’ın ziyareti öncesi ve sonrasında, “ulan biz aslında neymişiz de bizim de haberimiz yokmuş” çalımından geçilmiyor. Özellikle ABD’nin bize biçtiği rol çok hoşumuza gitmiş gözüküyor ve Balkanlar’dan Orta Asya’ya büyük güç olmak için ödenmesi gereken bedel biraz demokratikleşme ise onu da ödemeye hazırmışız gibi ortalıkta dolaşıyoruz.

Eğer Abdullah Öcalan’ın Suriye’den çıkartılmasını, sahneye konan bir planın ilk düğmeye basılma eylemi sayarsak, şu anda yaşananları, artık düğümü çözülmüş bir polisiye filmin son sahneleri olarak değerlendirmek yerinde olur. Artık taraflar, hedefler büyük ölçüde bellidir ve orta vadeli gelişmeler hakkında tahminlerde bulunmak fazla zor değildir, hattâ biraz sıkıcı dahi olmaktadır. Öyle ki, örneğin idam cezasının kaldırılmasındaki Apo faktörünün yarattığı zorlukları, Çakıcı’nın iadesi ile hallettirilmek istenmesi gibi biraz fazla “danışıklı döğüş“ kokan sahneler bile mevcuttur. Özetle, Türkiye’ye bir rol verilmiştir. Bunun için ise “ensesine vura vura ‘demokrat’ yapılması” gerekmektedir.

Bizimkilerin biraz dişlerini gıcırdatarak, ayaklarını direyerek bu sürece “evet” demek zorunda kaldıklarını düşünüyorum. Gönüllerinde yatanın Avrupa standartlarına uymak değil, Avrupa’yı Türkiye standartlarına uydurmak olduğunu düşünüyorum. Bu nedenle de Kopenhag Kriterleri’ne uymayı mümkün olduğu kadar uzatmaya çalışacaklarını tahmin etmek zor değildir. Özellikle bu tutum nedeniyle, ne kadar “demokrat“ olmamız gerektiğinin kararlarının da MGK tarafından verileceğini söyleyebiliriz. Nasıl ki, demokratikleşmede dış faktör belirleyici olmaktadır, bunun içte yansımasında da motorun MGK olması ihtimali kuvvetlidir. Fakat önemli olan, demokratikleşme konusunda artık kapının kapalı tutulma şansının giderek zayıflıyor olmasıdır.

Özellikle ABD tarafından “itile kakıla“ içine sokulduğumuz sürece “katlanmak“ zorunda kalınmasının nedeni bir tek elde etmeyi ümit ettiğimiz faydalar ve “ulusal onurumuzun” gıdıklanması yani “tamir edilmesi” değildir. Bunun kadar önemli olduğunu düşündüğüm bir başka faktör daha vardır. Bu da Türkiye’de, tarihsel ve kültürel nedenlerden dolayı hiçbir babayiğit’in Avrupa’ya açıktan “hayır” deme cesaretini gösteremeyecek olması basit gerçeğidir.

Norbert Elias, Yahudi soykırımı üzerine yaptığı bir analizde, “inançların” ve “ideolojilerin” büyük gücünden sözeder. Elias’a göre, tarihsel ve toplumsal olayların analizinde bu “takıntıların” kör gücüne hakettiği değeri genellikle vermiyoruz. Nazilerin, hiçbir mantığı, hiçbir rasyonalitesi olmayan “Yahudileri kesme” fikrinin bu “ihmal” nedeniyle döneminde de, sonraki dönemde de yeteri kadar önemsenmediğinin altını çizer Elias. Bizlere egemen olan, davranışlarda hep bir “rasyonalite” arama arzusudur. İnsanları harekete geçiren saiklerin aslında çok rasyonel olarak tanımlanabilecek “çıkarlar” olduğu, inanç ve ideolojilerin bu çıkarları örtmek için bulunmuş şeyler olduğunu savunuruz. Bu nedenle de, yönetici sınıflar da dahil, ötekinin davranışında bir rasyonel çekirdek ararız. İşte bu yanlıştır, der Elias. İnanç ve ideolojilerin, sadece bunların arkasında yatan “çıkar”ların ifade ediliş tarzları olduğunu söylemek doğru değildir. Gerçi böyle olduğu durumlar yok değildir, ama inanç ve ideolojiler sadece “çıkarları” örtme fonksiyonu görmezler. Bir saplantı haline gelmiş, neyi kastediyorlarsa onda da ciddidirler.

Türk yönetici elitlerinin Avrupa’ya yönelik bu paranoyid aşklarını ancak böyle izah edebildiğimi itiraf etmek zorundayım. Aklıma bir tek bu açıklama tarzı geliyor. Türkiye’de, ordu dahil hiçbir güç açıktan, “Ben Avrupa’yı istemiyorum”, diyemez. Bütün sorun bu basit cümlede yatıyor gibi. Onun için de, yönetici elitlerin şu andaki tutumlarını, “binmişiz bir alamete, gidiyoruz kıyamete” ile açıklamak mümkündür. Bir sefer bundan 200 yıl önce medeniyet değiştirme kararı verilmiştir ve bu bizde artık geri dönülmez kör bir inanç halini almıştır. “Muassır medeniyetler seviyesine yükselmek” ideolojisi, saplantısı, biz Türkler’de öylesine güçlüdür ki, öylesine bir nihai misyon haline sokulmuştur ki, tüm yönetici kesim, hiç arzu etmedikleri halde, bir sürecin içinde yuvarlanıp gitmektedirler. ABD’nin, eğer sen şunu şunu yaparsan seni büyük güç yaparım sözleri de işin “çıkar” kısmını biraz halleder gibi duruyor. Yani bizimkiler neresinden bakarsanız bakın, kötü yakalanmışa benziyorlar.

Özetle, söylemek istediğim şudur ki, Türkiye’de demokratik ve sivil ilişkilerin egemen olması için gelinen noktada “dış faktör” önemlidir ve gereklidir. Bu “dış faktör”ün ABD ile sınırlı kalması ciddi olarak sorunlar yaratır. Türkiye’nin, sivil ve demokratik ilişkilerin egemen olduğu birlikteliklerin içine dahil edilmesi, hem demokratikleşme açısından hem de Türkiye’nin iç ve dış sorunlarını şiddete dayanarak çözme alışkanlıklarını engellemesi açısından son derece elzemdir.

[1]Ayrıca, Gün Zileli’ye eleştirisi için teşekkür etmek istediğimin özel olarak altını çizmek istiyorum. Belki de bu vesile ile, konu “sağırlar diyaloğu mevzusu” olmaktan kurtulur ve çeşitli boyutları üzerine konuşma, tartışma imkânı çıkar.

[2] Daha ayrıntılı bilgi için bkz.; Taner Akçam, “Tarihimizi Tabulaştırma Nedenleri ve Sonuçları”, Birikim, Mart 1998.

[3] Elbette değişimin esas olarak dış zorlama ile geliyor ve gelmiş olmasının yarattığı ve yaratacağı son derece ciddi sorunlar vardır. Hattâ Türkiye toplumunun ana probleminin bu alanda yattığını bile iddia edebiliriz. Bizim ana sorunumuz devlet-toplum karşıtlığıdır. Devletin toplum üzerine koyduğu vesayet, iç dinamiğe dayalı gelişme imkânlarının önünü tıkayan en önemli nedenlerden birisidir. Bu nedenle bizim gibi toplumlarda, değişimin dinamiği devlet kaynaklı veya daha doğrusu “dış kaynaklı” olmuştur. Modernleşme büyük ölçüde, devletin modernleşmesi olarak yukarıdan aşağıya yaşanmış; bu da ciddi politik, kültürel yırtılmalara yolaçmıştır. Bir nevi toplumsal kadükleşme ortaya çıkaran bu sürecin sorunları, bunların nasıl aşılabileceği üzerine derin analizler yapabiliriz. Ve de çok önemli olduğu için de mutlaka yapmalıyız. Ama bunlar, şu anda Türkiye’de bazı demokratik reformların esas olarak dış zorlama ile gündeme getirildiği gerçeğinin malesef üstünü örtemez ve bu tür reformların yapılmasına karşı çıkmayı da gerektirmez.

[4] 1963 Ankara anlaşmasını imzalayan diplomatlarla yaptığı görüşmeden aktaran Nilgün Cerrahoğlu, Milliyet, 9.12.1999.

[5] Bu noktada, Gün’ün, Tanıl Bora ile Bülent Peker’in yazısını “dergideki hâkim eğilimin tam zıt kutbunda” görmesinin beni şaşırttığını söylemeliyim. Ben ise yazıyı tam aksi yönde okudum. Yazarlar, Türkiye’de gerek yönetici zihniyet gerekse de sistemin işleyişi, demokratikleşmenin önündeki en büyük engeldir, diyorlar. Bu kafanın ve bu sistemin egemen olduğu bir ülkede Avrupa ile girilecek zoraki nikahın kısmi iyileştirmeler getirmesinin bile şüpheli olduğunu, bu zihniyetin dışındaki güçlerin devreye girmesinin kaçınılmaz olduğunu söylüyorlar. Benim inancım da, Türkiye yönetici elitinin Avrupa konusunda aslında ısrarlı ve hevesli olmadıklarıdır.