Seattle’da, Dünya Ticaret Örgütü (DTÖ) üyesi ülkelerin Bakanlar Konferansı’nın belli bir gündem tespit etmeden görüşmelere son vermek zorunda kalması, kâr maksimizasyonu merkezli ticari serbestleşme dalgasının, toplumsal muhalefet hareketleri karşısında yediği ikinci darbeydi.
Bundan önceki darbe, OECD bünyesi içinde hazırlanan Çok-taraflı Yatırım Anlaşmasının (ÇYA) Ekim 1998’de gündemden kaldırılması olmuştu. Çok-uluslu şirketlere istediği gibi ve istediği ülkede yatırım yapma hakkını veren ÇYA, Fransız Sosyalist Partisi lideri Başbakan Jospin’in, ülkesinin tek taraflı olarak anlaşmadan çekildiğini belirtmesiyle gündemden düşmüştü. Jospin’in bu tavrında, liberal küreselleşmeye karşı sesini giderek yükselten ve güçlenen toplumsal muhalefet kuruluşlarının etkisinin yanında, Amerika merkezli küreselleşmenin iktisadî ve siyasî sonuçları kadar, kültürel sonuçlarından da Fransa’nın ve genel olarak kıta Avrupa’sının açık biçimde rahatsız olmaya başlaması rol oynuyordu.
Uruguay görüşmeleri sırasında ve onu izleyen uzun müzakere süreci boyunca, DTÖ bürokrasisinin ve ona yön veren teknokrat iktisatçı sınıfının, kapalı kapılar ardında dünyanın kaderiyle oynama eğilimine karşı tepki, “şeffaflık” ve “bilgilendirme” talebi olarak geldi. Uruguay süreci boyunca ABD, Japonya ve AB heyetleri arasında süren pazarlıkların sonuçları kendilerine oldubittiler biçiminde sunulan Güneyli temsilcilerin büyük bölümü, bu teknokrat ve elitist tavra ve onu tamamlayan ilişkilere şiddetle tepki gösterdiler. Buna ilâve olarak, hem GATT hem DTÖ bünyesinde ABD’nin çıkarlarıyla ters düşen taleplerin dikkate alınmadığı, ABD’nin tek yönlü olarak yaptırım gücünü kullandığı ve IMF ve Dünya Bankası’ndan daha çok, DTÖ’yü bir ABD merkezli kuruluş olarak gördüğü iyice ortaya çıktı. Gümrük tarifesi dışı koruma pratiği olarak keyfî anti-damping uygulamaları, ABD-AB çatışmasının silâhı olmaktan çıkıp, kalkınmakta olan ülkelere karşı uygulanmaya başlandı. Seattle’da güçsüz durumda olanların korunmasını öngören önlemler yerine, güçlüyü daha da güçlü kılan serbestleşme önlemlerinin bu kez hizmet ticaretine, tarım mamûllerine ve fikrî mülkiyet haklarına genişletilmesi plânlanmıştı. Bu genelleşen serbestleşmeye karşı gelen tepki, geçmiş serbestleştirme pratiklerinin olumsuz sonuçlarıyla doğrudan orantılıydı.
DTÖ’ye karşı Seatlle’da sokağa dökülenler, liberal cephe sözcülerinin buruk biçimde ifade ettikleri gibi, Üçüncü Dünya ülkelerine karşı ayrıcalıklarını korumak isteyen Amerikan çiftçileri ve işçileri miydi? Gerçekten de DTÖ’nün iki yılda bir toplanan ve en önemli karar organı olan Bakanlar Konferansı’nın çalışmalarını aksatan ve yeni bir ticari serbestleşme dalgasının başlamasını şimdilik askıya aldırtan hareketin içinde Amerikan işçi sendikaları ve çiftçi kuruluşları aktif olarak en ön sıralarda yeralıyorlardı. Ama DTÖ’ye karşı Seattle’da açılan cephe çok daha genişti ve sadece bu kentteki sokak eylemleriyle sınırlı değildi. Seattle’daki gösteriler, liberal küreselleşme dalgasına karşı birçok ülkede örgütlenmeye başlayan mücadelelerin bir uzantısıydı.
Son yıllarda, Amerika ve Avrupa’da binlerce kuruluş, her türlü küreselleşme zirvesinde birlikte boy gösterip, alternatif önerilerini sunmaya başlamıştı. Örneğin Davos zirvesine karşı “Alter Davos” hareketi; Eylül 1998’de İtalya’nın Sienna kentinde, 20 ülkeden gelen 40’ın üzerinde sivil toplum örgütünün katılımıyla kurulan “International Forum of Globalization” ve yayımlanan “Sienna Deklarasyonu”; kısa vâdeli spekülatif beklentileri zayıflatmak için uluslararası sermaye hareketlerinden vergi alınmasını öneren, Nobel iktisat ödülü sahibi Tobin’in bu önerisini (Tobin vergisi) çok daha geniş bir perspektiften savunan ve Üçüncü Dünya ülkelerinden gelen katılımla güçlenen “ATTAC” örgütü; evrensel bir asgari gelir hakkının Birleşmiş Milletler tarafından kabul edilmesi için mücadele veren girişimler; çalışma kamplarında veya çocuk emeğine dayalı mal üreten ülkelerin dünya ticaretinden dışlanmaları için mücadele verenler; kültürel alanın serbest ticaret konusu olmasına karşı çıkanlar, liberal küreselleşmenin sonuçlarına karşı mücadele sürdüren yüzlerce örgütten birkaçıydı. Seattle’da gerçekleşen, çok farklı ufuklardan gelen sendikaların, derneklerin, komitelerin ve internet şebekelerinin, ortak bir hedef çerçevesinde ilk defa birlikte hareket etmesiydi. Bu nedenle içinde fok balıklarını savunanlardan Kızılderililer’e topraklarının iade edilmesini isteyenlere kadar çok farklı seslerin bir arada olması, Seattle’daki hareketin bir zaafı değil, başarısıydı.
Seattle zirvesi öncesinde, Fransa’da elli yazar, sanatçı ve öğretim üyesinin imzaya açtığı, “Yurttaş denetiminde bir DTÖ” çağrısının da ifade ettiği gibi (bkz: çerçeve), amaç ticaretin serbestleşmesinden yaşamı şu veya bu biçimle etkilenen herkesin sesini duyurmasıydı. Böylece büyük işletmelerin sahipleri ve onların üst düzey yöneticilerinden oluşan liberal ekonomi “aristokratlarına” ve onların destekleyicisi teknokrat-bürokrat “ruhban” sınıfına karşı, ezici çoğunluğu oluşturan üçüncü kesim dünya siyasal sahnesinde yerini almaya çağrılıyordu. Kapitalizmin reforme edilmesini veya liberalizmin dizginlenmesini talep edenlerden, kapitalizmin hemen lağvedilmesini isteyenlere kadar çok farklı siyasal perspektiflere sahip hareketlerin yeraldığı Seaatle’daki karşı gösteriler, ekonominin liberal küreselleşmesine karşı mücadele verenlerin çok sesli ve çok renkli yapısını gösteriyordu. Bu tür bir muhalefet hareketi, yeni bir iktisadî-toplumsal oluşumun öncüsü olmamakla beraber, küresel liberalizmin bir kader olarak algılanmasına son vererek, alternatif oluşumlar hedefleyen siyasallaşmaların önünü açma olanağı veriyor.
OECD bünyesinde toplanan zengin kulüpleriyle, IMF, Dünya Bankası, eski GATT ve yeni DTÖ’yü dolduran tektip düşünme refleksleri gelişmiş iktisatçı teknokratlarıyla, Davos ve benzeri toplantılarıyla, liberal küreselleşmenin baronlarının organize gücü karşısında, bu “gökkuşağı muhalefeti”nin folklorik olmaktan öteye bir anlamı olmadığı düşünülebilir. Ama kültür dünyasında, iktisadî ve toplumsal yaşamda tek tipleşmeye ve demokratik kertelerin denetim ve onayı olmadan dünyayı bir açık pazar haline getirmeye teşebbüs eden liberal despotluğa karşı, “üçüncü kesimden” ortak bir muhalif dalga yükselmesi önemliydi. Seattle’daki DTÖ ve küreselleşmiş pazar aleyhtarı gösteriler, filizlenmekte olan yeni demokrasi biçimlerinin habercisiydiler. İki anlamlı sloganın, “dünya bir meta değildir” ve “yaşam bir pazar değildir” sloganlarının birleştirdiği örgüt ve göstericiler, Seattle’da ve dünyanın başka kentlerindeki yürüyüş, toplantı ve girişimleriyle, bir uluslararası toplumun ve bunun kurucu gücü olacak olan bir uluslararası kamuoyunun biçimlendiğini gösteriyor.
Yatay biçimde örgütlenen bu “sivil enternasyonal” girişimini, çevre kirliliği, insan hakları, yolsuzluk, evrensel sosyal haklar gibi temalardan hareketle kurulacak bir uluslararası siyasal alanın habercisi olarak ele almak abartılı değil. Bu ise, 1648 Westphalia Antlaşması’ndan beri biçimlenen, uluslararası ilişkileri devletlerarası bir sorun olarak tanımlayan anlayışın tekelini kırmaya muktedir bir gelişme demek. Bundan böyle, ulus-devletlerin yanında, uluslararası iletişim şebekeleri biçiminde örgütlenmiş kuruluşlar ve bireylerin de bu alanın aktörleri olmaya başlayacağının işaretlerinden biri ÇYA’ya karşı örgütlenme, diğeri ise DTÖ’nün Seattle zirvesini engelleme girişimiydi. Bunun yanında Uluslararası Af Örgütü, Greenpeace gibi kuruluşların uzun yıllardan beri verdikleri mücadeleler de, yeni küresel siyasal arenada, katı hiyerarşik ve dikey yapıları içinde devletlerle, yatay ilişkilere dayalı ulus-ötesi örgütlenmeleri karşı karşıya geleceğini gösteriyor. Sınırlar ötesi dayanışma temelindeki bu hareketlerin önde gelen sloganı, “hepimiz hepimiz için mücadele etmeliyiz, yoksa zaman içinde hepimiz yenileceğiz”.
Modern dünyanın siyasal tasavvuruna hâkim olan ve hemen hemen tüm siyasal iktidarların kurucu varsayımı olan inanca göre, demokrasi sadece ulus-devlet seviyesinde gerçekleşebilir. Bu genel kabulün tersine, güçlü devletler destekli, teknokrat ve otoriter liberalizmi bir iki adım geri atmaya zorlayan bu ulus-ötesi yatay örgütlenmeler, demokrasinin küresel boyutlarda da ele alınabileceğini gösterdiler. Bir dünya yurttaşlığı bilincinin oluşmasında bu ulus-ötesi, yatay ve esnek örgütlenmelerin önemli bir rol oynayacakları görüldü. Demokrasinin ulus-devletle özdeşmediği ve yurttaşlık bilincinin ulus-devlet ötesi oluşumlar içinde yeşerebileceği iddiaları son yıllarda içi boş öneriler olmaktan çıktılar. Küreselleşme, ulusal demokrasi modellerinin miyadının dolmaya başladığını gösterdi.
Küreselleşme sürecine “ilkesel olarak” karşı çıkmak veya bunu gözü kapalı desteklemek yerine, bu sürecin çelişkili dinamikler içerdiğini görmek daha gerçekçi bir tavır. Bir yanda, temelleri sarsılan ulusal demokrasi modelinin yerine, en güçlünün en haklı olduğu vahşi bir küresel kapitalizm modeli dünyaya hâkim olma mücadelesi veriyor. Diğer yanda ise, ulus-devlet sınırları içine çekilerek bununla mücadele etmenin yetersizliğini kavrayan yeni küresel muhalefet hareketleri, ulus-ötesi alanları siyasallaştırarak, demokrasinin yeni varoluş alanının temellerini atmaya çalışıyorlar. Bu çatışma, büyük ihtimalle önümüzdeki yüzyılın aslî mücadelelerinden birisi olacak. Demokrasi, özgürlük ve eşitlik mücadelelerinde yeni kazanımlar bu çatışmalarla gerçekleşecek. Bilgi ve sermaye tekelini elinde tutarak, küresel dünyaya hükmetmeyi düşleyen yeni efendilerle “sistemdışı toplumsal hareketler” karşı karşıya gelecekler. Globalleşen bir sömürü sistemi karşısında, sınıf çelişkileri de değişecek.
Yakın zamana kadar, uluslararası plânda sonuç alıcı “özel” örgütlenmeler Avrupa Komisyonu, Birleşmiş Milletler, IMF, DTÖ ve ulusal devletleri etkilemek için çalışan sektörel lobilerdi. Bugün ise, “enerji hizmetleri koalisyonu”, “hizmet endüstrisi koalisyonu”, “Amerikan tarım endüstrisi koalisyonu” gibi çıkar birliklerinin karşısında uluslararası toplumsal dayanışma şebekeleri yeralıyor. Bu çıkar lobilerinin teknokratları kadar konularına hâkim uzmanlar kullanan bu alternatif örgütlenmeler, liberal söylemli ve kâr maksimizasyonu hedefli lobilere geri adım attırabileceklerini, ÇYA ve DTÖ’ye karşı verdikleri mücadelede gösterdiler. Egemen gücün kendi içindeki çelişkileri ustaca kullanarak, bunları genel bir şeffaflık, farklılıklar içinde eşitlik ve demokratik meşrûiyet talebi içinde eriterek, güç dengesini bir an için kendi lehlerine çevirebildiler. Bu çerçevede, önümüzdeki dönemin önemli mücadelelerinden birisi, küresel siyasal alanı tamamlayacak olan küresel bir hukuk düzeninin ve bunun yargısının oluşması olacak. Uluslararası Ceza Mahkemesi bunun bir ayağını oluşturmaya başladı. Avrupa İnsan Hakları Mahkemesi de, daha dar bir coğrafi alanda devlet-yurttaş ilişkilerinde bir üst merci olarak yerini aldı. Büyük bir ihtimalle giderek daha fazla konuda, devletlerüstü mahkemeler devreye girmeye başlayacaklar. sadece ticari ihtilafların çözüleceği değil, emekçilerin, tüketicilerin haklarının da savunulacağı yargı kurumları, eğer toplumsal hareketler bu hedefler çerçevesinde mücadelelerini sürdürürlerse, oluşabilecek.
Bazı Güney ülkeleri aydınlarının hatırlattığı gibi, mazlum ülkelerin halkları küreselleşmeye karşı mücadele etmiyorlar. Çünkü hakça bir küreselleşme, bu ülkelerin gelir seviyelerinin artmasını, insanların temel ihtiyaçlarının güvence altına alınması ve dolayısıyla insanların özgürleşmelerini geliştirme potansiyeli taşıyor. Motorunu iktisadî liberalizmin oluşturduğu bir küreselleşmenin bu hedefleri gerçekleştiremeyeceği tespitinden yola çıkarak, uluslararası dayanışmanın kurumlarının oluşacağı, dünya güçlülerine karşı güçsüzlerinin seslerini duyurabilecekleri ve haklarını savunabilecekleri özerk kurumların olduğu bir küresel siyasal alan oluşturulmasına çabalıyorlar. Bu nedenle, Üçüncü Dünya veya Güney ülkeleri, çıplak güce dayanan bir uluslararası ticari arenadan, evrensel bir hukukun düzenlediği bir küresel pazara geçmeye karşı değiller. Bu amaca hizmet için çalışan ve bu amaca uygun yetkilerle donatılmış bir Dünya Ticaret Örgütünün, Güney ülkelerinin güçlenmesi için yararlı olacağını kabul ediyorlar. Dünya ticari ilişkilerini düzenleyecek, güçlülerin pazarda doğal haklı konumda olmalarını engelleyecek bir kurum, pazar mekanizmasının insan hedefli sınırlandırılması ve pazarın toplumlara egemen olmasının önlenmesi için gerekiyor. Eşit haklara sahip bir dünya yurttaşlığı fikrinin çok küçük ilk adımlarını atmak demek de olan böyle bir girişim, bağımsız bir uluslararası hukuk sisteminin dayanacağı siyasal platformlarda insanların özgürlük ve bağımsızlığı için mücadele edenlerin etkin ve aktif biçimde yeralmaları, bu alanlarda mücadelelerini güçlendirmeleri gereğine işaret ediyor.
DTÖ’de 135 ülkenin bakanlarının toplanmalarının sokak gösterileriyle engellenmesi gibi simgesel bir olaydan öteye, toplumsal muhalefet hareketlerinin esas başarısı, uzmanların, diplomatların, devletlerin kapalı kapılar ardında dünyanın geleceğiyle oynamalarına karşı, küresel konularda da şeffaflığı, demokratik tartışma ve karar alma mekanizmalarının üstünlüğünü savunan bir siyasal bilinç ve iradenin varlığını hissettirmesiydi.
Demokrasi beklentisi ve kurumlarını ulus-devlet içine sıkıştırmayan, yerellik talebiyle (örneğin kültürde) evrenselliği (enternasyonali ?) birleştiren bir dünya vatandaşlığı bilinci, küstah ve fütursuz liberal ekonomi baronları ve ulusal devlet rahiplerine karşı kültürel ve siyasî kertelerde biçimlenen yeni bir sınıfsal dalganın üzerinde boy vereceği bereketli bir toprak değil midir?
AHMET İNSEL