Genel olarak siyasette, özel olarak uluslararası ilişkilerde değerlere ve duygulara yer olmadığı, kararların tamamen soğuk çıkar hesapları, güç dengeleri mantığı üzerinden verildiği söylenir.
Fakat bu “gerçekçilik”ten türeme hüküm, duygu ve değerlerin siyasal kararlara hiç etkisinin olmadığı anlamına gelmez. Her şeyden önce çekirdeğinde bir tür güç ve çıkar hesabı yatan siyasal tutum ve öneriler, o çekirdeği örten, oradan konuşmaksızın sözkonusu tutum ve önerinin savunulmasına yarayan bir duygu ve değerler paketi ile sunulurlar. Böylece de özellikle kalıcı bir kamuoyu, toplum desteği gerektiren siyasal tutum ve kararlara bir meşrûiyet zemini kazandırılmış olur.
Bir toplumun, kamuoyunun böylece oluşturulmuş iki farklı siyasal öneriden hangisini tercih edeceği konusunda belirsizlik yaşadığı veya tarafların dengede olduğu durumlarda, kararın verileceği anın ortamı bu bakımdan gayet önem taşır. Siyasette zamanlamanın, “ortamı hazırlama”nın bir sanat sayılması da bu yüzdendir. Hazırlanan ortam, kollanan zaman, belli bir siyasal karar ve tutumu okşayan duygu ve değerlerin daha da kabarıp, ibreyi karşıt karar ve tutumun değerleri aleyhine çevirdiği bir dönemsel gelişme veya fırsatın kullanılmasıdır.
O nedenledir ki; Türkiye’nin AB aday üyeliğinin görece ani, hızlı ve sorunsuz bir süreçte kabul edilmesinde Körfez depreminin yarattığı havanın etkisi küçümsenemez. Ülkenin uluslararası bir dayanışma ve insanî yakınlaşma hâlesiyle çevrildiği deprem ertesi günlerde Türkiye halkı, hep körüklenegelmiş milliyetçi ve dinci önyargıların geçersizleşebileceğini gördüğü gibi; çoğu kez, hattâ daima o önyargılara dayandırılarak, demokrasiden, insan haklarına saygıdan nasipsiz politikalarda ısrar eden devletinin nasıl böylece hizmet içeriği çürümüş bir baskıcı kabuk haline gelmiş olduğunu da sezdi. Referansı demokrasi ve insan hakları olan her talebi düşmanlaştıran “klasik” devletlû ve milliyetçi diskuru adeta suçüstü yakalamış oldu. AB önkoşullarına uymamayı bu diskurla savunagelmiş devletin ve bu tavrı destekleyenlerin, tam da bu sırada AB’den gelen aday üyelik önerisini ne reddedecek ne de bu reddi topluma izah edecek gücü kalmıştı. Ancak, TC devlet ve hükümetlerinin insan haklarıyla ilişkili siyasal-hukuki konularda ayak sürümesi, hattâ bu bazda bir iç düzenlemeyi reddetmeye yakın duruşu, Türkiye’nin AB’ye üyeliği önündeki engellerden sadece biridir. Gerçi Yunanistan dahil AB üyesi ülke hükümetleri, üyelik önerisini tam da Körfez depremi ertesinde gündeme getirmekle, TC Devleti’nin AB’ye aday üyelik önkoşullarını bir biçimde reddetme ve bu tavrı topluma benimsetme gücünün en aza indiği bir “momenti” yakalamış, dolayısıyla iyi bir zamanlama yapmış sayılabilirler. Fakat, daha önceleri kısmen, ama şimdilerde daha kapsamlı ve net biçimde ortaya çıkmaktadır ki; Türkiye’nin üyeliği konusunda asıl engel Avrupa içindedir. Dolayısıyla eğer ortada bir zamanlama ustalığı var ise bu ustalık, öncelikle o Avrupa içi engelin engel olma gücünü en az kullanabileceği bir zamanda bu üyelik konusunu gündeme getirmekle gösterilmiştir. Depremin, bütün böylesi büyük felâketler gibi tüm insanlarda dayanışma, acıyı paylaşma, diğerkamlık, bir başkası için fedakârlık yapma gibi pür insanî duygu ve değerleri harekete geçirten, yani kısaca din, dil, renk farkı olmaksızın hepimizin aynı insan soyunun bir bileşeni olduğumuzu derinden duyurtan etkisi sözkonusudur burada.
Çünkü bilindiği üzre; başından beri Avrupa’da AB konusunda çoğu noktaları birbirleriyle örtüşebilmekle birlikte, özellikle gelecek perspektifi itibariyle birbirinden esaslı biçimde farklı başlıca iki görüş, yaklaşım vardır. Genelde sağ, muhafazakâr kesim ve güç odaklarınca savunulan ilki, Avrupa’yı, bir zenginler kulübü veya kıta Hıristiyanlarının bir birliği ya da bu ikisinin “imtiyazlı” kıldığı özel bir kültür alanı addeden proje-perspektifleri içerir. Bu bir blok oluşturabilen siyasetlerin odağında şüphesiz belirli güç-çıkar hesapları yeralır ve ama az önce de belirttiğimiz gibi onları örtüp çevreleyen bir duygu ve değerler kümesine de yaslanırlar. Sözkonusu duygu ve değerler, Avrupalı, özellikle de Batı ve Orta Avrupalı halkların, ulusların başkaları ile olan farklılıklarını bir üstünlük ve imtiyaz gibi gösteren, bunları doğal, değiştirilemez ve ebedi nitelikler gibi sunan bir mantalite bağlamındadırlar.
Oysa buna karşılık, Avrupa’nın liberal ve özellikle de sol -ki ikisi birlikte Aydınlanma geleneğinin aslî mecralarını oluştururlar- dünyasının ürettiği, savunduğu Avrupa birliği proje ve perspektifleri, başından beri yerel -Avrupa’ya özgü- değil, evrensel oldukları vurgulanagelmiş insanî duyarlılıklar, siyasî hukuki ekonomik, etik ve estetik değerlere dayandırılmıştır. Şüphesiz bu proje ve perspektiflerin çekirdeğinde sol ve liberal hareketlere destek veren toplumsal kesimlerin çıkar ve güç hesapları da yeralır.*
Ancak burada o çıkar ve güç hesaplarının onları çevreleyen değer ve duyarlılıkları sadece “esnetmesi”ne izin verebilen, ezmesine ise kararlılıkla direten bir gelenek, geçerli ve etkindir.
Körfez depreminin hemen ertesinde Türkiye’nin AB’ye aday üyeliğinin gündeme getirilmesi, o sırada ve halen AB üyesi ülkelerin hemen tamamında sol-liberal hükümetlerin işbaşında oluşu ile doğrudan bağlantılıdır. Avrupa Birliği “hareketi” içinde başından beri varolup, şimdiye kadar sessizce işleyen, sadece arada bir dışavuran, ama hiçbir zaman şiddetli, spektaküler tartışmalara, kutuplaşmaya dönüşmesine izin verilmeyen “Birlik” konusundaki iki farklı yaklaşım ve strateji için Türkiye’nin üyeliği sorunu kaçınılmaz bir ihtilaf nedeniydi. Çünkü sağ-muhafazakâr Avrupa’nın “Birlik” perspektifinin dayandığı -az önce belirtilen- değer ve duyarlılıklar açısından Türkiye tam üyeliğe kabul edilemezdi. Gerçi sol ve liberal Avrupa da 1990’lara kadar Türkiye’nin durumunu tam üyeliğe uygun bulmuyor, hattâ en keskin itirazlar o cenahtan geliyordu. Ancak bunu kendi dayandığı değer ve duyarlılıklar açısından yaparken, Avrupa sağı gibi Türkiye’nin “değişmez” coğrafi konumunu, ya da neredeyse değişmez “Müslüman bir toplum”, “farklı bir kültür ve kimlik” gibi özelliklerini “imâ eden” değer ve duyarlılıklar üzerinden değil; demokrasi ve insan hakları gibi evrensel değer ve standartlardan ya da bunlar gibi “erişilebilir, edinilebilir” olan ekonomik ölçütlerden sözediliyordu. Şüphesiz TC Devleti sözkonusu siyasî-hukuki standartlara uyma niyetinden bile uzak dururken ve bu duruşunu toplum çoğunluğuna da benimsetmiş görünürken, üstelik bir de ekonomik performansı da düşük iken, Avrupa sağı, kendi özel red gerekçelerini saklı tutup, Türkiye’nin aday üyeliğini ileriye atma gerekçelerini Avrupa sol ve liberallerinin dillendirmesine izin verdi. Böylesi işlerine de geliyordu. Çünkü böylece “reddedilen” Türkiye’de bundan dolayı duyulacak tepki, reddediş gerekçeleri evrenselci olduğu için “milliyetçiliğin”, “millî”liği vurgulayan politikaların hanesine yönelecek ve bu da ek gerekçeler sağlayabilecekti. Bu sayede de Avrupa sağı bildik ırkçılıktan hiç de nasipsiz olmayan ve -Kuzey/Güney ayrımından mülhem- postmodern bir ırkçılıkla da mücehhez “derûnu”nu teşhir zorunda kalmaksızın Türkiye’yi Avrupa’nın periferisinde tutma stratejisini -Türkiye’ye dönüp vebalin Avrupa solu ve liberallerine ait olduğunu söyleyerek- yürütmüş olacaktı.
Dolayısıyla, yakın zamana kadar Avrupa sağı ve solunun Türkiye’nin üyeliğine birlikte yaptıkları itirazlar, aslında farklı mahiyette itirazlardı ve hem Avrupa sağı hem de Türkiye’nin pek çeşitli muhafazakâr, milliyetçi ve sağ odakları, bunların mahiyet farklılıklarının es geçilmesinden, birbiriyle ilintilendirilip Türkiye toplumunun bunu tüm Avrupa’ya maledeceği yekpare bir tutum olarak algılamasından “memnun”du. Ama şimdi Avrupa sol ve liberalleri Türkiye’nin aday üyeliğini resmileştirdiğinde bu “oyun” da bozulmuş oldu. Ve aynı zamanda da bu atak, Avrupa sağını, gerçek itiraz ve red gerekçelerini kendi “Birlik” yaklaşım ve stratejisinin iç mantığından da bahsederek ortaya koyma zorunda bıraktı.
Gerçi henüz dişlerini tam göstermiş sayılmazlar, çünkü aday üyelikten tam üyeliğe giden yolun epeyce uzun olacağını ve bunun bir noktasında müdahale edebileceklerini ve genel birlik sürecini inisyatifleri altına alabileceklerini umuyorlar. Kuşkusuz böyle bir fırsatı yakaladıklarında, yine de kendi aslî red gerekçelerini kullanmaktan olabildiğince kaçınmak isteyeceklerdir. Ama eğer bu sırada tam üyelik yolu artık sadece ileriye yürünebilir noktaya, geriye dönülemez aşamaya gelmişse tüm Avrupa sağ cephaneliği devreye sokulabilir.
İleride böyle bir durumla karşılaşılabilir, çünkü Türkiye’nin tam üyeliğe geçişi ve hele bu geçişi birliğe değerler ve kültürel zenginlikler taşıyabilme performansının yüksekliğini tescil ile yapışı, AB’yi, her tür coğrafi-kültürel sınırlamaları aşabilecek bir büyük, evrensel birlik ideali içinde düşünmek, o yönde geliştirmek isteyen eğilimleri güçlendirecektir. Türkiye’nin aday üyeliği Avrupa’daki bu yönde eğilimlerin kendilerini ciddiye aldıkları oranda ciddiye almaları gereken bir ilk deney değerindedir. Sözkonusu -sol ve liberal- eğilimler Türkiye’yi aday üyeler kategorisine koymakla, kendi birlik perspektifleri ile Avrupa sağının birlik perspektifi projesi arasındaki gayet anlamlı farkı hem vurgulayarak tartışmaya açmış; hem de 1997’de -Avrupa’da hükümetlere sağ egemenken- alınan Türkiye’yi red kararının gerekçelerinde pek bir değişiklik olmamasına rağmen, bu kez tam aksine bir karar çıkararak Avrupa’yı Türkiye ve ötesine açan bir birlik politikasını fiilen taahhüt etmişlerdir. Bir kısmına değinebildiğimiz nedenlerden ötürü Avrupa sağı henüz bunu bir “restleşme” düzeyinde almıyor ise de, Türkiye’nin aday üyeliğinin kabul edilemezliği üzerine tartışmayı hemen başlatmıştır. Şimdiye kadar ikinci dereceden “yetkililer”, sözcü ve ideologlar tarafından dile getirilen “Avrupa’nın bir Hıristiyan birliği” olduğunu, “Avrupa’nın Tuna’nın ötesinde bittiğini”, “Batı-Hıristiyan/Doğu-İslâm toplum ve kültürleri arasında adeta bir kan uyuşmazlığı” olduğunu, aralarında “ezeli ve ebedi bir uygarlıklar çatışmasının sürüp gittiğini, gideceğini” vs. ileri süren tezler eşliğinde Türkiye’nin aday üyeliğini “yanlış” bulan sözler, Avrupa sağının en yetkili ve önde gelen kişilerince sarfedilmeye başlanmıştır.
Avrupa’da sol ve liberaller, şu son yıllarda ardarda kazandıkları seçim zaferleri ile halen hükümet ve parlamentolarda egemendir. Avrupa’nın kültürel-düşünsel hayatında hegemonyaları gelenekselleşmiş gibidir. Etkin sivil toplum örgütlerinde de benzer bir durum sözkonusudur ve genel medyada da aynı ölçüde olmamakla birlikte güçlü konumlara sahiptirler. Aralık 1999’da Helsinki’de hemen tamamı sol-liberal Avrupalı hükümet yetkilileri, sol ve liberallerin ağırlıkta olduğu Avrupa Parlamentosu’nun eğilimi doğrultusunda Türkiye’nin aday üyeliğini resmîleştiren kararı alırken, bu kurumsal destek ve dayanaklarla Avrupa kamuoyunun çoğunluğunun da arkasında olduğunu biliyordu. Bu kurumsal destek ve dayanaklar, şimdiye dek AB’ye üyeliği sözkonusu olduğunda, portresi kronik Kürt sorunu, darbeler, askerin siyasal ağırlığı işkenceler ve yasaklarla çizilen Türkiye’nin, bunlara rağmen ve bunları aşabilmesi için ve de bunu başarabilecek potansiyele sahip olduğuna inanılarak, AB’ye katılması yönünde çalıştılar. Ortamın böylece hazırlanmasında Avrupalı halkların hâlâ canlı Körfez depremi görüntüleri ile harekete geçmiş dayanışma ve insanî bağlılıkla ilgili duyarlılık ve değerleri ön planda olduğu için, bu girişime karşı olan Avrupa sağı pek sesini çıkaramadı veya duyuramadı. Önümüzdeki aylarda ve hele tam üyelik süreci hızlandırıldığı ölçüde seslerini yükseltecekleri kesindir.
Toparlarsak; ortada bir Avrupa Birliği kavramı ve süreci vardır ama en genelde bunun iki farklı kavranılış ve yürütülüş perspektifi mecrası sözkonusudur. Şimdiye dek işler büyük ölçüde her iki perspektifin ortaklaştığı noktaların hayata geçirilmesi temelinde ve kimi zaman birinin bazen de öbürünün ön aldığı bir süreçte yürüdü, ayrışma ve gerilim pek su yüzüne çıkmadı ama, bunun kaçınılmaz olacağı noktaya hızla geliniyor, belki de gelindi bile. Türkiye’nin üyeliği bu ayrışma ve gerilim noktalarının tam ortasına düştüğü için galiba AB’nin yarım yüzyıla varan tarihinde bir kavşağa gelindiğinin “vesilesi” sayılabilir. Ancak hemen belirtelim ki, Türkiye’nin üyelik macerası nasıl “sonuçlanırsa sonuçlansın”, bu bahsedilen iki farklı perspektiften birinin tam egemenliği anlamına gelmeyecektir. O sonuç ne olursa olsun, şimdiye dek ortak kurum ve kuruluşları üzerinden tanımlayabildiğimiz Avrupa, sözkonusu iki perspektifin kendi dayandıkları, güç aldıkları kurum ve kuruluşları öne çıkarmaya yönelmeleriyle birlikte, aynı “coğrafya” üzerinde “iki Avrupa”dan sözedebileceğimiz, bu ayrımı daha net yapabileceğimiz bir görünüm kazanacaktır giderek.
Bu iki Avrupa’dan her biri farklı birer Avrupa tanımı üzerine kuruludur. İlki, Avrupa’yı, coğrafi değişmezleri çerçevesinde, binlerce yıllık tarihinin belli noktalarından itibaren teşekkül etmiş ve daha sonra da geçirdiği her değişime kendi niteliklerini özümletmiş birtakım “değişmez” özellikler üzerinden tanımlar. Atlantik’ten başlayıp Rus steplerinde biten bir coğrafyada Antik Yunan, Roma ve bilhassa da Batı Hıristiyanlığının deneyimlerini yaşamış, bunların yoğurduğu bir “kimliğin” özellikleridir bunlar. Haliyle başkalarınca edinilemez ve ayrıca o başka olanlara karşı bir üstünlük, imtiyazlık vasfıyla da donatılmıştır. Bu da değişmez -olması gereken- bir boyutudur.
İkincisinin Avrupa tanımı, Avrupa’yı oluşturan o tarihsel mirası, evrensel ve herkesçe edinilebilir, katkıda bulunulabilir değerler, nitelikler ve pratikler üretebilme zenginliği ile sahiplenir. Bu niteliğiyle de kendini coğrafyası ile sınırlayan değil, dünyaya açan ve açılan bir Avrupa’dan özetle, Aydınlanma hümanizminden ilhamını alır. Ne kendisini, ne de başkalarını ırk, din, dil, cinsiyet, coğrafya ve tarih gibi değişmezlik atfedilen veya tercihe tâbi olmayan özellikler üzerinden değil, değişebilir, edinilebilir, benimsenebilir olan şeyler, yetiler, işler ve değerler üzerinden tanımladığı için; belirli bir anda -örneğin bugün- Avrupalılığı karakterize eden bu edinilebilir, benimsenebilirler listesinin herkese ve katkılarına açık olduğunu da öngörür.
Günümüz Avrupası, bu iki Avrupa ve Avrupalılık fikrinin birlikte ve çatışarak oluşturduğu, dinamizmini de bu gerilimli ilişkiden alan bir “Birlik”tir. Ve bu açıdan bakıldığında Avrupa’yı oluşturan “birim”ler ulus-devletler, milletler değil, ya da onların yanısıra sözünü ettiğimiz iki Avrupa fikrinin çeşitli varyantlarının bunları farklı düzey ve açılardan “kesmesi” sonucu oluşagelmiş, değer, çıkar ortaklıkları oranında bir blok olarak hareket edebilen siyasal-toplumsal örgütlenmelerdir. AB’de öngörülen entegrasyon derinleştiği ölçüde ulus-devletler, milletler ve sınırlar törpülendiği oranda her iki Avrupa’ya ait siyasal-toplumsal örgütler ve oluşumlar kendi perspektifleri ve eylemleriyle onların yerini daha fazla alıyor olacaklardır.
O nedenle “Türkiye’nin AB’ye girme” kalıbını kullanan, her cümle ulus-devlet ve millet “veri”sinden hareket ettiği için yanlış kurulmuş bir cümle demektir. Dolayısıyla Türkiye’nin AB’ye aday üyeliği konusunda görüş belirtmek, kim olduğunuzu ve hangi Avrupa’yı kasdettiğiniz belirtilmedikçe gerçek bir anlamdan yoksundur. Bu türden cümleleri anlamlı kılabilecek şey nasıl bir Avrupa’dan sözettiğinizdir. İster katılma lehinde, ister aleyhinde konuşuyor olsun, kişi, eğer sağ ve muhafazakârların kurum, ilişki ve uygulamalarıyla örülü bir Avrupa manzarası çiziyorsa, biliniz ki kendisi de sağ veya muhafazakâr bir duruşun ya ortasından, ya da periferisinden konuşmaktadır.
Sosyalistler, sol ve liberal Avrupa’nın yığınla eksiğinden, tıkanmış damarlarından sözedebilirler. Ama bu, o Avrupa’ya katılmamanın bir gerekçesi değil, -eğer kendi tıkanmalarını da aşabilme umut ve şevkini duyabiliyorlarsa- tam aksine, bir an önce katılım kanallarını genişletme ve zenginleştirme çabasına girişmenin “iticisi” olabilir ancak. Türkiye, tarihsel, kültürel, toplumsal birikimiyle ne kadar sosyalistlerin ise “İkinci Avrupa”da o kadar onların tarih ve kültürüne aittir. Bu Avrupa’yı kaynağının uzanımında gerçekten dünyaya açılan, onu çağıran deney ve girişimlerin alanı haline getirebilme fikri ve arzusu Türkiye gibi “farklı dünyalar”ın kavşağındaki bir ülkenin sosyalistleri için neden düşünülemez olsun?
(*) Kestirmeden anlatabilmek için yaptığımız bu şematik çekirdek (odak) -çevre benzetmesi çıkar- değer ilişkisini gerçekte tam olarak ifade etmez. Bazı değerlerin kimi durumlarda çıkarlardan çok daha belirleyici olabileceklerinin sayısız örneği vardır. Ama kapitalizm çağında sağın çıkarları ve değerleri arasındaki belirleyicilik ilişkisinin çok daha kesin ve net olduğu, çıkar-değer çatışması olduğu hallerde tereddütsüz ilkinden yana tavır alındığı; solda ise çıplak- iktisadi, siyasi- çıkarların solun beslendiği değer ve duyarlılıklar karşısında böylesi bir belirleyiciliğinin olmadığı rahatlıkla söylenebilir.