Gazetelerin 20 Mayıs tarihinde verdiği haberden öğreniyoruz ki, “Hayata Dönüş Operasyonu ile ilgili yaptığı açıklama nedeniyle amaç dışı faaliyette bulunduğu gerekçesiyle Türk Tabipleri Birliği Merkez Konseyi hakkında Ankara 15. Asliye Hukuk Mahkemesi’nde görevden alınma davası açılmış bulunuyor”. Gazetelere yansımadı ama, bundan bir hafta önce de Türk Tabipleri Birliği Yüksek Onur Kurulu üyeleri hakkında ölüm oruçlarında zorla tıbbi müdahaleye karşı çıktıkları için “intihara teşvik“ suçlamasıyla soruşturma başlatıldığını biliyoruz. “Deneyimli” birçok yetkili, “Öncelikle şu an itibariyle ikisi güvenlik görevlisi, toplam 22 kişinin yaşamını yitirdiği bu süreçte kamuoyuna derin üzüntümüzü bildirir ve yakınlarına başsağlığı dileriz” sözleriyle başlayan, ve belki de yetkilileri kızdırmış olan “cinayeti kör bir kayıkçı gördü, ben gördüm, kulaklarım gördü” dizeleriyle biten 22 Aralık 2001 tarihli bu basın açıklamasında yüzlerce amaç dışı faaliyet kanıtı bulabilir belki. Ama, bu ülkenin yakın tarihini bilen herkes bu “amaç dışı faaliyet” tanımlamasının bir çok antidemokratik uygulamaya dayanak yapıldığını hatırlayacaktır.
Yeniden başa dönüp Türk Tabipleri Birliği’ni ve bu süreçte yapmaya çalıştıklarını anlatacak değiliz. Ayrıca da, ölüm oruçları süreciyle ilgili söylenebilecek sözlerin tümü söylendi. Ülkemiz, herkesin yaşam ve ahlak sınavından geçtiği 7 ayı geride bırakırken açlık grevindeki onlarca kişi ölüm yamacında bekliyor ve sağırlaşmış yürekler insanlık dışı bir kıpırtısızlıkla “soğukkanlılıklarını” korumaya devam ediyor. Bütün bir ülke, eriyen bedenleriyle insanlık ve onur dersi vermeye çalışan bu insanların ölümünü sanki sanal bir stadyumda seyrediyor. İçlerinde onlara bakan bir avuç hekimin de olduğu bir grup insan ise, bu acıya tanıklık etmenin ağır hüznüyle ellerinden gelen son girişimleri yapmaya çalışıyor. Yetkililerle yapılan onca görüşme, çaresizlik duygusunun çoğalmasından başka bir işe yaramadı. Herkes o kadar hiçlik içindeki yok olan bedenlerin pahasına elde edilecek kazanımlar bile anlamsız hale gelmek üzere. Bedeninde içtenlik ve insan sevgisi için gerekli asgari biyolojik imkânlara sahip herkes farkında ki, sorunun çözümü yetkililerin atacağı küçük adımlara bağlı. Peki niçin onlar kendilerini de ağır bir utançtan bir nebze olsun kurtaracak kıpırtıları göstermek yerine ülkenin onurunu koruyan kişilere ve örgütlere karşı baskı kurmaya çalışıyorlar? Bu sorunun cevabını idam cezasına karşı çıktığı için 1985 yılında aynı nedenle dava açılan Türk Tabipleri Birliği’nin o zamanki Başkanı Prof.Dr. Nusret Fişek vermektedir. Hem 1989’da Aydın’daki açlık grevleri arkasından yazılan bu sözleri, hem de dava dosyasını Nusret Fişek’i şahsen tanıdığını sandığımız Adalet Bakanının okumasında büyük yarar vardır.
“Cumhuriyetimiz kurulalı 66 yıl oldu ama, bizi yönetenler Osmanlı İmparatorluğunun geleneklerinden henüz kurtulamadılar. Bazı hükümlülerin açlık grevlerini kırmak için yönetimin, -adam öldürme pahasına da olsa- zor kullanması, bunun örneklerinden biridir. Otokrat düzende, yönetenler buyurur herkes o buyruğa uyar. Uymayan olursa Adalet Bakanı Sayın Sungurlu’nun dediği gibi “Devlet gücünü kullanır ve kararını uygulatır”. Uygulama için kullanılan yöntem Anayasa’ya, İnsan Haklarına ve onuruna aykırı olsa bile, Adalet Bakanlığı hükümlülere baskı yapmak için ne yapıyor? Bir genelge çıkarıyor ve “açlık grevinde olanlara tuz ve şeker verilmez” diyor. Bunun tıp yönünden anlamı, “Bu kişileri öldürün” demektir. Ancak öldürme yönteminde asmak, tabanca veya bıçak öngörülmemiş, elektrolit dengesini bozmak yeğlenmiştir. Bu yazıyı yazmaya Aydın Cezaevi’ndeki açlık grevi sona ermeden başlamıştım. Cezaevlerinde bu ve buna benzer olayların tekrarlanabileceği kuşkusundayım. Bu nedenle yazının giriş paragrafını korudum. TTB Merkez Konseyi hükümlülerin açlık grevinden vazgeçmelerini sevinçle karşılamıştır. Bundan sonra Adalet Bakanlığı’nın bu ve benzeri üzücü olaylara sebep olmamasını bekliyoruz. Şimdi biz hekimlere düşen görev, açlığın hükümlülerde bıraktığı izleri tedavi etmektir. Hükümetten hükümlülerin tedavisinde insanca davranmasını, hastanelerde hükümlüleri zincire vurdurma uygulamasından vazgeçmesini ve tedavi için hekimlerin gerekli gördüğü her önlemi almasını bekliyoruz. Hekim olduğumuz zaman herkesin yaşam hakkını koruyacağımıza and içtik. Andımız hükümlüleri de –idam mahkûmları dahil- kapsar. Bu nedenle hükümlülerin sağlığının ve onurunun korunması bizi ilgilendirir. Onların yaşam ve onurlarını korumak için çaba harcamak görevimizdir. Tedavi isteyen herkese elimizden gelen yardımı yaparız. Muayene ve tedavi olmak istemeyen bir kişiyi de muayene ve tedavi edemeyiz. Yazımı hapishane yöneticilerinin hekim arkadaşlarımıza, yönetimin işine gelecek şekilde davranmaları için yaptıkları baskının adalet camiasına yakışır bir davranış olmadığını belirterek bitirmek istiyorum. Bir çok arkadaşımız bu isteklere cesaretle karşı çıkmaktadır. Bu örnek davranışlarından ötürü meslektaşlarımızı içten gelen duygularla kutluyoruz”.
SON SÖZ
Geçen günler, ne bu toplumun gelişmişlik düzeyinin ne de duyarlı insanların güçlerinin tutukluların taleplerinin gerçekleşmesine yettiğini ve bu karabasandan çıkış yollarının tümüyle tıkanmak üzere olduğunu düşündürmektedir. Aklımıza gelen tek öneri Erdal İnönü gibi bir kişinin “ombudsman” olarak öne çıkması ve çözüm için bir asgari planı kamuoyuna sunarak sağduyunun hakim olmasını sağlamasıdır. Tarihten gelen sese kulak vermek, yapılanlar üzerinde bir kez daha düşünmek ve kamuoyunun beklentilerine cevap veren bir girişimde bulunmak için hiçbir zaman geç değildir. Yoksa, Türk Tabipleri Birliği gibi o ölüm oruçlarının başından beri yapıcı bir tutum göstermiş olan örgüt ve kişilere yönelik baskılar yetkililerin üzerindeki “kara lekenin” büyümesinden başka bir işe yaramayacaktır.
e-mail: [email protected]