ÖDP'de Bağımsızlık Bir Duruş mu, Bir Durak mı?

Nostalji’nin sözlük tanımı, dönüş ve acı anlamlarını içeriyor.* Ancak sözlük “nostalji hangi tarihten itibaren başlar” sorusuna yanıt vermiyor. Yani bir kişiye “acı” veren o “dönüş” anına ilişkin bir zaman limiti olmadığı anlaşılıyor. Örneğin “beş yıl öncesi” için nostaljiden söz edilebilir mi? Hele hele sözü edilen bir siyasal parti ise bu “acı” veren “dönüş” duygusu “nostaljik” bir özlemi anlatabilir mi? Yoksa bizler nostaljiden çok öte bir ilke ve etik duruşu mu tartışmalıyız?

Henüz beş yıl önce ÖDP kendisini kamuoyuna tanıtan o manifestosunda bu partinin, tembellik hakkını savunanların, çocukların, savaş karşıtlarının, feministlerin ve “aşkın ve devrimin” partisi olacağını ilan ediyordu. Partiyi popülerleştiren bu “aşkın ve devrimin” temasının yanısıra herkesin kendisinden bir parça bulduğu o onlarca kelimeden biri de “birey hukukunun” esas alınmasıydı.

Hepimizin bildiği gibi ÖDP, birey hukukunu esas alarak kurulmuştu. Umut edilen ise içinde barındırdığı geçmişten gelen tüm grupların, platformların ya da oluşumların bu esasa doğru evrileceği düşüncesiydi.

ÖDP’de gruplar olduğu gibi “bireyler” de oldu. Kimi zaman bu “bireysel” tutum sergileyenlere “bağımsız” dendi. Aslında “bağımsız” kavramının karşıtı olan sözcük doğacak sorunlara işaret ediyordu. Zira birileri de “bağımlı” idi. “Bireysel hukuk” gruplar tarafından bile zahiri olarak desteklendi. (Bu sahici olmayan destek, grupların birbirlerine karşı “taktik” savaşlarında “artakalan”ları kendi sayılarına katma ya da “ara bölge” yaratma çabasıydı) Hattâ partinin ana gövdesini oluşturdukları söylendi. Gerçekten de öyleydi. Partiyi asıl çekim merkezi haline getiren gruplardan çok bu sosyalist/sol/emek eksenli kimlik tarifi oldu. Ancak ne yazık ki, “bağımsızların” sayısal gücü kadar yürütme ve karar verme iradesi ol(a)madı.

ÖDP’de bir “bağımsız” açısından da çok şey yaşandı. Bir “bağımsızın” istek ve özlemi şöyle özetlenebilirdi: ÖDP’ye katılanların süreç içinde “partililiği” bir üst kimlik olarak kabul edecekleri ve -bağımsız açısından- daha arkaik bir kimlik olan grup aidiyetlerinin galebe çalmayacağı idi.

Ancak öyle olmadı. Yaşanan beş yıllık pratik bu umudu boşa çıkardı. Ancak nasıl ki, “grupların” parti içi bir tarihi varsa bu sürece direnen “bağımsızların” da kendi başlattıkları bir inisyatifi ve ciddi çabaları oldu. Olmaya devam ediyor. Muhasebe süreci herkes gibi bağımsızların tarihini/öyküsünü kapsamak zorundaysa, bu hikâyenin de bilinmesi ve kayıtlara geçmesi etik ve siyasal bir gereklilik…

Ben tanık olduğum kadarıyla bu süreci, bir deneyim aktarımı olarak görüp, sorularımla birlikte aktarmak istiyorum.

BAĞIMSIZLARIN GÜNDEMİ VE KAYGILARI

ÖDP içinde bağımsızlar ya da bireyler özellikle Birinci Kongre’den sonra biraraya gelmeye, toplantılar yapmaya başladılar. Zira Birinci Kongre’den sonra kaygılar kendini göstermeye başlamıştı… Gruplar, Kongre’nin sonuçlarını neredeyse belirlemiş, damgalarını vurmuşlardı. Hattâ bu durum, stratejik tarihsel kavgalarının ve onun güncel görüntüsü “taktik” zaferlerinin parçası olarak bireylerden kimlerin seçileceğine kadar uzanmıştı.

Kongre’den hemen sonra bireyler birbirini buldu, tartışmalar başladı... Çok şey tartışıldı, ÖDP’de bireysel duruşun ne anlama geldiği, ÖDP içinde bağımsızların nasıl parti politikalarına müdahale edeceği, partinin güncel sorunlarla ilgili tahlillerinin derinleştirilmesi, Kürt sorunu, çoğulcu parti anlayışı, hiyerarşinin parti içinde nasıl aşılacağı, bireylerin ne kadar katılıp ne kadar değiştirmeye çabaladıkları, gibi oldukça önemli soru(n)ları gündemine aldı.

Toplantıların herkese açık olması, karar almama, muhakkak ki Parti mekânlarında (il binası ya da ilçe binaları) gerçekleştirilmesi, kolaylaştırma sistemi de bir yeni dil oluşturma çabasıydı.

Bu dil ve içerik oluşturma çabası, Parti kararlarına karşı ilgiyi azaltmadı. Aksine ilçelerde yerel ve genel çalışmalarda bu kişiler her zaman olduğu gibi aktif katılımcılar oldular. Birbirinin projesinde yer almayan kişiler arasında köprü işlevi gördüler. Belki de en önemlisi birçok özgün projenin başlatıcısı oldular.

Bu arada bir duruş sergileyen bağımsızlar aynı hassasiyeti kendi içlerinde de sürdürdüler. Örneğin, kendimizi gruplara göre tanımlamamamız gerektiği, hattâ “biz” de böyle davranarak bir grup mu oluyoruz türünden kaygılarını korudular. Bağımsızlar gruplar arasında sıkışan ÖDP’li kimliğe sahip çıkıyor ve gruplardan daha az sesi ve iktidar gücü olan azınlığın, “ötekinin” haklarını savunuyordu.

Bu amaçla bağımsızlar 1998’in Aralık ayında “Çoğulcu Parti Anlayışı ve Saydamlık” konulu bir de forum düzenledi.

Bağımsızların gerçekleştirdiği bu toplantıları sadece İstanbul’da 150’ye yakın partili izledi. Bu toplantılar olabildiğince geniş tutuldu. Toplantılara gelen kişiler aynı zamanda kendi ilçelerinde olan biteni paylaşmaya çalıştılar. O dönemde, özellikle Parti Meclisi’nde ya da Parti’nin karar verme ya da yürütmesinde olan “bağımsız” arkadaşların varoluşlarını çok önemsiyorduk. Çünkü onların parti politikalarına ilişkin tartışmalarımızın bu organlara aktarılmasında önemli roller üstlendiklerini, genel eğilimleri ya da farklılıkları aktaracaklarını umuyorduk.

Bu süreç böyle devam etti. Bu toplantılarla birbirini tanıyan, bakış açılarından haberdar olan, sahip olduğu bilgiyi paylaşan, parti politikalarını sonuna kadar değerlendirip bir genel eğilim çıkarmaya çalışan ya da var olan tartışmaları aktarmayı amaçlayan insanlar topluluğu oluşmuştu. Hâlâ Parti içinde çok etkin ol(a)masak bile hiç değilse kendi içimizde haberdar olabiliyor, tartışıyor ve becerebildiğimiz oranda da birey hukukunu bozmadan görüşlerimizin aktarılmasını sağlıyorduk.

Doğal olarak, “dışarıdan” birçok eleştiri okuna hedef oluyorduk. Biri çok da olgusaldı, dolayısıyla “unutulamazlar” sınıfına girmeye hak kazandı. Bağımsızlar “apolitik” olmakla eleştiriliyordu. Yani politik hiçbir çalışma, tartışma ve katkı yapmıyorduk.. Hattâ neredeyse varlığımız gereksizdi. Bu kadar politik ortamda biz neciydik?!…. (Bu eleştiriye verecek yanıt bulmakta kişisel olarak ben zorluk çekiyordum. Sadece çaresizlik içinde aklımdan bir kavramın sıkça geçtiğini söyleyebilirim: Empati)

İKİ KIRILMA NOKTASI

İkinci Kongre yaklaşırken bağımsızlar açısından çok önemli iki kırılma noktası yaşandı. Birincisi, Parti içindeki Özgürlükçü Sol Grubu (ÖSP) bir bildiri ile örgütsel yapılarını feshettiklerini bir tartışma platformu kurduklarını ilân ettiler. Bu gelişme üzerine bağımsızlar içinde yer alan birçok arkadaşımız “geriye bakmadan” bu oluşuma katıldı. ÖSP’ye gidenler “içerden değiştirme” iddiasıyla gittiler ve “sayı” olmanın ötesine geçemediler.

İşin bu aşamasında etik ve hattâ vicdani bir sorun da işin içine karıştı. Çünkü, giden arkadaşlamızın çoğu iki yıldan bu yana birlikte politika yaptığı ve ortak kaygılarla hareket ettiği bağımsızlara, “ben şu gerekçelerle gidiyorum” türünden hiçbir açıklama yapmadı. Bağımsızlar nicelik ve nitelik olarak zaafa uğramış ama daha önemlisi bağımsızları bir araya getiren etik ve siyasi değerler aşınmıştı.

İkinci kırılma noktası ise, “Ekmek ve Gül Platformu”nun kurulmasıydı. Bu platform heterojen bir yapıydı. Ancak tam da Kongre öncesi oluşturulmasıyla bir kez daha grup olmanın meşruluğunun altının çizilmesine neden oldu. Yine bağımsız olup da bu platforma katılan arkadaşlarımız oldu. Ancak burada bir istisna yaşandı önemli olduğu için altını çizmek istiyorum, Ertuğrul Kürkçü ilk kategoridekilerden farklı davranarak, katıldığı bağımsızlar toplantısında ”Ekmek ve Gül Platformu”nun kuruluş gerekçesini açıkladı….

Sonrasında süreç çok çabuk işledi. Grupların farklı listeler, politikalar ve kulisleriyle damgasını vurduğu İkinci Kongre’ye, bağımsızlar da güçleri oranında müdahale etmeye çalıştı. Türkiye çapında ÖDP’nin “aslına dönmesi” (Nostalji=dönüş+acı-HD) amacıyla bir çağrı metni hazırladı ve imzaya açtı.

KONGRE’DE BAĞIMSIZLARIN YERİ

Ancak Kongre, biz bağımsızlar için adeta bir futbol maçıydı. Top ortalarda bir yerlerdeydi, asla bizim taraflara uğramıyordu, sonunda anladık ki biz olmamız gereken yerde, ya da bize biçtikleri misyona uygun bir yerde yerimizi almıştık: seyirci tribünü....

İstanbul’dan gelmiş bir grup bağımsız birarada oturuyorduk. Kimimiz hiç oy kullanmadık, kimimiz hiç ses çıkaramadan ortadan kaybolduk, kimimiz yine de büyük bir heyecanla seçim listelerini işaretledik. Sonuçta, Kongre bitti. Bağımsızlar da boyunun ölçüsünü almıştı! İki grup arasında sıkışıp kalmış olduğumuz biçimsel, fiziksel, psikolojik olarak her yanıyla bir kez daha gözler önüne serilmişti.

Kongre’deki son umudumuz/beklentimiz Genel Başkan Ufuk Uras’ın konuşmasıydı. Belki bu vücut çalımlarını görür ve hiç değilse Parti’nin tüm organlarının birarada bulunduğu bu anlamlı günde ülke çapında herkese seslenir, bizlere tirbünlerden inme çağrısı yapar ve “kral çıplak” diyebilir ve oyunu bozabilirdi. Ama oyun devam etti, bir farkla: Genel Başkan da bu oyunun bir parçası olmayı kabul etti ve sözlerinde “muhalifler”i işaret etti, iktidardakiler o sözlerin hedefi değilmiş gibi… Sonrası grupların insafına terk edilmiş bir parti, derinleşen çelişkiler ve hüsran…

Bugün 2001 yılı Türkiye’sinde yaşıyoruz. Bazı şeylerin zamanında söylenmesi gerekiyordu. Bugün, Ufuk Uras’ın, zamanlama ve içerik hatası yaptığı anlaşılıyor. Zira Genel Başkan o kongrede söylemesi gerekenleri, yani “Ben ÖDP’nin önündeki ayakbağlarını çözme konusunda doğrusu gözümü karartmış durumdayım”, “…(ÖDP) eski örgüt fetişizimlerini, eski aidiyetler üzerinden siyaset yapma anlayışını ve alışkanlığını bırakmalıdır”* cümlelerini henüz şimdi telaffuz ediyor.

Kongre dönüşü, doğal olarak moralimiz bozuktu. Son bir kez Başkan’la konuşup, ne düşündüğümüzü anlatalım diye konuştuk ancak bunu bile gerçekleştirecek isteğimiz kalmamıştı. Arka arkaya yaşanan bu gelişmelerden sonra bağımsızlar hareketi söndü. İşlevini tamamlayamamış ancak kan kaybetmişti.

Ancak son aylarda parti içindeki iki büyük grubun aralarındaki çelişkiler daha da keskinleşti. Partili kimliğe yapılan atıflar daha da azaldı. ÖDP adeta bu grupların arenası olarak görülmeye başlandı.

İşte bu aşamada bu gelişmelerden gayrımemnunlar bir inisyatif olarak yine biraraya geldi. Partinin içine büzülmesine yol açan, toplumsal muhalefetin biricik siyasal örgütünü felç eden bu sürece itirazlarını dile getirme kararı aldı. Daha önemlisi müdahale etmek için kolları sıvadı.

Şimdiki oluşumda:

Birincisi, başından beri bireysel olarak davranan arkadaşlar,

İkincisi, halen bir grup içinde yer alıp bu inisyatife birey olarak katılanlar,

Üçüncüsü, önce bireysel sonra ise belli bir platform içinde yer alıp şimdi tekrar bireysel davranan arkadaşlar yer alıyor.

Bireyselliğin ya da bağımsızlığın belirleyicisi tabii ki kimse olamaz. Herkesin kendi aklı ve vicdanı vardır. Herkes kendinden sorumludur. Kimse bir diğeri için “o aslında bağımsızdır ya da değildir” diyemez. Kısaca, hiç kimse bu duruşun turnusol kağıdı sayılamaz...

Ancak bütün bunlardan sonra, ya da gidip gelmelerden ya da sadece gitmelerden sonra şu soruları da sormak gerekiyor: ÖDP’de bağımsız ya da bireysel duruşun bir sürekliliği var mıdır, yoksa sadece ve sadece gidip gelinen bir durak mıdır?

Bu duruşun bir vicdanı var mıdır? Gidip gelmelerde ve de bırakıp gitmelerde nasıl bir iç ses konuşur ve ne der? Bu duruşun temelleri var mıdır yoksa kaygan bir zemin midir?

Gruplara, platformlara giden arkadaşlarımız nasıl bir deney yaşamıştır ki yeniden bağımsız bir tutum sergilemenin gerekliliğine inanmıştır?

Bağımsızlar, parti içindeki bu gruplaşma eğilimine müdahale edecek hangi araçları geliştirmeli ve ne tür bir siyaset izlemelidir?

Bu sorular hepimizi içeriyor. Genel Başkan Ufuk Uras’ı bile…

Ufuk Uras, NTV Mag dergisinde yaptığı söyleşide bireyselliğin altını çizdiği sözleri ve eski aidiyetleri kör kuyuya benzetmek için biraz geç kalmamış mıdır? Ne oldu da, zaten Parti’nin varoluş temeli olan ve Parti içinde bir türlü prim yapmayan “birey hukuku” böyle bir önem kazandı ve Parti Başkanı ve başkaları tarafından hatırlandı?

Bu soruları, en azından bir kez olsun sormaya ihtiyacımız var. Çünkü her şeyin saflığını ve samimiyetini yitirdiği bu süreçte, saf olanla olmayanı herkesin kendi adına birbirinden ayırmaya ya da en azından üzerinde düşünmeye ihtiyacı var.

Bağımsızlar, bu partiye koşulsuz, çıkarsız ve hiçbir pazarlık yapmadan katıldılar. Ancak 5 yılda kendi özgül tarihini de kuran bağımsızların da bağımsız düşüncenin önemine -sonradan- inananların da yukarıdaki sorulara verecekleri yanıtlar bu süreçte önem taşımaktadır. Zira bağımsızlık, durak gibi algılandığı sürece güç olamamaktadır. Odak olmalıdır. Bunu da en iyi o odaktan ayrılmayanlar bilmektedir.

(*) Okyanus Ansiklopedik Sözlük, Cilt: 7, s. 2133, Pars Tuğlacı, Cem Yayınevi.

(*) NTV MAG, MART 2001, s. 37.