Getirdiği radikal çözümler, yaşadığı sorunların sıradanlığı nedeniyle heba olmuştu.
George Santayana, My Host the World aktaran Adam Phillips, Öpüşme, Gıdıklanma ve Sıkılma Üzerine.
Bu tür zamanlarda ne hissedilir? Acı, üzüntü, hayal kırıklığı, kızgınlık, utanç, suçluluk, öfke... hangisi? Ruhlarımız ne ile korur kendini yine de, nerede dinlenir, neyi arzular? Kayıtsızlığı, aldırmazlığı, donukluğu (apathy), mesafeyi, taş gibi katılığı, kalpsizliği, çöküntüyü, histeriyi/histerik körlüğü, dedikoduyu, sarsılmaz irade törenlerini, hamaseti, hamakatı, iyice büzüşmeyi, cesareti, yeniden umudu, heves etmeyi, kararlılığı... neyi?
Her birimizin şimdi gördüklerinden söz ediyorum: Farklı, çoğul, ağırlık merkezleri değişebilen toplumsal biçimler ve kişisel kimlikler vaadi ve imkânı taşıyan mekân ve örgüt tasarılarımız ve onların hayatlarımızdaki karşılıkları (artık iyiden iyiye varlığını tartıştığımıza göre) ne zaman dağılmaya ve aşınmaya başladı? Biz neden seyrettik? Basiretimizi bağlayan neydi? Tarih mi, gelecek tahayyüllerimiz mi, acemilik mi, seri olma takıntısı ve telaş mı? O tasarıları, bildiğimiz bütün yığınaklarını/birikimlerini hepimizin gözleri önünde, burada yapan küçük ‘politik’ iktidarların kontrol ettiği ilişki ağı ve sistemlerin insafına, onların ‘iyi niyetli’ hırsları ve emellerine hangi aymazlıkla terk ettik?
Belki de şimdi daha çok, olası her türlü soruya ve soruna, hiç üşenmeden ve kibre düşmeden tek tek her birimizi muhatap kılmaya ihtiyacımız var. “Olacağı zaten buydu”, “ben zamanında çok söyledim, dinleyen olmadı” vb. asla demeden. Böyle davranmayı ve söylenmeyi seçersek zira, en çok kendi hayallerimizi ve kalbimizi incitmiş olmaz mıyız? Solun her birimiz için biraz da, gündelik hayatlarımızın şu beyhudeliğini aşmaya matûf bir varoluş daveti olduğunu unutmuş görünmek istemeyiz değil mi? Bu vesileyle, ömrümüzün kalan kısmı için, bambaşka bir hayat tasavvuru geliştirmeye ve buna bizi ve kendini ikna etmeye hazırlananlar haliyle buraya dahil değil. Ama yine de uyarmalı: O durumda gözden çıkarmak ya da göz ardı etmek zorunda kalacaklarımızı taşımaya müsait yeni vicdanların inşâsına derhal başlamak gerek.
Somut bir durumda, farklı öznellikler arası iletişim süreçleri tümden yıkılmışsa eğer, her birimizi bir ötekine bağlayan insanî kapasitemiz ve ihtiyaçlarımız körelmişse, kendimizi anlama ve eleştirme yetimiz dumura uğramışsa neyi merak etmeliyiz? Bu durumu, ancak, sahip olabileceğinden daima daha fazlasını isteyen ya da acısının bir an önce dindirilmesini bekleyen çocukların duyacakları bir sabırsızlık ve küskünlükle, bir çözülme ve iflas işareti gibi yorumlamak yerine, inatla ve bilakis, yeni kaynakları ve anlamlarıyla ilk kez kurmaya yeltendiğimiz ilişkilerimizi ve hayat alanlarımızı nesnelleştirici, araçlaştırıcı pratiklerin istilasından kurtarma vesilesi yapmak değil midir asıl marifet? Dilin/sözün yetmez olduğu yerde mayalanmaya yüz tutmuş yaratıcı silkinişleri hissedecek bir yetkinliği sergileyemez ve o yaratıcı becerinin inkişafı için yeterli zaman ve alanı aralayamazsak, yitirdiklerimizi bile bilemeyiz üstelik. Ya da, giderilememiş o ihtiyaçların, orada sıkışıp kalmış -yaratıcı- ruhsal enerjinin, olmayan bir anlama/anlaşılma halinin yaygınlaştığı ortamlar; fikri sabitlik, zorbalık, yıkıcı saldırganlık -kendine de dönebilen-, tahammülsüzlük, empati yoksunluğu, ben-merkezcilik, kolayca zedelenebilirlik, narsisistik büyüklenmecilik, ideallerin kaybı gibi belirtilerle taçlandığında nereye bakmalıyız? O noktada şeylerin ayrıntılı bir dökümünü yeniden yapma ısrarcılığı, karşılıklı etkileşimin ve kimliklerin ve rollerin öteki üzerinden kuruluşunun dinamiklerine itibar etmeyerek haklı çıkma gayretkeşliği aynı senaryoyu tekrarlamak olmaz mı? Sahi, tarihin sadece bazılarımıza malûm olan, sadece bazılarımıza özel bir haklı çıkarma ereği ve servisi mi vardır?
Biz neden en sıradan olguları bile görmez ve anlamaz haldeyiz? Bizleri her geçen gün biraz daha az ümitvar kılan nedir? Kendi yaratacağımız ve değişik versiyonlarını tekrar tekrar bıkmadan deneyeceğimiz (hatırlamıyor musunuz, en esaslı mutabakatımız buydu) eylemliliğin ve bilginin, asla önceden kestirilemeyecek biçimlerde yeni referans ve hareket noktaları, yeni anlam düğümleri oluşturacağına neden inanmıyoruz artık? Dışarıda, keşfedilecek, bizim için orada, hazır bir kara parçası mı var sanıyoruz?
Burada, kendi içinde zuhur etmiş herhangi bir sorun karşısında, o sorunu ele almanın, anlamanın ve gidermenin hiçbir yolunu bulamayarak, daha büyük toplulukların duçar oldukları yokluk, yoksunluk ve çaresizliğe yüzümüzü döndürme teklifini zorlantılı (kompulsif) bir tarzda yineler dururken aslında bastırmaya çalıştığımız aczimiz ve yetersizliğimizin farkına varmamızı engelleyen ne ki? İçini bilemediği, hakiki bir iç serüvene bir türlü başlayamadığı için, o huzursuzlukla, dış dünyada, dışarısında (giyiminde, saç-baş şeklinde, görünümünde, evinde-odasında, çalışma saatlerinde/mekânlarında, kilosunda vb.) yapacağı değişikliklerin sonsuz dizide kombinasyonlarıyla ‘dalıp gitmiş’ insanları çağrıştıran şu nevrotik yapı ve halin zebil ziyan ettiği enerji ve potansiyellerimiz hiç mi hüzünlendirmiyor bizi?
Eğer burada teslim olursak, olsa olsa içimizin biraz daha acılaşması pahasına ‘düşünülmüş’ taktikler uyarınca top çevirmeye gönül indirirsek, kestirip atarsak, hâlâ mutlak bir son ve çözüm hayalleriyle yanıp tutuşuyorsak, bağışlamayı ve özür dilemeyi taşıyabilen bir olgunluğa erişememişsek; şimdi durduğumuz eşikten dönüp baktığımızda, neyi öğrenmiş saymalıyız kendimizi? Bizden, onca yıllık deneyimden geriye ne kalmış olacak? Yüzümüz kızarmadan ve eksiklenmeden hangi iddiaları sürdüreceğiz?
Bireylerin hayatına benzer biçimlerde grupların hayat pratikleri de anlık olduğu kadar kalıcı da olabilen öylesi soru ve sorunları gündeme getirir ki, orada hiçbir rasyonel açıklama kalıbı işe yaramaz. Yoksa, sözcüğün en sert anlamıyla hiçbir tutamağımızın kalmadığı, nereye dönsek ellerimiz boş kalakaldığımız, nereye varsak zulümle çarpıldığımız, un ufak olduğumuz şimdi, feryadımız bile işitilmez olmuşken, aramızdaki hiçbir diyalog kanalını açık tutamayışımıza, her türlü sohbet ortamını sabote edişimize gülüp geçmemize, akıl/mantık dışı bulmamıza yarayacak karşılıkları bol miktarda bulmuş olmaz mıydık?
Ama yazıların da bir hikâyesi var. Bu yazının çıkış sorusu, birbirimize yönelttiğimiz şiddeti, intikam almaya duyduğumuz açlığı, geçmişin bizi insafsızca sürüklemesini, kurtulamadığımız ve hem kendi canımızı hem ötekininkini yakan tekrarları, yıpratıcı rekabeti, yer yer komik bile gözüken küskünlükleri, birbirimize gösterdiğimiz tahammülsüzlüğü anlamamıza faydası olacak ve belki de başka her türlü ‘mutlu başlangıçlar ve sonlar’, ‘her şey yerli yerinde’ beklentilerini yersiz bulmamızı ve iyi hissetmemizi sağlayacak bir hikâyemiz olabilir mi idi. Bizleri hayal kırıklığına uğramaktan koruyacak, üstesinden gelemediklerimize yönelik ortak bir merak ve ilgi uyandırarak umutlandıracak alçakgönüllü bir hikaye. Bu yüzden, tam da o hikâyeyi tutarlı ve bütünlüklü bir yapıya kavuşturmak gayesiyle bilinçdışından, bilinçdışı fantezilerin özelliklerinden, kardeşlik fantezisinden, kardeşlere ilişkin fantezilerden yararlanmayı umuyordu. Bunları düşünürken okuduğum dergi yazıları, dipnotlar, izlediğim tartışmalar ve işittiklerimden sonra, şimdi bilmiyorum.