Biz çok medeni bir toplumuz desem, kim inanır bana? Medeniyetin, medeni olmanın tanımı nedir ilk evvela onu söylemen lazım denilmesi de makûl bir istek olur tabii bu durumda. Toplumsal belleğimizde medeniyet adına neler var peki? Bir “muassır medeniyet” biliyoruz, bir “medeniyet dediğin tek dişi kalmış canavar”, bir de “Medeni Kanun”. Sonra bir de tarih ders kitaplarında yer alan Mezopotamya Medeniyetleri gibi bahisler var, ama bunlar da olsa olsa tarihin tozlu sayfalarına havale edilmiş vaziyette, hafızamızın bir köşesinden öylece dünyamızı seyreyleyen şeyler. Oysa bizim medeniyet sözcüğüyle en içli dışlı olduğumuz yer başka, ve fena halde resmiyet arz eden bir şey. Medeni haliniz nedir dendiğinde, bize muassır medeniyetin neresinde olduğumuz, ya da başımıza bir müddettir musallat olmuş şu medeniyetler çarpışması denilen şeyin altında kalır mıyız kalmaz mıyız gibi sorular yöneltilmediğini biliyoruz tabii. Genellikle resmi yazışmalarda karşımıza çıkan bu soruya evli, bekar, boşanmış, dul gibi cevaplar vermemiz gerekiyor. Öyle ki mesela burada alternatif yanıtlara yer olmadığını da biliyoruz. Ama tabiî böyle bir medeni hal tanımının yazının başındaki soruya kendi başına verecek bir cevabı yok. Olsaydı eğer toplumumuzdaki evlilik oranlarına bakarak medeni olup olmadığımızı saptar, hem böylece sonunda medeniyet cihetinden bir dolu Batılı topluma da bir güzel fark attığımızı görür, sevinirdik. Ama Medeni Kanun’unuzun nasıl bir kanun olduğuyla, medeniyet durumunuz arasında sıkı sıkıya bir ilişki olabilir pekâlâ.
Olabilir çünkü, bizim Türkçeye Medeni Kanun diye çevirdiğimiz Sivil Yasa/ Yurttaşlık Yasası bildiğimiz gibi kişiyi birey olarak ya da aile veya çeşitli topluluklar halinde ve başka kişilerle ilişkiler içinde ele alan; ama en temelde kadınların ve erkeklerin birbirleriyle kurdukları cinsler arası ilişikileri bunlara yasallık kazandırarak düzenleyen; her iki cinsin bu ilişki içinde birbirlerine karşı hak ve sorumluluklarını güvence altına alan; ve bu bağlamda da devletin sorumluluk payını belirleyen bir yasa. Yani hal böyle olunca insan hakları bahsiyle bire bir ilişkili bir yasa oluyor bu, ve dolayısıyla adıyla uyumlu bir biçimde medeniyet düzeyiyle de. Ama tabiî insan hakları denilince orada durmak lazım. İnsan haklarından erkeklerin eşitler içinde birinci geldiği bir durumu anlamıyoruz artık. Bu en azından kadınların da insan haklarından tam ve eşit bir biçimde yararlanması gereğini BM nezdinde tanıyan 1993 Viyana Dünya İnsan Hakları Konferansı’ndan bu yana böyle. Yani kadının insan hakları diye bir bahsin varlığı en azından uluslararası düzeyde tescil edilmiş vaziyette. Sözü fazla uzatmaya gerek yok, bu tanım erkeklere insanlık denilen şeyin kendilerinden ibaret olmadığını hatırlatmak üzere devrede. Peki ya medeniyet ne? Medeni ya da öz Türkçesiyle uygar insan kim? Bu soruların cevapları da tarihten ve toplumsal bağlamdan bağımsız bir biçimde verilemiyor malûm. Ama insan medeniyet kavramının bizim toplumsal muhayyilemize nasıl girmiş olduğunu düşününce, yukarıda çok prim vermediğim evlilik kurumu ve medeniyet arasındaki doğru orantılı ilişkiyi bir daha gözden geçirmesi gerektiğini de anlıyor. Zira öyle görünüyor ki, meseleye ilk modernleşmeci aydınlarımızın teşhislerini dikkate alarak yaklaşırsak, medeniyet denilen şeye önce sağlam bir nikah kıyıp, sonra da gönlünü hoş tutmak şart, yoksa elden kaçıp gidiyor.
Cemil Meriç’ten (1983, 236-38) öğrendiğimize göre Tanzimat dönemi aydınları Frenklerin “civilisation” lafıyla ne kastettiklerini Osmanlı ricaline anlatırlarken gayet yerinde tarifler vermişler. Mesela Reşit Paşa hem medeniyet sözcüğünü lügatcemize yerleştirmiş, hem de 1830’larda Paris’ten yolladığı resmî yazılarda bunu “terbiye-i nâs ve icrâ-yı nizâmât (insanların eğitimi ve düzenin uygulanması) diye tarif etmiş. Viyana Elçisi Sadık Rıfat’ın tarifi daha kestirme ve güzel: “usûl-i me’nûsiyet” yani alışkanlıklar düzeni. Ama ben en çok Cevdet Paşa’nın medeniyet teşbihini seviyorum, çünkü içinde yaşadığımız bu fazlasıyla erkek diyarlara halihazırda en çok yakışan teşbihin bu olduğunu düşünüyorum.
Cevdet Paşa medeniyeti diyar diyar dolaşan bir geline benzetmiş. Cemil Meriç’ten aktarmaya devam edersem Cevdet paşa için: Medeniyet gelini “ilim-i tarihin haber verdiği asırlardan mukaddem” (önce), Hindistan’da “saray mahremiyetinde gelişen zevkler oluyor”. Oradan Babil’e ve Asur’a geçiyor. Burada “yücelik ve naz örtüsü giyinmiş, sıkı fıkı bir seçkinler sınıfıdır”. Sonra Yunanistan’a uğruyor nazenin ve yüzünü açarak ve “kendini beğenmişlikle ve utanmadan açılıp saçılarak” herkese gösteriyor kendini, çarşıda, pazarda dolaşıyor. Yunanistan yıkıldıktan sonra İskenderiye’ye otağ kuruyor, ama bu defa eskiden tanışık olduğu Fellah kavmine yüz vermiyor ve Yunanlı yeni tandıklarıyla bir müddet “verimli dostluk toplantıları” yapıp, Irak topraklarında boy gösteriyor. Ve bir müddet “İslam’ın yeşil elbisesi ile Doğu memleketlerinde dolaşarak”, Mısır ve Garb yoluyla yine Avrupa kıtasına çekilip orada “pâyend-i istikrar” (istikrar dayanağı) olması ve yayılması için dua ediliyor. Ve ekliyor Cevdet Paşa “Bundan sonra hangi tarafa gideceği ve ne renklere gireceği ve nasıl câmeler (elbiseler) giyeceği Allah’a malûm”.
Medeniyet gelininin bizim buralara gelip gelmediği, geldiyse bile mutlu bir izdivaç yapıp yapmadığı hakkında rivayet muhtelif, ama bir ara Cumhuriyet’e ilgi duyup, adına biçilen kanun entarilerini de merak ve şevkle deneyip, sonra da bu aceleye gelmiş, kumaşı çabuk epriyen cinsten, kupu pek tutmamış elbiselerden pek daralıp, gardrop değiştirmek istemiş olduğu da biliniyor. Üstelik daha fenası içine girdiği aile muhitinin ona pek de iyi muamele etmediği de bir gerçek. Artık istikrar aradığı için olsa gerek, tek eşlilikten memnun kalmış görünüyor bizim gelin hanım. Ama bu eşin başına reis diye tayin edilmesinden ve bunca zengin geçmişten sonra reisin soy adıyla anılmaktan, çocuklarının velayetinin anlaşmazlık halinde reis beye devredilmesinden, çeyizine olduğu gibi el konulduğu yetmiyormuş gibi, didinip uğraşıp reis beye edindirdiği mallardan kendisine eşit haklar tanınmıyor olmasından hiç memnun kalmamış olduğu da ortada. Üstüne üstlük bir de habire itilip kakılıp, insanın söylemeye dili varmıyor ama, dayak tokat yemekten, yok iffetindi, yok bekaretindi diye aşağılanmaktan perişan edilmiş olduğu da herkesin malûmu. Öyle görünüyor ki, her şey bir yana, yıllardır iyi niyeti elden bırakmadan uğraşa didine değiştirmeye ve kendisi gibi medenileştirmeye çalıştığı bu diyarlardaki reis beylerin, iş gelip evlilikte edinilmiş malların adil bir biçimde bölüşümüne dayanınca nasıl nekes davranmakta olduklarını görmek de, bizim gelin hanım için tahammül fersa bir hal almış vaziyette.
Üstelik bu reis beylerin şimdilerde aman durun bizim şimdi hiç bunlarla uğraşacak halimiz yok, krizimiz bu kadar ekonomikken, Medeni Kanunu’muz da kadükmüş değilmiş, olsun varsın kime ne diye düşünmeye meyilli olacaklarını tahmin etmek de, eminim hiç zor değildir medeniyet hanım için. Sanki ortada paylaşacak mal kalmış gibi, yok mal ayrılığı rejimi, yok mal ortaklığı rejimi, geçiniz efendim seslerinin kimi kulaklara ne kadar tatlı ve makûl geldiğini görmek de şaşırtmıyordur onu. Üstelik birbirlerinin kafalarına anayasa kitapcıkları atarak memleket yönetttiklerine vehmedebilen erkeklerin, kendilerini medeni telakki etmekte hiçbir beis görmeyecek kadar fevkalade özgüvenli benlik değerlendirmeleri olabildiğini de biliyordur. Hattâ daha da acıklısı Medeni Kanun’un cinsler arası eşitliği gözetmesi gerektiği ileri sürüldüğünde, evlilik kurumunun her şeyden önce aşkla beslenen bir harmoni müessesesi olarak telakki edilmesi gerektiğini şu maddiyatçı kadınlara hatırlatıveren vekil beylerin pişkinliklerini de hazin hazin gülümseyerek izliyordur. Bizim gelin hanım aşkta esas olanın eşitlik mi, fedakârlık mı olduğunu herkesten iyi biliyordur bilmesine ama, fedakârlığı yapanın hep kendisi olması gerektiğine ikna edilebilecek kadar saf olmadığı da artık herkesin malûmu olması gerekirdi. Kendi yarattıkları krizle işleri başlarından aşkın bir hale gelmiş ve “bir kurtuluş savaşı seferberliğiyle” can siperane memleketi şu ekonomik krizden kurtarma telaşına düşmüş reis beylerin pek çoğunun, en iyi ihtimalle hele şu kurtuluş savaşı bir gerçekleşsin, sonra senin yeni esvaplara da sıra gelir dediklerini duyar gibi oluyordur. Tarihte de böyle olmamış mıydı zaten, önce Kurtuluş Savaşı, sonra Medeni Kanun. Ama bizim medeniyet gelini kendisine artık ABD’yi mesken tutmuş malûm, yazlığı da Avrupa’da. Canı çok daralırsa küreselleşmeden istifade pat orada, pat burada sürdürdüğü gezintilerine uzun bir ara verip, Silikon vadisindeki malikanesine çekiliyor ve dünyayı oradan seyreylemeye devam ediyor. Keşke diyorum, Amerikan yönetimine bir telefon açıp, Kemal Derviş’e sipariş edilen yeni reform paketinin içine şu benim yeni gardrobu da koysunlar, yoksa turist olarak bile bir daha oralara ayak basmam ona göre deseymiş, belki o zaman millete kendi bildiklerince elbise biçmeye pek meraklı vekil terzilerimiz bir gayrete gelir de, gelin hanımın gardrobunun değişen şartlara ve ihtiyaçlara göre yeniden düzenlenmesi işini tamamlayıverirlerdi, kim bilir.