“korkuyorum korkulduğumdan beri/ beride tek bir yüz kaldı bir çok yüz yerine/ bir çok yüz şimdi nerede hangi yerde/ unutuşun hangi yüzünde kendinin neresinde/ korkuyorum şimdi o yüz nerede kendimin neresinde/ unutuşun neresinde gövdenin yittiği yerde/ korkuyorum beride korkulduğum yerde/ incecik boyunların beni savurduğu beyaz yerlerde/ dönüyorum tenine kuşların havalandığı gövdene...”
Nilgün Üstün, Kendi ve Öteki
Beş yıl önce, tarihe, birbirimize ve kişisel olarak kendimize verdiğimiz yirmi dört ayar altın sözler üzerinde, yerel ve evrensel sosyalizm deneyimlerinin özeleştirisiyle(!), tarihin emri, siyasetin kavli ile yeni bir sosyalizm teorisinin ve pratiğinin bağlamı alarak yeni bir hayatın acemileri olmayı göze alarak kurulan ÖDP’de, partimizde neler oluyor? Birliktelikler bizleri neden daha iyi insanlar, daha özgür insanlar olmak için kurgulanamıyor ya da kurulamıyor?
Bu tasarlanmış kaos içinde, ÖDP neyi çağrıştırıyor? Hayal ve hayat kırıklıklarını... Sosyalizmin evrensel krizinin, geleneksel sosyalizmin bütün hallerini yeniden üreten geleneksel hayat biçimlerini... Başaramamamayı... Yeteneksizliği... Teori ve kitap korkusunu... Pratik korkusu olarak sokaklardan eve çekilmeyi; sokak korkusunu... Ama belki de daha çok ayna korkusunu, tarih korkusunu ve öteki korkusunu... Belki de tekil ya da çoğul bir aldatılmışlık hali... Tarihin, zamanın ve insanın içini acıtan, tasarlanmış bir dikey ve yatay mutsuzluklar tiyatrosunu... Hangi onurlu insanın, hangi Aşkiya’nın yüzü kızarmaz...
ÖDP’nin beş yıllık halleri ve toplumsal hikâyesi üzerine yazımı kurguladığım sırada İstanbul Üniversitesi İngiliz Dili ve Edebiyatı bölümünde okutmanlık yapan Hasine Şen isimli bir arkadaşım imdadıma yetişti. Hasine’nin Amerikan yazınının en önemli temsilcilerinden John Barth’a ilişkin çevirdiği yazının başlığı ile ÖDP’deki kriz arasında ilişki kurdum: “Bir varmış bir yokmuş, bir zamanlar şöyle başlayan bir masal varmış: Bir varmış bir yokmuş...”
Politik saptamalar, sosyolojik durumlar, dibe vurmalar, kırılmalar, hayat ve hayal kırıklıkları içinde geçen beş yılın hikâyesinin bu masal cümlesine indirgenebileceğini düşünmedim değil. Bu nedenle ÖDP’nin beş yıllık resmî tarihinin ol hikâyesine, “bir varmış, bir yokmuş” sözcüklerinden çağaltılmış bir cümle yakıştırdım.
ÖDP’nin beş yılda oluşturduğu resmî tarihi, grup resmî tarihlerini, herbirimizin kişisel tarihlerinin benzeştiği ve ayrıştığı olguları uygun yöntemlerle tartışıp yüzleşmeden çıkış bulmak da, anlamlı bir ayrışma da çok zor görünüyor... ÖDP’nin yeniden kendi imgesinden doğması, deneyimine eleştirel yaklaşması, iç yaşamında iki, üç daha fazla (d)evrim yapması için beş yıllık deneyimlerimizle yüzleşilmesi gerekiyor. Bunun olmazsa olmaz koşulu, “taktik aidiyet” olarak görülen ÖDP resmî tarihiyle, stratejik aidiyet olarak görülen geleneksel sol resmî tarihlerle hesaplaşmak, yani “eski!” ve “yeni!” resmî tarihlerimizin, masallarımızın dışında, ötesinde ve karşısında bir kavrayış ve yöntemle deneyimlerimize özgürce tabusuz bakabilmektir.
ÖDP’ye kişi/şahıs olarak katılan ve beş yıllık süreçte de hep böyle kalan, kendini sadece ÖDP programı ve tüzüğü ve parti kararlarıyla bağlanmayı etik ve siyasî bir sorumlulukla yaşamaya çalışan biri olarak kendi deneyimlerimi kamuoyuyla paylaşmak istiyorum.
ÜÇ KUŞAĞIN ÜÇÜZ TRAJEDİSİ
“... ’80 kuşağı ise, olgunun ortaya çıkmasından çok önce, yine kuşağın temsilcisi olmayanlar tarafından adlandırıldı. (...) Nasıl ki isimlerimiz bizden önce, bize rağmen veriliyorsa, kuşağımızı da seçme şansımız yok. Ya bizden önce, ya bizden sonra, ama hep bize rağmen “kuşaklanıyoruz”. Gelgelelim kuşak adlandırması, ’80 kuşağında olduğu gibi, kuşağı öncelediğinde, önceki kuşaklar, ebeveyn konumuna oturmuş oluyor. ’80 kuşağı, aileye olduğu kadar kendinden önce gelen kuşağa da (’70 kuşağı) isyan etmek, çifte ergenlik yaşamak durumunda kalıyor...” (Tuna Erdem, Alacakaranlık Kuşağı, Defter, sayı 37)
“Kuşak” sözcüğüne yüklenebilecek siyasî, tarihi ve sosyolojik anlamlar ve riskler bir yana, ÖDP, tarihen ve siyaseten, ’68 ve ’78 kuşağının yanısıra ’80 sonrası kuşağın üzerinde oluştu. ÖDP söylemi; üç kuşak güzellemesi, üç kuşağın tarihsel bir eşikte karşılaşmasının siyasal önemini içeriyordu. Gerçekten de üç kuşak bir tarihi eşikte, sosyalizmi yeniden tanımlama, yeni bir hayatın acemileri olma heveskârlığı ile biraraya gelmişti. Tarihsel bir eşikte çok anlamlı bir siyasal karşılaşmaydı bu... ama... Gelinen noktada işaretlere baktığımda üç kuşağın beş yıllık hikâyesinden “bir yokmuş”lu, “elde var hiç”li bir masal görüyoruz... Çok özetle ’78 ve ’80 sonrası kuşağın ’68 kuşağına ÖDP’de de biat etmesinin politik, psikolojik, sosyolojik nedenleri olmalı? Üç kuşağın kaderinin ve kederinin, başarıları- başarısızlıkları, yetenekleri-yeteneksizlikleri açığa çıkmış, esasen tarihen zamanını doldurmuş, siyaseten tutuculaşan ’68 kuşağının bakiyeleri tarafından yönetilmesi, ÖDP’nin, ’78 ve ’80 kuşağının kaderinin ve kederinin meslekten politikacılar tarafından belirlenmesi sadece “pir uçmaz mürid uçurur” özdeyişi ile açıklanamayacak kadar derin bir sorundur.
Malûmun ilânı da olsa, ÖDP’deki krizin, evrensel ve yerel devrim deneyimlerinin ve sosyalizm uygulamalarının krizi olduğunu söylemek gerekiyor. Buna bağlı olarak ÖDP’deki kriz, (ÖDP krizi değil) evvel emir, tarihen zamanını doldurmuş, siyaseten tutuculaşan ’68 kuşağının siyasî, tarihsel etik yapısal krizidir. 12 Mart’tan sonra oluşan sol geleneklerin lider/önder kadrolarını oluşturan, 74-80 döneminde, hareket, örgüt ya da partilerin teorik, politik ve örgütsel hayatlarında belirleyici rol oynayan, 12 Eylül ile birlikte, yetenekleri ve tarihsel rolleri, yetmezlikleri açığa çıkan, genel olarak yanlış yaşlanan, yanlış söyleyen ve eyleyen evrimini siyasî evrimini tamamlamış bir kuşaktan söz ediyorum... Bu kuşağın bakiyelerinin, ’80’lerde başlayan birlik süreçlerinin ardından ÖDP’nin kurulmasına önayak olarak, son replikleri vererek tarihteki son iyi rollerini oynadıkları tarihe not düşülmelidir... ama... Ama devlet gibi “sönümlenmeleri!”, “uykuya!” dalmaları ya da geriye çekilerek (kendini geriye çağırarak!) ÖDP içinde mütevazı bir yerde konumlanmaları beklenirken süreci belirlemelerinin esvabı mucibesi üzerine pek konuşulmuyor. Bu kuşağın kendini allameyi cihan olarak gören kalanları -kendini teorik, politik, felsefi olarak tek tek aşanlar dışında- devasa bir tarih, ayna ve öteki korkusu nedeniyle, tarihleriyle siyaseten ve etik olarak yüzleşmemekte ısrar ve inat ederek, takiyeyi yaşam tarzı haline getirerek, ezeli ve ebedi iktidarlarından, hikmetinden sual olunmaz kariyerlerinden, ÖDP üzerindeki olumsuz rollerinden asla vazgeçmeyerek sürece damgalarını vurdular. ÖDP’deki krizin mimarı olarak, trajikomik rollerine devam ediyor oluşları, ÖDP’yi de yeni bir iktidar ve kariyer alanı olarak girmeleriyle ilgili. Bu nedenle, kaybettikleri rollerini, prestijlerini, kariyerlerini ÖDP üzerinden yeniden kuran bu kuşağın eleştirisi ile, yerel ve evrensel sol resmî tarihlerin eleştirisi eşzamanlı olarak yapılmalıdır.
Asıl trajedi ise, bu kuşağı sırtında taşımaya devam eden, Kral Çıplak diye kitaplar da yazsalar, gerçekte bir türlü “Kral Çıplak” diyemeyen, bir türlü ’68 kuşağının tarihsel gölgesinden, siyasî hegemonyasından kurtulamayan, kendini ve ötekini sıçratacak teorik, politik ve örgütsel sıçrayışı gerçekleştiremeyen ’78’lilerin trajedisidir. Nitel ve nicel olarak, Türkiye sosyalizm tarihinin çok özel bir döneminde militanlık yaparak tarihe geçen ’78 kuşağı, -örgütsel işbölümünde yönetici konumlara yükselmelerini kastetmiyorum- çoğu zaman “ikinci kahraman”lığı, gölge fenomenliği ve giderek, kişi, özgür birey olmayı değil “sayı!” olmayı, nicelik kalmayı yeğleyerek ÖDP içinde de konumlandı. Özellikle de, gizlilik koşulları ve cezaevleri süreçleriyle birlikte örgütsel işbölümündeki konumların hızla silindiği, hayatın dönem “önderleriyle”, dönem militanlarını hızla eşitlediği, teorik, politik, örgütsel yeteneklerin ya da yeteneksizliklerin açığa çıktığı bir zaman dilimine karşın, ’78 kuşağı ne kendini ne de öncülü kuşağı ne de ’80 sonrası kuşak üzerinde etkili olup, süreci bir kerte ileriye sıçratabildi. Hazin olan odur ki; bu kuşağın militanları ya “diz çökerek isyan!” ettiler, ya kırılarak çekildiler, ya da sonuçları her kritik eşikte tekrar tekrar biat ederek tarihsel rollerini kabullendiler. Bu nedenle, bu coğrafyadaki bütün örgüt tarihleri iki kuşağın esastan ve usulden çatışması kadar ’78 kuşağının “biat!” etmesinin ya da dışlanmasının da tarihidir. Bu genel seyrin ÖDP’deki tezahürü de benzer biçimdedir. Verili grupların belirleyici öznelerinin ’68’in bakiyeleri olduğunu bilmeyen yok.
Hal böyle olunca, ÖDP’de yer alan üçüncü kuşağa düşen, iki kuşağa, çifte isyan etmek ya da “çifte ergenlik” değil belki de çifte biat etmek oldu. Siyasetle ilişkisini temelde 12 Eylül sonrasında kuran, değişik tanımlarla sıkça örselenen bu yeni kuşak, öteki kümelere ve gençlerine karşı asi, aksi ve sekter görünümüne karşın, varlığını şaşılacak kadar dogmatik bir tarzda, dönem Marksizmlerinin taşıyıcısı, her iki kuşaktan dönem önderlerinin emrine vererek, geleneksel resmî tarihlerin militan figürlerini yeniden üreten, böylece ÖDP imgesini eksilten “sayısal gençler!” olmanın ötesine geçemediler... Dahası asi ve aksi sokak çocukları olmak yerine, işin kolayına kaçarak uslu “abici çocuk!” oldular. Modern ve muhalif görünümleri altında eski sosyalizm imgesinin ya katılaşmış ya da buharlaşmış reel taşıyıcıları olmak onlara düştü. Dahası, kulaktan dolma bilgilerle, anlatılan hiyerarşik menkıbelerle büyüyen, resmî tarihlerin, tekçi ve dogmatik hiyerarşik bilgileri ile öteki düşmanı olarak büyütülen, eski tarih mukaddes masallarıyla parti dışı paralel mekânlarda, parti bilgisi, hukuku ve etiği ile değil, her kümenin kendi “derin parti!”sinin hukukuyla “eğitilen” yeni tip eski gençlerin, grupların sıcak savaş ve soğuk barış dönemlerinden kalma düşmanlıklarını taşımayı sorgusuz sualsiz üstlenmeleri, izah edilmesi gereken trajikomik bir durumdur. ÖDP’nin öznesi olmaları beklenen gençlerden, Kıbrıslı ressam-şair Ümit İnatçı’nın kavramıyla söylersek “yaralı kalma alışkanlığı” üzerinden eğitilen ve ÖDP imgesinden uzaklaştırılan nafile gençlerimizden söz ediyorum. Bir türlü iyileştirilmeyen ve sürekli hatırlatılan, sebebi öteki gelenek ile açıklanan siyasî yaraların, kendilerine merkezî/asal rol biçen iki geleneğin (Kurtuluş ve Devrimci Yol) resmî tarihlerini yeniden üretmenin yolu olarak ÖDP’de yürürlükte olmalarının öznesi olmak trajikomuk değil midir? O tarihlerde doğmamış gençlere, yaralı kalma bilinci verilmekte, bu tarihsel yaraların nedenleri gövdelerinde ve bilinçlerinde de hissettirilmekte, bu ezeli ebedi yaralara bakarak, öteki’nin (Kurtuluş’un ya da Devrimci Yol’un ya da bir başka kümenin) mutlak “kötü” ve/veya “düşman” olduğuna karar vererek “militanlaştırılmaları” ne yazık ki partimizin gerçeğidir. Bir kere daha altını çizmek gerekirse, bunun anlamı, birbirimizden çoğalmak yerine birbirimizden ve hayattan azalmak, geleneksel sosyalizmin bütün neden ve sonuçlarını hayatımızda yeniden üretmek yani hem topluma hem de öteki kümeye devlet olma geleneğidir.
Hal ayan beyan böyleyken bunun böyle olmadığına, ÖDP’de olup bitenlerin, hatta çoğu kez sürecin sürükleyen çatışmanın, Devrimci Yol ve Kurtuluş geleneklerinin, eskiden kalan ve güncel süreçte yeniden biçimlendirilen soğuk ve sıcak savaşlarıyla da biçimlendiğine işaret edenleri, “partimizde olup bitenleri Kurtuluş-Dev Yol çekişmesi şeklinde sunarak, bu tarihin nasıl nihayete erdiğini bilmeyenleri aldatabileceği “iftira olduğunu” yazmanın Bir Adım yazarlarından sevgili Melih Pekdemir’e düşmesi ise tarihin talihsiz bir ironisidir. Yeniden dergisinden sonra Devrimci Yol geleneğinin yeni yorumlarının devamı olarak çıkarılan, son sayılarda ise ÖSP yayını gibi işlev gören Bir Adım’ın Şubat 2001 sayısında sevgili Melih’in siyasî saptamaları ve kurduğu “kral dili!” hangi noktaya evrildiğimizin tipik bir örneği olarak tarihe not düşmeye değer:
“Sözünü ettiğim nakaratları, bir de yakın zamana dek saydığım, sevdiğim birisinde duyunca; kendi payıma uzun süre ne diyeceğimi bilemedim. Ama gelinen noktada, ÖDP’nin medya indinde temayüz etmiş isimlerinden Ertuğrul Kürkçü’ye dair bir çift söz söylemekten kendimi alıkoyamıyorum. Ertuğrul Kürkçü şöyle yazıyordu: ‘25 yıl önce Dev-Genç/THKP-C’yi yaran Kurtuluş-Dev Yol ihtilafının önde gelenleri neredeyse, 1970’lerdeki öfke ve sinizmleriyle birbirlerine karşı seferberlik için parti örgütlerini tarıyor, yirmi yıl önce birbirlerine yönettikleri ithamnameleri bugünkü ‘haklılıklarının’ kanıtları diye ortaya sürüyor.’ (Ekmek ve Gül Bülteni, Kasım 2000, sayı 2) Şimdi bu sözlerin muhatabı iki yanlıdır. Kendi payıma konuştuğumda, bunun düpedüz iftira olduğunu söylemek zorundayım. Kürkçü, takvim sayfalarını bu kadar geriye götürdüğünde tarihin aynasında gördüğü silüetlerden sanırım kendisi de hoşlanmayacaktır. Ertuğrul Kürkçü partimizde olup bitenleri Kurtuluş-Dev Yol çekişmesi şeklinde sunarak, bu tarihin nasıl nihayete erdiğini bilmeyenleri aldatabileceği ve kendisine siyasî pirim edenebileceği şeklinde ucuz taktiklerden vazgeçmelidir. Aslında bugüne dek bütün yaptığı, ‘parti hukukuna karşı gelenlerin kellesini koparalım’ dedikten sonra, SEP avukatlığını sürdürmekten başka bir şey değildir... Biline ki, keramet budalası bilgelerin bilgisizliğini ve ‘sinizmini’, yeri geldi, yadsımadığımız kimi sığlıklarımıza çare kıldık ammaaaaaa; haldeki siyasal sağlığımızın mezkur ve ‘tarihsel muamması’nda, bilgisiz bilgelerin kerametine de hiç muhtaç olmadık. Cenaze marşlarının politikerleri; perde sizler için kapandı! Artık inin lütfen sahneden!”
İşte ÖDP’deki yeni dil, işte ÖDP’deki geleneksel sosyalizmi reddettiğini iddia eden, gelenekselliği SEP’e, diğer gruplara ya da kendileri gibi düşünmeyen özgür bireylere yükleyen sevgili Melih’in geleneksel olmayan dili! Yakın zamana kadar sevilen, ama partideki krize ilişkin yapılan tartışmalarda başka yerde durduğu için artık sevilmeyen Ertuğrul Kürkçü... İşte solu kendi kümesinin tanımladığı iddiasındaki en gelişkin dil... SEP’in geleneksel dilini, birlikte bağıtladığımız ÖDP hukuku karşısındaki açmazlarını haklı olarak eleştiren ama kendi dilini ve o dili oluşturan içeriği geleneksel sosyalizmden koparamayan bir tarih kurgusunun, öteki korkusu ile belirlenmiş bir yazı... (Öteki uçtaki SEP’in ya da bileşimlerinin yayınlarındaki dogmatik ve sekter dil bu yazının konusu değil. Ne ki, özellikle Yeni Gündem köşe yazarlarından Mahir Sayın, İrfan Cüre, Metin Ayçiçek’in makaleleleri aynı konuda, öteki korkusunu ve tarihsel çatışmaları körükleyen negatif metinler olarak okunabilir...)
Aslında, ÖDP üyeliğini özgür birey ya da dünya tarihsel birey olarak yaşamaya çalışmak, kendi resmî tarihlerimizle, bizleri belirleyen geleneksel sosyalizme ait referanslarla hesaplaşmaktır. Bunun anlamı, herkesin kendi resmî tarihlerini eleştirmeyi, rol icabı olarak yapmak değil, gerçekten “Kral Çıplak! demeyi göze almak, resmî tarihler içinde ya da ÖDP’de “statüye zar atmadan!” konumlanmaktır. ÖDP programını, “Ne kadar yalansız yaşarsak o kadar iyi” dizesine indirgeyerek söylemek gerekirse, 1974-80 dönemi dilinin bile gerisindeki, “Sebebi SEP olan bir intihar vakası.”, “partimizi tehdit eden iç münafıklara karşı...”, “Şimdi devrimcilik, ‘ölüm tarikatıyla’ dostmuş gibi görünmekten ölesiye korkmaktır...” gibi sözcüklerle bezenmiş bir öteki korkusuyla belirlenmiş bir iktidar dilinden oluşan Melih’in yazısı hem dil, hem içerik olarak, negatif bir metindir. Birlikte olmanın, çatışma çözmenin ya da ayrılmanın dilinin bu olmadığını ÖDP’nin tümümüzü bağlayan kurucu metinlerine bakarak görmek için biraz zahmet yeterlidir.
Melih’in yazısının içinde geçen ve artık Ertuğrul Kürkçü’yü sevmemesine neden olan Ertuğrul’a ait saptamalar tamamen doğrudur ve bunu ÖDP’de bilmeyen yoktur. ÖDP’deki sorunların örgütsel bağlamda temel kaynaklarından biri, iki resmî tarihin ÖDP’yi kendi doğrusal devamı olarak görmelerinin ortaya çıkardığı sorunlar ve bunun üzerinde de yükselen, kazananı olmayan kaybedeni ise ÖDP olan nafile çatışmalardır. Bunun son aylarda gençler eliyle yürütülen kavgalara neden olmasının arka planları, Ertuğrul’un yazısında işaret ettiği olgulardır. ÖSP-SEP çatışmasının ne kadarının tarihsel ne kadarının güncel, ne kadarının psikolojik olduğunu saptamak için birazcık da olsa, kendi resmî tarihlerimizin, aidiyetlerimizin dışına çıkıp, en azından ÖDP’nin kurucu sözlerinin olduğu yerden tarihe bakmak yeterlidir. Kral Çıplak diye kitap yazmış ve kendi resmî tarihiyle de hesaplaşmayı göze almış olan sevgili Melih esastan ve usulden itiraz ettiğim yazısında, “Gelin bir kez daha Kral Çıplak” diyelim” diyor... Evet “Kral Çıplak!” demek gerekiyor.. ama... yazısı boyunca görünmez kılınmaya çalıştığı kendi Kral’ının da çıplak olduğunu gizlememek koşuluyla! Melih’in, “Kral “Çıplak!” diye örtmeye çalıştığı, parti dışı paralel mekânlardan kendini “derin parti” komedyasının mimarlığına vakfeden “Kral!”ının, KESK’te, TMMOB’de, yurtdışında, ÖDP’yi ilgilendiren her konuda gösterime soktuğu otuz iki kısım tekmili birden “vukuatları” Melih’in bilmemesi ne mümkün! Ertuğrul’un da haklı olarak altını çizdiği gibi, her iki resmî tarihin rahle-i tedrisinde, daha doğmadıkları dönemin çatışma kültürüyle, ölümlerle sonuçlanan menkıbelerle, “pantolon” hikâyeleriyle “eğitilen!” gençlerimizin, -hem de ÖDP gibi açıklığı etik ve siyasî sorun olarak zemin yapan bir partide- bir türlü “çıplak” kılınamayan Kralların menkıbeleriyle büyütüldüklerini Melih bilmiyorsa haberi olsun... ÖDP kongrelerinde ve mitinglerinde karşılıklı mevzii savaşlarından, 1978 model sloganlardan, dergilerde yazılanlardan ama daha çok yazılmayıp yürürlüğe sokulan eski tarihin kutsal dedikodularından nasıl habersiz olunulabilir? Bu gerçekleri “iftira”diye görmezden gelme telaşı, “herkesin kralı çıplak, benim kralım çıplak değildir” demek değilse nedir? Melih’in yazısındaki yapısal sorun aslında, hem bizim kuşağın hem de Melih’in kişisel trajedisidir: Kritik eşiklerde kendi geleneğinin resmî tarihinin güncel yansımalarına, “nihayete erdi” dese de, siyasî, psikolojik ve sosyolojik olarak “esas” aidiyet duygusunu yeniden üretmek... Bu salto özgürlükçü bir sosyalizme lirik salto gibi tınlasa da kritik eşiklerde, resmî tarihlere ve eski aidiyetlere geri dönülmeyi önerdiğinden ve ne yazık ki bir resmî yanılsamayı yeniden ürettiğinden tarihen ve siyaseten, etik ve estetik olarak trajik saltodur.
“Hız siyah-beyaz bir resimdir hep” dizesinden yola çıkarak, Melih’in örnek ve ibret yazısının özde ve biçimde siyah-beyaz gelenekçi bir fotoğraf verdiğini söylemek istiyorum.
“YENİ” VE “YENİLEME” KORKUSU
“Susuyorum sorulduğumdan beri/ beride konuşuyorum sustuğum yeşil vadide/ gövdemde incecik çizgiden bir iz tam yerinde/ yumuşak sertliğin içinde dönüyorum içimde/ gri gökyüzünde etime gömülü yıldızın en dibinde/ ötekinin kendine saplı bıçağının keskin yüzünde/ ucunda en ucunda belki de kendinin ötesinde/ kimbilir nerede kendinin neresinde hangi yüzünde/ belki de çok gerisinde belki de tekrar bilinmeyende” (Nilgün Üstün, Kendi ve Öteki.)
ÖDP, daha başında, solun yeniden tanımlanması ya da yeni bir sol tahayyül iddialarıyla kuruldu. ÖDP’deki çatışmanın, teorik politik yetmezliklerin, hattâ kavgaların “eski ve yeni” üzerinde olduğu doğrudur. Ne ki, eski (geleneksel sosyalizm) ve yeni (özgürlükçü demokratik sosyalizm) sözcükleri doğrudan, bu tartışmanın ne biçimini ne de içeriğini imleyemiyor. Sorun “eski” ve “yeni” sözcüklerine yüklediğimiz anlamların yanısıra, bu anlamların ÖDP’deki adreslerinin kim(ler) olduğuyla da ilgilidir. Bir kez, “eski” olan her şey tarihen ve siyaseten eskimiş değildir. Yeni olan her şey de tarihen ve siyaseten, sözcüğün hem devrimci hem de sosyalist anlamıyla “yeni” değildir. Bu nedenle ÖDP’de, içerikleri tartışılmadan slogana ya da saptamaya dönüştürülmüş bu sözcüklere yüklenen siyasî ve etik anlamlar temelden sorunludur. Eski ve yeni sözcüklerinin, açık ya da dolaylı olarak ÖDP’deki izdüşümlerine ilişkin bir yanılsama üretilmektedir. ÖDP’nin bir özeleştiri olarak, yerel ve evrensel geleneksel sosyalizm yorumlarından kopmak ve devrimi, sosyalizmi yeniden yorumlamak üzere kurgulanması gerçeği, evvel emirde bütün üyeleri içeren bir yenilenmeyi ve çatışmayı varsayar. Beş yıllık süreçte görece ya da esastan farklılıklarımıza karşın, hiçbir gelenek ya da kişinin teorik ve politik olarak, yeni ve devrimci bir sosyalizm yorumunun adresi olduğu söylenemez. Esasen yapılmayan bir tartışma, hayatta karşılığı olmayan bir siyasal pratik üzerinden böyle bir saptama yapmak yanıltıcıdır. Dahası bunun anlamı, teorik, politik, örgütsel, etik, estetik bir tartışmayı hem kendimizle hem de ötekiyle eşzamanlı (ya da art zamanlı) yapmayı gündemden düşürdüğü ve teorik, politik bir ayrışma yapıldığını varsaydığı için temelden sorunludur. ÖDP resmiyetinde ve ÖDP Genel Başkanı Ufuk Uras’ın da sıkça belirtiği, “dogmatizm ve sekterizm ile hesaplaşma özgürlükçü sosyalizmden yana olma” mealindeki söylemde de aynı tarihsel ve güncel açmaz söz konusudur. ÖSP yenilikçi ve özgürlükçü, SEP gelenekçi ve dogmatik kategorizasyonu hem sözcüklere yüklenen anlam hem de onların işaret ettikleri karşılıklar ve ÖDP’ye rağmen kurabildikleri paralel hayatların yeni bir sosyalizm yorumuyla ilişkileri bakımından sorunlu olmanın ötesinde yanlıştır. Çünkü ÖDP’deki yeni ile eskinin tartışmasından, çatışmasından doğan kriz, her birey de ya da grupta görece farklı olmasına karşın, bütün üyeleri kesen son derece sahici ve tayin edici bir çatışmadır. Hiç kimse, hiçbirimiz bu gerilimden muaf değiliz. Bu nedenle maharet, geleneksel “saptamacılığı” çare görüp ötekini açıklayarak kendini doğrulayan öteki korkusunun bırakılıp aynayı kendimize de tutabilmekten geçiyor. Gerçekte bu çatışma, mülkiyet dünyası ile ideolojik, felsefi bağlarımızın hangi noktada olduğu, kaybedecek şeylerimizden oluşan “sistem içi” düşünsel ve pratik hayatlarımızla da ilgidir. Bu nedenle, hem sosyalist hem de devrimci olarak yeni bir hayatın acemisi olmayı göze almak, yıllardır evlere çekilen ve sokak korkusunu içselleştirmiş, mülkiyet dünyasının referanslarıyla bağlarını sıkılaştırmış kuşaklar ya da kişiler, büyük cümleler kurmadan önce küçük harflerle konuşmanın bir erdem olduğunu bilmelidir. Sosyalizmin Marksist yorumundan yana biri olarak bana soracak olursanız, görece teori kırıntıları, ve yine görece siyasal yenilenme kırıntılarına rağmen, teorik, politik ve örgütsel konumlarımızın üzerinde yükselen, sistem “içi!” hayatlarımız bakımından da, parti içinde mülkiyet dünyasına ait ilişkileri yeniden ürettiğimiz geleneksel hayatlarımızın genel olarak ÖDP üyelerini eşitlediği bir konumdayız. Yeni ve eski ayrımının kümelerde ve gerçek şahıslarda somutlanabilmesi için yeni bir sosyalizm tasavvurunun ne olduğu kadar, ÖDP’nin ve onun içindeki özel ve tüzel kişilerin bunun neresinde olduğu/olabildiğine dair teorik, politik ama daha çok somut pratik göstergelere, hayatlara bakmak gerekiyor. Bazı küçük işaretlere karşın ne teorik, ne pratik ne de etik olarak böyle bir ayrıma denk gelen bir tarih yaşanmadan “yol ayrımı”na denk gelen analizler yapmak yanıltıcıdır. Bu nedenle, görece siyasî farklılıklarını dikkate alarak söylemek gerekirse, ÖDP projesinin orijini karşısında ÖSP de, SEP de açığa düşmüştür... ÖSP’nin (mağmasındaki Devrimci Yol geleneğinin...) sosyalizmi ve devrimciliği tanımsızlaştırıp buharlaştırarak eski olan ama eskimeyenleri eskitmeye çalıştığını, sayısal bir tarih teorisinin gereği olarak sekter, dogmatik ve dıştalayıcı geleneksel bir “iktidar!” odağı olduğu, SEP’in ise (mağmasındaki Kurtuluş geleneğinin...) sosyalizmi katı halden iyice katı hale sokarak eskiyenleri eskitmemeye çalıştığı, ilke tekrar ederek kendini kurmaya çalışan, sekter, dogmatik ve dıştalayıcı bir “iktidar!” odağı olduğu ve paradoksal bir biçimde benzeştikleri söylenebilir. Sosyalizmin krizi bürokratik sosyalizmin kriziyse, ÖSP’nin ve onu ve çekip çeviren mekanizmanın teorik, politik ve örgütsel olarak, bin dereden bir su getirerek geleneksel tarzı yeniden ürettiği, beş yılda yetmiş yıllık sosyalizim deneyimlerine rahmet okutacak bir bürokrasi oluşturduğu, yeni bir kabuk içinde katı ve çok eski bir tarzı yaşatmaya çalıştığını bilmeyen var mı? Bir Adım dergisindeki “ideolojik parti” güzellemeleri ile bu buhar gibi görünen katı yapı arasında elbette doğrudan ve dolaylı bir ilişki vardır. Kendi resmî tarihiyle, kavramlarıyla yüzleşemeyenler, dahası ÖDP’yi kendi tarihlerinin doğrusal devamı olarak kurmaya çalışanlar, eski tabular ve tapular üzerinden politika yapanlar, her beş altı ayda bir kendi otoritelerine, kendi sayılarına ve tarzına biat etmeyenleri iç hayatlarından tecrit edenler ve bunu ÖDP’ye bulaştırarak eski ve eskimiş tarih kirliği yaratanların yeni bir sosyalizm tahayyülünün özneleri ya da grubu olduğunu birileri ÖDP üyelerine kanıtlamalıdır.
Yapılmayan bir tartışma, yaşanmayan bir siyasal hayata rağmen, kırıntı bile sayılmayacak söylem savaşları üzerinden yeni ve eski tartışmasına itiraz etmek bu tartışmayı göze olmaktan ve yeni olan ve devrimci olan neyse ona ilişkin siyasal çalışma sürdürüp yeni bir sosyalist hayat kurmak gerekiyor...
SOSYALİZM KORKUSU...
Yeni bir sosyalizm tahayyülü açık bir sosyalizm telaffuzu, tanımı ve tartışması değil midir? Sosyalizmi telaffuz etmenin, kitleselleşmenin önünde engel olmak bakımından sakıncalı olduğunun açık ya da örtük hatırlatıldığı, “içimizden sosyalist olmamız gerektiği”nin vazedildiği ilişkiler zemininde, ismi anılmayan, içeriği bilinmeyen bir sosyalizmin, hem devrimci, hem eşitlikçi ve özgürlükçü olduğundan söz edilebilir mi?
Başından beri DY geleneğinin, kendi tarihsel kurgusu ve siyasal geleneğine bağlı olarak, daha çok devrimi daha az sosyalizm telaffuz ettiği, sosyalizme vurgu yapmaya karşı karşı hep mesafeli davrandığı biliniyor. Bunun gerekçeleri sıralanabilir ve tartışılabilir. Ama olgu olarak durum böyle... ÖDP’nin kuruluşuna öngelen ünlü Kazablanka toplantısında da, sorunun tam da bu noktada kilitlendiği ÖDP tarihini yakından bilenlerin bilgisi içinde. ÖDP pogramında yer alan ve içi doldurulma zahmeti gösterilmeden yeni bir sosyalizm yorumunun belagati haline getirilen;
“Sınıflı toplumların ortaya çıkışından bu yana, işçi ve emekçi sınıfların pratiğinde kendini yeniden üreten eşit, özgür, sömürüsüz ve sınıfsız bir dünya arayışı insanlığın özlemidir. Bu evrensel ve tarihsel özlemin taşıyıcısı olan Özgürlük ve Dayanışma Partisi; Kapitalizmin ve onun insanlığa dayattığı bütün baskı, sömürü, şiddet ve eşitsizlik biçimlerinin ortadan kalkmasını savunur. ÖDP, özgürlükçü, özyönetimci, enternasyonalist, demokratik planlamacı, doğa-insan ilişkilerini yeniden tanımlayan, militarizm karşıtı ve cinsiyetçi olmayan bir sosyalizm doğrultusunda, sermaye güçlerinin egemenliğini, emperyalizmin tahakkümünü ortadan kaldırarak, emek güçlerinin siyasî iktidarının kurulmasını amaçlar...”
Cümleleri yeni bir sosyalizmin genel başlığı olarak önemlidir. Ne ki, beş yılda bu tanımın ötesine geçilememesinin bir nedeni olmalıdır? ÖDP’de sosyalizm tartışmasının yapılamayışı bir yetmezlik olduğu kadar bir korkudur da... Sosyalizm ve devrim tartışması bütün bağlamlarında yapılabilse, şimdikinden daha derin sorunların ortaya çıkması, gerçek ayrışmaların yaşanması kuvvetle muhtemeldir, yararlıdır ve bundan kaçınmak da mümkün değildir. Ama nedense, yeni bir sosyalizm tanımının temel bağlamı olan bu tartışma, iç hayatlarda sloganlarla ve özel bir iç dil (grup dili) ile yapılmakta, gençler kulaklara vahiyler indirilerek eğitilmekte ama tartışmanın kendisi yapılmamaktadır. “Sosyalizme ait teorik tartışmaların yapılacağı teorik bir dergi çıkarırsak ÖDP parçalanır” şeklindeki gerekçeler ise, ÖDP’nin kurucu sözleri ve savlarıyla temelden çelişkilidir. ÖDP nasıl bir sosyalizm istediğini nasıl bir devrimci dönüşüm istediğini, kapitalizmi devrimci bir biçimde aşmanın tarihsel ve siyasal manasını tartışmadan nasıl yeni bir sosyalizm yorumu elde edebilir.
SEÇİLMEME KORKUSU!
Bir biçim olarak parti, başka mekanizmalarla küçültülmediği, devlet gibi kurgulandığı takdirde, hiyerarşiyi ve makro/mikro iktidar biçimlerini yeniden üreten yabancılaştırıcı bir mekanizmadır. Bu anlamda paradoksal bir biçimde partinin büyümesi, ya da politikanın toplumsallaşması, insanileşmesi ve estetikleşmesi, toplumun politikleşmesi, insanileşmesi ve estetikleşmesi aslında partinin küçülmesidir. Partinin giderek kendini toplumun yerine ikame ettiği ve onunla özdeşleştiği bir siyasal tarzı reddetmek ile ÖDP arasında doğrusal bir ilişki vardır. ÖDP, toplumun, giderek devrimin ve sosyalizmin devlete ve partiye dönüşmesine itiraz eden eleştirel cümleler üzerinden kuruldu.
Özetle söylemek gerekirse ÖDP beş yıllık süreçte çok kötü bir nispi temsil örneği yaşadı... Doğrudan demokrasiye, aşağıdanlığa vurgu yapan ve bunu çoğulculuk temeline oturtan bir parti ile nispi temsil ilişkisi arasındaki ilişki ve çelişki tartışmaya değerdir. Eşitlik sözcüğünün denkliklerinin parti içinde de kurulması, toplumsal hayat içinde eşitsizlikler dünyasından partiye gelenlerin bir çırpıda hukuken eşit ilân edilmesiyle ya da seçim yöntemiyle çözümlenebilecek bir hal değildir. Sorun, tarihten ve toplumsal hayattan devralınmış bu eşitsizliğin, üyeler arasında an’da ve süreçte yeni bir mantıkla yeni bir kalıba dökülmesidir. ÖDP gibi bir partide eşitlik ve özgürlüğün pozitif yorumu, seçmek ve seçilmenin ötesinde, üyelerin parti içinde ve toplumsal alanda gerçek olarak eşitlenmesi sürecinin önünü açmak, yani verili durum aleyhine işleyenlerin eşitlenmesi ve özgürleşmesi sürecini örmektir. Bu durumun tersine ÖDP’deki oy mekanizması son derece yanlış bir nispi temsilin bağlamı olarak grup ya da kişilerin iktidarlarını, kariyerlerini koruma ve kollama mekanizması olarak çalıştı, çalışıyor... Bıktırıcı tartışmalar bir kenara, tüzük-program, oy-seçilme, eşitlik-özgürlük ilişkisi, çok yalın olarak, “bir ağaç gibi tek ve hür ve bir orman gibi kardeşçe” dizesine indirgenebilir.
Partiler, üyeler arasındaki makro ve mikro iktidar alanlarını, hatta ezme ve ezilme biçimlerini, değişik tahakküm hallerini yeniden üreten, hiyerarşik bir alan olduğu için hem olgu hem de sorun olarak ele alınmayınca, “parti gibi parti” ya da “parti olmayan parti” saptamalarının sıkça cümle içinde kullanılmaları işe yaramıyor. Devlet gibi parti ve politika sözcükleri de, daha şimdiden tırnak içine alınmayınca sorun başlıyor. Sıkça cümle içinde kullandığımız ama hayatlarımıza uygulamayı bilemediğimiz doğrudan demokrasi ile temsilî demokrasi, üye hukuku ile grup hukuku ve grup aidiyetleri arasındaki tarihsel ve güncel gerilimin parti içinde nasıl en uygun hallerle çözüleceğinin sihirli formülleri ortada yok.. Bilgi, para, mülk, toplumsal konum, özetle, maddi manevi eşitsizliğin partiye taşınmasını “zorunluluk” kaleminden veri alarak teorize etmek yerine, eşitsizliklerin küçültülmesi, uykuya daldırılması, ufalanması ufku sosyalist bir partinin her zaman “aklımda” demesi gereken bir durumdur...
ÖDP’nin en önemli savlarından biri olan özgür bireylerden oluşmuş özgür ve özgün bir toplumsal iç hayat önermesi 5 yılda nasıl yaşandı? ÖDP imgesi, tarih ve siyaset ödevlerimizin gereği olarak ÖDP’deki iç hayat, hareket, örgüt, parti süreçlerindeki hayata benzemeyecek, bu deneyimleri eleştiren ve aşan başka türlü bir şey olacaktı. Bunun anlamı ben ile biz ilişkilerinin yeniden tanımlanmasıydı. Ben (dünya tarihsel bütünlüklü özgür birey, şahıs, kişi) artık araç ya da eşya olmayacaktı... Parti üyelerinden eşya yapılmayacak, partililer sayıya dönüştürülmeyecekti. Bunun anlamı klasik partinin de klasik parti üyeliğinin de aşılmasını işaret eden yeni bir adımdı. Önerilen, nesneleşmeye, şeyleşmeye negatif itirazı aşan pozitif bir ilişkiydi ama ne olduğu da bilinmiyordu. Birey (üye), bir ağaç gibi tek ve hür, biz (parti) ise bir orman gibi kardeşçe olacaktı. Bu davet ÖDP’nindi... Sanki evrensel ve yerel sosyalizm deneyimlerimizden böyle bir ders çıkarılmış gibiydi. ÖDP’nin bu iddialarının da altında kaldığını birkaç örnekle açıklamaya çalışalım. Birincisi ÖDP’nin 30 bin olarak açıklanan üye sayısı içinde üç bin üyenin ancak parti çalışmalarına katılması, ağaç ve orman ilişkisini değil, klasik parti ilişkisinin bile gerisinde durumu özetliyor. Katılımcıların partiden kopuşu, kongrelere ve konferanslara ve mitinglere katılanların sayısındaki doğrusal düşüş, devasa bir küçülme özne-nesne, ben-biz ilişkisinin göstergesidir.
Bir parti üyesinin hayata katılması ile partiye katılması arasındaki organik bağ, hem üyenin hem de partinin düzeyini gösterir. Her kümenin kendine oy vermesinin kurallaştırıldığı seçim yönetmenliği ile kutsanan ve böylece çoğulculuğu kaba bir nispi temsile indirgeyen ÖDP projesi, bunun sonuçlarını makro yanlış (Biz olarak ÖDP) ve mikro düzeyde yanlış (Biz olarak geçici ve kalıcı gruplar) ile yanlış ben’leri yeniden üretegeldi. Kendisi ol(a)mayan üyelerin grup kimlikleri içine hapsedilmesi, yerel ve merkezî kongrelerin utanılacak bir şekilde delege diplomasisine dönüştürülmesi, en kritik önergelerde bile, tasarıların içeriğinin çoğu üyeler/delegeler tarafından bilinmeden, parmakların grup şeflerine bakılarak kaldırılması gibi yüz kızartıcı durumlar, koridorlarda, “oylama vaaaaar....” diye yapılan anonslarla sayıların derdest edilmesi hangi onurlu partilinin yüzünü kızartmaz... Şair Ece Ayhan’ın “Esas duruş mülkiyetin temelidir” sözlerinden uyarlayarak söylersek, “esas duruşun grupların ve seçimlerin temeli!”, olduğu bir öğrenilmiş ve öğretilmiş seçim sistemi ise eşitlik, adalet ve özgürlük nasıl sağlanabilir ki? 2.Olağan Kongre’de bütün mantıki, siyasî ve etik sonuçlarıyla açığa çıkan bu utanılacak durum ÖDP için bakılması gereken bir aynayken, devasa bir pişkinlikle sorunlar ört bas ediliverdi!
Bir diğer vahim durum, ÖDP’nin “seçilmemişler!” tarafından yönetilmesidir! Bu partinin seçme ve seçilme mekanizmasının, grup hayatlarının görünen yüzünün ötesindeki çok dar (belki de oligarşik!) seçilmemiş, onay verilmemiş mekânlar ve ilişkiler zemini ÖDP’nin kaderini ve kederini belirlemeye devam etmektedir. “Derin parti!” kavramıyla yaptığım göndermeler, seçilmeyenlerin partiyi yönetmesi vurgum, mutlak anlamda seçilmemeyi içermiyor. Sorun aynı zamanda seçilenlerin, kendilerini seçenlere karşı sorumluluklarını açıklık ilkesi ile yerine getirmektense hem parti hem de parti dışı mekânlarda açık olmayan ilişkiler ve gündemlerin içinde yer almaları, kendilerine verilmeyen yetkileri kullanmakta beis görmemeleri, tarihen, siyaseten ve etik olarak meşrû olmayan bir tarzda partiyi yönetmeleridir... Görünür olanın ardındaki görünmezlik, bilinir olanın ardındaki bilinmezlik, hegemonya yerine geleneksel “İttihatçı!” yöntemler... Kötülük ve oyun o kadar büyüktür ki, düşler ve özgür bireyler sürekli küçülmekte, yanlış bizler (ÖDP bizi yerine geçen grup biz’leri) ve karadelikler, karakutular büyümekte, oksijen, eşitlik ve özgürlük azalmakta ev ölüm, tükeniş kaçınılmazlaşmaktadır... Çok somut olarak, seçim ya da üyeleri sayısa indirgeyen anlayış, yani mutlak ve her koşulda iktidar anlayışı (ÖSP ev SEP’de içerilmiş....) diğerine karşı sanki bir yeraltı kültürü gibi gibi gelişmektedir... Dışa karşı, devlete karşı “iktidarsızlık”, içeride iktidar oyunlarıyla taçlanınca... Mutsuz son!
Öte yandan, derin parti vurgum, bir başka yanıyla yarılmayı da imliyor.. Gruplar aradan çıkıp biz bize kaldığımızda işlevsel ben ve bizler topluluğu olabilen, kişisel ilişkilerimizde özne olabilen ama politik konularda derin parti gibi davranan bir kültürün ÖDP imgesi ile ne ilgisi olabilir?
POLİTİKACI AŞKI, POLİTİKA KORKUSU
Politikanın ya da araçların amaç olamayacağı bizim mahallede sıkça cümle içinde kullanılır. Politikanın da, onun öngördüğü işbölümü ve “hiyerarşinin” de ortadan kalktığı bir ufuk çizgisi sosyalist politikanın gereği olarak “politikacı olmak” stratejisini dışarda bırakır. Gelinen noktanın en acı gerçeklerinden biri, ÖDP’de egemen tarzın özgürleşmek için politika yapmak değil, meslekten politikacı olmak yönünde oluşudur. Geçmişin profesyonel devrimcileri, şimdinin profesyonel evrimcileri (meslekten politikacılar!) olarak süreci belirlemektedirler. ÖDP’nin soldan devraldığı derinleşerek yeniden ürettiği kriz odaklarından biri politika sözcüğünün imlediklerinin politikacı olmak kimliğine yüklenmesi ve giderek böyle bir ÖDP’li tipolojisinin yaratılmasıdır... Aslında içi doldurulmamış olsa da, pek de fena tınlamayan “parti olmayan parti” söylemi, parti ve hareket geleneklerinin cümle içinde ittifakı ya da uzlaşması olarak ele alındığı için kıymeti bilinmedi. ÖDP, klasik parti biçimine, hareket geleneğince itiraz olduğu kadar, klasik hareket biçimine parti geleneğince de itirazdı. Solun, (amacın, araçların, devrimin ve sosyalizmin) yeniden tanamlanması gerekiyorsa, araçlar (parti, örgüt, sendika, sivil toplum örgütleri vs) da yeniden tanımlanmalıydı. Birbirimize ve tarihe verdiğimiz sözler kurucu sözler arasında bu da vardı. (Şimlerde kimileri tarihe ve birbirimize verdiğimiz sözleri zabıtlardan sildirme çabasındalar...) Yeni bir öz bilincine uygun yeni bir biçim bilincinin gereği olarak ÖDP bunun küçük bir imkânıydı. Yeni öz ve biçim partide nasıl oluşturulacaktı? Bunun tüzük ve program yazımının ötesinde karmaşık bir sorun olduğu açıktır. Çünkü, bir partide önemli olan onu oluşturan insanlar arasındaki ilişkilerin doğasının sosyalizm iddialarıyle örtüşmesidir. Bu sorun bir başka yanıyla da Marx’ın ünlü 11. Tez’inin yeniden yorumlanması ile ilgilidir. ÖDP resmiyeti, ve grup resmiyetlerinin kavrayış biçimi, dünyayı yorumlama ve değiştirme sorunsalını politikaya, ve politikacı olmaya indirgeyerek sorunu çözmüş zannetmektedir! Bu kavrayış ÖDP’de de açığa çıkmakla kalmayıp, her ilişkide yeniden üretilen kariyerizm, mikro ve makro iktidarı kutsama törenleriyle de birleşince dünyayı ve hayatı yorumlama ve değiştirmenin aracı olması gereken politikaya yüklenmiş bütün anlam, meslekten politikacılara yüklenmekte ve politika(cılık) meslek ve ayrıcalık haline gelmekte ve “profesyonel kadro politikasının kerametleri” anlatılmaya başlanmaktadır. Bir gereklilik olan, yüceltilmemesi ve kutsanmaması gereken iş bölümü ve mutlak hiyerarşi meslekten politikacılık için en münbit zemindir. Böyle olunca rotasyon, geri çağırma, aşağıdanlık, yerellik gibi sözcükler hızla kirlenmekte, Demirel’e, Ecevit’e sıkça hayıflanan sosyalistler, kendi hayatlarında otuz yıldır aynı politik figürleri tahta geçirmekte, kaderlerini ve kederlerini onlara teslim etmekte beis görmemektedirler.. Aynı “makamlara” sürekli olarak aynı “politikacıların!” oturması ya da oturtulması, ve bütün bunların demokratik olmayan bir seçim sistemi ve delege diplomasisi ile gerçekleştirilmesi sorunun ne kadar derinde olduğunun kanıtı sayılabilir. Burada anlaşılması gereken solun krizinin, yorumlama ve değiştirme bağlamında politikanın tanımı ile de ilgili olduğu, geleneksel seçme ve seçilme, politika yapma ile esastan ve usulden hesaplaşılamaktan korkulduğudur. ÖDP, ayna korkusunun tersi olarak da kurgulandıysa, 5 yıllık politikanın kendisine ve onun hem nedeni hem sonucu olarak hayatlarımızı belirleyen politikacılara, geleneksel sosyalizmin her türlü zaaflarıyla bezeli politikacı kişiliklere, kutsanan hiyararşilere acilen ayna tutmak gerekiyor.
“Politika”, “politikacı” bağlamındaki sorun ÖDP’nin devlet gibi kurgulanması ile de ilgilidir. ÖDP PM üyesi iken bir toplantıda kayıtlara geçirdiğim gibi, ÖDP’yi devlet gibi kurgulamak ve kurmak bizim tarihe verdiğimiz kurucu sözler arasında yoktur. Sol resmî tarihlerimizin temel yanılgılarından biri eşitliği ve özgürlüğü, devrim ve sosyalizmi, örgütü, partiyi, hareketi ve mücadele içindeki militanı (mikro) devlet gibi kurmak değil midir? ÖDP imgesi, “devlet gibi”lik olarak kurgulanınca (iktidara geçince “gibi” de kalkacak ve devrim ile devlet, parti ile devlet özdeşleşecek...) bunun gerçeği, “politikacılığı” benimsemiş yöneticilerin tıpkı devlet tanımındaki gibi toplumun üzerinde yabancılaşmış bir güç olarak şekillenmesinin bir rastlantı ya da beceriksizlik değil tasarlanmış bir hal olduğudur, Bunun parti içinde somut karşılığı ise, seçilmiş ya da seçilmemiş (eski doğal hiyerarşilerin devamı olarak...) politikacı figürünün, hem üyeler, hem kendi gruplarının hem de öteki gruplara karşı özde ve biçimde, söylemde ve eylemde devlet gibi konumlanmalarıdır. Birbirimize devlet olmak, cümlesiyle sıkça özetlediğim budur. Bu, politikayı sistem içi kavramak değil midir? Ezelden ebede, başkanlar, ezelden ebede başkan yardımcıları, ezelden ebeden seçilmemiş, ama hayatlarımızı belirleyen doğal önderler ve hiyararşiler, her zaman, her koşulda iktidarda olanlar, MYK’ya kendi arkadaşlarının oylarıyla seçilmediği halde, seçilen gençlerden birinin, “abi”nin ve geleneğinin lehine istifa ettirilerek MYK üyesi olması ve özel bir göreve getirilmesi politikacılık değilse nedir?
SOKAK VE POLİTİKA YAPMA KORKUSU!
“yerleştiğimiz evlerde,/ kuruluyor içimizde,/ sessizlik evi./ henüz düşerken gölgelerimiz/ yeryüzüne,/ arzumuz ve yaşadığımız/ arasına uzanan/ bir başka gölge,/ sesimizi kabalaştıran/ bir öfke..(..)” (Nilgün Üstün)
Bürokrasi ve parti bürokrasisi meselesine geçmeden önce sokak korkusu üzerinde durmak istiyorum... Neden politika yapamıyoruz, neden sokağa çıkamıyoruz, sorusu genel olarak sosyalistlerin özel olarak ise ÖDP’lilerin temel sorunlarından biridir... Ben bunu öğrenilmiş ve kültüre dönüşmüş bir sokak korkusu olarak görüyorum... Bir kuşak 12 Eylül öncesinde asi ve aksi sokak çocuklarıydı... O günkü devrim ve sosyalizm yorumları içinde, antikapitalist olmaya çalışan, mülkiyet dünyasının neden ve sonuçlarını tanımlanmış bir kimlik içinde ya da doğaçlama reddeden bir kuşak, 12 Eylül sonrasında hızla evlere çekildi... Burada gerçek anlamıyla ev’e çekildiğimizden, bunun süreç içinde ev dolayımıyla sisteme dönmeyi hızlandırdığından söz ediyorum. Çünkü ev, ailenin özel mülkiyetin ve devletin kökeni olarak mülkiyet dünyasının, kapitalizmin yeniden üretildiği bir mekândır. 12 Eylül öncesinde hızla evlerini terk edip, yeni bir düş için sokağa kaçan asi ve aksi çocukların, sokak çocukluğundan tekrar eve dönüşleri ile politika yapamamak, ya da sokağa çıkamamak arasında somut bir ilişki söz konusudur... Geçerken söylemeliyim ki, 12 Eylül’den sonra, örgüt, parti ya da hareketlerin yetmezliği nedeniyle en büyük örgüt, aile örgütü olmuş ve bu dolayımla sistem içi bir hayat nesnel ve öznel olarak örülmüştür... Öte yandan, eve dönüşmek imgesel olarak, örgütlerin de 12 Eylül sonrasında eve benzer yapılara dönüştüğünü içeriyor... Yıllarca siyaset yapamamış olmak, yıllarca haftalık randevu ile geçen yıllar, yorumlama ve değiştirme sorunsalının bütün hallerinin en aza inmesi ve giderek, geleneksel siyasetin bile sıfır noktasında seyredip, örgüt (ev!) hayatına indirgenmesi sonucu, o hayatın öznelerinin sokak korkusunu yenmeleri çok zor olsa gerek... Bir kuşağın biyolojik evrimiyle de bütünleştirerek söylersek, sokak korkusunun hayatlarımızı belirlediği bir dönemden geçmekteyiz. Legal ve illegal bütün devrimci sektörler gibi ÖDP’de bu sorunsalın içinde devinmektedir. Demeç ve basın açıklaması kültürünün partide asal mekanizmalardan biri olması ile sokak korkusu arasında, böyle nesnel ve tarihsel bir ilişki söz konusu olamaz mı?
İşte bu nedenle ÖDP programının “Partinin işleyişi ve işleyiş ilkeleri” bölümünde yer alan ama nedense unutulan bir saptamayı aktarmakta yarar var: “Parti, bir mücadele örgütü olarak çalışmalarını....” ibaresindeki mücadele örgütü olmak zorlaşmıştır...
Görece başarılarına karşın, ÖDP’nin beş yıllık tarihinde başaramadığı en temel sorunlardan biri “mücadele örgütü” olarak kendini hayatın içinde kuramayışı, politika yapmak yerine, politikacı kimliğine ödün vermesi, hızla klasik bir partiye yönelmesi, “parti olmayan parti”nin olmazsa olmazlığı olması gereken bir toplumsal hareket yaratamamasıdır. Böyle bir sesin ne kadar istendiği ya da istenmediğinden, isteniyorsa, neden başarılamadığından bağımsız olarak bu durumun 12 Eylül’den sonra öğrenilen ve kalıcılaşan sokak korkusu ve sisteme büzülme ile ilişkili olduğu söylenebilir...
Üyelerinin ideolojik, felsefi ve siyaseten, sokaktan eve yani sisteme evrildiği, tarihsel meşrûiyet yerine yasallık üzerinden işleyen bir parti, mücadele örgütü olabilir mi?
12 Eylül öncesinin sıcak ve kitlesel bir mücadele ortamının ardından devasa bir yalnızlaşma ve içe kıvrılma sürecini yaşayan Türkiye sosyalistlerinin, 12 Eylül’den bu yana karşılaştığı yeni toplumsal halleri anlama, anlamlandırma ve siyasallaştırma yeteneğini/refleksini önemli ölçüde kaybettiği söylenebilir. Bu durum eski becerilerin sönümlenmesi ile birleşince yeni durumu geleneksel siyasetin aklıyla ve araçlarıyla anlama ve çözümleme geleneği ve ısrarı hem devrimci hem sosyalist kalarak yenilenmenin önünde ayakbağı oldu. (ÖDP bu ayakbağlarını ve gözbağlarını çözmek için tarihi bir fırsat olarak kurgulanmıştı.) Sosyalistlerin toplumsal halleri yorumlama ve değiştirme biçimlerinden üretilmiş geçmişteki ideolojik/politik ve örgütsel genel rehberi ve karşı koyma biçimlerini bugün de önermek ve aynen kullanmak şansları yok. O halde, dünyayı değiştirme çabalarının yenik düştüğü, onu bir kez daha yorumlamak gerektiği, şu zamanda mücadele örgütünden şimdi anlaşılması gereken, bir toplumsal dönüşüm imkânı olarak devrime ve sosyalizme bağlı olarak hayatın, evin ve militanlığın yeniden tanımlanmasıdır. Geleneksel siyasetin aklının, örgütsel alışkanlıkların her şeye egemen olduğu, sosyolojinin, etiğin, estetiğin aklının ikincilleştiği, “biz”in aklının “ben”in aklını hiçlediği, geçmişin aklının şimdiki aklı körleştirdiği koşullarda, geçmişin, şimdinin ve geleceğin sesi arasında yeni bir tasarım olan, sokak korkusu ile malül bir ÖDP’de bunu aşmak kolay değildi. Ama denemek gerekiyordu. Görülen o ki, ilk hamle başarılı olamadı. Çünkü, örgütsel, siyasal, ideolojik aidiyetlerin 12 Eylül öncesinde ve sonrasında aldığı biçimler eskimesine karşın, sosyolojik, psikolojik alışkanlıklar olarak bir şekilde varlığını korumakla kalmayıp, hayatımızı belirlediği düşünüldüğünde ÖDP içinde ya da dışında sosyalizmi yeniden tanımlama işinin ne denli zor olduğu açıktır. Buna bir de ayna, sokak, tarih, öteki korsusu eklenince daha da zor...
ÖDP projesi, mantıki ve siyasal olarak geçmiş partilerin tekrarını, politikanın meslek olduğu, mücadele örgütü yerine ikame edilen bürokratik bir parti modelini içermiyor. Partinin öz ve biçim olarak mücadele örgütüne değil de, bürokratik, bir partiye evrilmesi nasıl bir sosyalizm istediğimiz sorunsalıyla da doğrudan ilişkilidir. Benim gibi düşünenlerin sıkça vurguladığı “ÖDP projesi denenmemiştir...” saptaması, denenmeye çalışılan verili modele böylesi bir itirazdır da... Paradoksal olarak şunu da eklemekte yarar var, ÖDP’nin beş yıllık sürecinde temel roller üstlenen ve halen de bu görevleri ifa eden arkadaşlarımızın kimilerinin “Stalinizm” ya da bürokratik sosyalizm/parti eleştirisi üzerinden eğitilmiş olmalarına karşın, böyle bir mekanizmanın nedeni, mimarı olmaları, tek başına “zorunluluk” gerekçesiyle izah edileyemecek bir durum olsa gerek... Bu “teoride doğru söyler, pratikte şaşar” yabancılaşması ile de, kariyerizm ve iktidar kültürüyle de ilişkilidir. ÖDP’ye öngelen tartışmalar içinde, “ordu” örgütlenmesi içinde bile hiyerarşileri eleştiren, savaş, barış, geriye çekilme, hücüm gibi kararları askerlerin, öznelerin vermesini savunan arkadaşlarımızın, ÖDP hiyerarşisinin en tepesinde, bürokratik bir politika algısı içinde olmaları sadece kişilerle, ya da kişiliklerle açıklanamayacak kadar derin bir sorunsal olsa gerek... Keza, 4. Enternasyonal ekolünden gelen arkadaşlarımızın ÖSP içinde oynadıkları nesnel ve öznel rolün bürokratik sosyalizmi, dogmatizm yeniden üreten bir bileşimin önemli ve vazgeçilmez özneleri olmalı şaşırtıcı değil midir?
TEORİ VE OKUMA KORKUSU
“../ sözcük olur;/ iki ucunu birleştirmek için/ uçurumun./ bir uçtan bir uca/ yol olur;/ imlemek için/ dünyanın karanlığını./ ışık olur;/aşk olur;/ söylemek için biraraya/ gelmezliği./ bittiğini her şeyin./ gene de,/ dinlemek için/ aynı şarkıyı,/ gecenin kör ucunda./yalnızlık olur;/ ansızın içimize dolan/ ayışığı./ kayıp olanı bulmak için,/ ilk bakışı./sözcük olur./ kendi olur./ düş olur.” (Nilgün Üstün)
En büyük sorunlarımızdan biri ağzımızdan çıkan sözlerle (teori değil söz!) hayatlarımızdaki karşılığı arasında çok büyük bir mesafenin, anlam boşluğunun olması değil midir... Sürekli olarak o boşlukta deviniyoruz ve boşluğu yeniden üretiyoruz... Gerekçelerimiz çoksa da gerekçelerimiz de boşluk içinde tınlayıp duruyor. Beş yıl önce çok büyük sözler edildi ne kadar doğru söz varsa tümü tüketildi... Söz olarak tüketildi... Hayatlarımız, birbirimize olan tavırlar bu sözleri ne kadar karşılıyor, diye soranımız yüzleşenimiz çok az... Çünkü korkularımız sürüyor... Öte yandan hayatlarımızda muazzam söz fazlası var, doğru söz fazlası var... Bu sözler kendi hayatlarımız için ne kadar gerçek ve bize değiyor...
Belki de bu nedenle ÖDP’ye, teorinin tarihi ve hegemonya mücadelesindeki aldığı yol bakımından da ayna tutmamız gerekiyor. Ama ondan önce Türkiye sosyalistlerinin, “okumak” ile “özgürlük” ilişkilerini uzun zamandır kopardıklarını söylemeliyiz. Denebilir ki, uzun zamandır okumak, Türkiye sosyalistlerinin özgürleşme denkleminden düştü. Bunun anlamı, dünyayı yorumlama işinin artık devrimciler arasında değerli bir şey olmadığıdır. 12 Eylül ile birlikte okuma sorunu kesintiye uğradı ve giderek okumamak hayat tarzı oldu. Şimdilerde de sosyalist sektörlerde yer alan binlerce insanın 12 Eylül’den bu yana esas olarak okumadığı, -rastlantısal okumalar ve kişisel okumalar dışında- okumayı bıraktığı söylenebilir. Cezaevlerinde okuma ya da kitap ile kurulan sistemli ya da sistemsiz ilişkiler ise, tahliye sonrasında tekrar okumamaya dönüştü... Ve gelinen noktada, sosyalistlik ile okuma arasındaki doğrudan ilişki koparıldı... Okuma veya kitap korkusu ile sokak korkusu birleştiğinde, sorunlarımızın nedenlerinden bir kısmını anlamaya başlıyoruz demektir...
Türkiye sosyalistlerinin pratik devrimcilikten geldikleri, evrensel teori ile ilişkilerinin gelişkin olmadığı bilinir... Türkiye sosyalist sektörlerinin “teorisyenlerinin” evrensel alanda dolaşımda olan bir tek kitabı ve makalesi olmadığı da gerçektir. Verili teorik birikimin, geleneksel sosyalizmin kodları olduğu ve ÖDP’nin zorunlu ve sorunlu olarak bu mirası devraldığı düşünüldüğünde, eylemlerimizin, başlangıç iddialarımızın önünü açacak, içini dolduracak bir yetenek gösteremediğimiz ortadadır... O halde, gelinen noktada, büyük teorik/politik söylevler vermek yerine, hem ÖDP öncesi teorik halimizle, hem de ÖDP içindeki teorik yetmezliklerimizle, teorik korkularımızla yüzleşmek ve yeniden hem kitaba hem de sokağa/hayata sarılmak gerekiyor. Sosyalizmden zaman zaman bahsedilen, ama sosyalizme ait ciddi hiçbir teorik ve siyasî mesai yapılmayan ve bunun mekanizmalarını oluşturamayan, yorumlama ve değiştirme sorunsalıyla iddiları en aza inen bir parti (d)evrimci parti olabilir mi? Dünya sosyalist hareketinde de çok tartışılmamış ve genel bir referansa dönüşmemiş, Türkiye sosyalizmi için ise tamamen yeni olan çoğulculuk, sosyalist demokrasi gibi çok temel konuları, ÖDP metinlerindeki cılız sözcüklere veya cümlelere hapsedip ötesine geçemeyen bir zeminde çoğulcu bir parti mekanizması nasıl kurulabilir? Her öğrenme ve yenilenme süreci iradi bir sorundur. ÖDP’nin yapmak istediği, hem yerel hem de evrensel yeni bir çıkıştı... Damlaya damlaya sol olacaktık ama görünen o ki ilk eşikte iddialarımıza yenilmenin eşiğine geldik... Bu nedenle, önce devlete sonra geleneksel sosyalizmin teori ve pratiğine ve içinde oluştuğumuz örgütlerimize yenilen bir devrimci kuşak için ÖDP’nin de bir yenilgi olarak yaşanmasının toplumsal ve kişisel hayatlarımızda çok ciddi travmalara yol açacağının ve kapitalizme dönüşü kalıcılaştıracağının bilinciyle hareket etmek gerekiyor. Şimdi riskli olan şey, eğer anlamlı bir çıkışın araçlarını kuramazsak bu projenin kendisi çürüyecek ve yenilecek, böylece sosyalistlerin on yıldır sürdürdükleri birlik, çoğulculuk imgesi uzun bir süre itibar görmeyecektir... Sorun bu kadar ciddi ve kritiktir. Hiçbir araç ezeli ve ebedi değildir genellemesiyle, güzel bahaneler, çok güzel gerekçeli zararlar icat ederek işin içinden sıyrılma şansımız da yoktur...
Yeni bir sosyalizm tahayyülü için teori ve pratik biriktirmenin imkânı olarak kurulan ÖDP, beş yıllık süreçte, teorik alana müdahale edecek araçlar yaratamamış, hiçbir ciddi teorik açılım yapamamış tam tersine eski teori kırıntıları ÖDP imgesine yedirilerek ÖDP kerte kerte eskitilmeye, yeni olanın içi eski olanla doldurulmaya çalışılmıştır. Gelinen nokta tam bir teorisizliktir, ve bunun üyelerdeki karşılığı ise, teori düşmanlığından, okumaya ilgisizliğe kadar uzanan apolitikleşmedir. Grup hayatlarının bu duruma katkılarını anlamak için grup yayınlarına bakmak, oralardaki “teorik”, politik tartışmaların düzeyini görmek yeterlidir. Şu söylenebilir, ÖDP içinde çıkan grup yayınları, bırakalım bugüne yanıt vermeyi ve ÖDP’yi geliştirmeyi, kendi tarihsel kaynaklarının bile gerisinde ve kendi teorik edebiyatlarının yüzünü kara çıkartacak kadar geridir. Aslında ÖDP de sıkça vurgulanan harmanlanma aynı zamanda teorik bir harmanlanma idiyse, (teorik ve ideolojik bir özdeşleşme değil), hem geçmiş teorik hatlarımızın hem de sosyalizmin bir dönemine damgasını vuran dönem marksizmleri ile hesaplaşmanın üstlenilmesi gerekiyordu. Bunun araçlarından birinin teorik bir yayın olduğunu söylemeye bile gerek yok. Ama ondan daha önemlisi, teori ve okuma korkusunun, yani dünyayı değiştirme korkusunun hayatlarımızdaki ağırlığıdır...
ÖDP’de teori korkusu sürmektedir; çünkü eski teorilerin üstüne bir iki cümle ilave ederek işi idare edenler grup hayatlarında egemendir. Teorik yetmezlik açıkça ortadadır ve bu sadece ÖDP’nin iç potansiyeli ile çözümlenebilecek sorun da değildir. Bir parti, akademik, entellektüel alanla kurduğu doğrudan ya da dolaylı ilişkiler ağı içinde, bu sorunla temas etme becerisini göstererek bu sorunda da ilerleme sağlayabilir. Yinelemek gerekirse, sosyalizmin dünyadaki ve Türkiye’deki krizinin teorik boyutlarını ele alacak ve ciddi bir mesaiyi gerçekleştirecek niyet, yetenek ve çaba ortada, grup dinamiklerinde yoktur. En acısı ise bu durumu itiraf edemeyişimizdir. Oysa ÖDP’nin grup hayatları tarafından bloke edilmiş toplam enerjisi içinde, çevresinde, bu imkânı partiye taşıyacak değerlendirilememiş bir ilişkiler ağı ve potansiyel vardır. Bu entellektüel imkânlarla ilişkilenememesi, parti hayatına hariç kılınması beceriksizliğin de ötesinde seçilmiş bir durum ve konumdur. Okumanın ve düşünmenin durduğu, kitap okumanın kıymetsizleştiği bir ÖDP.... Parti belgelerini bile tüketemeyen ama grup yayınlarını ezber eden aidiyetler. Sonuç, teori ve kitap korkusu sürüyor hâlâ...
ÖTEKİ KORKUSU...
“Çöplüğümüz değildir ötekinin hayatı ya da hiç gitmediğimiz/ ne kadar istek duyarız geri almak için ölümlerden/ ikili törenler halinde yaşanıyor hayat (yalnızca kimi zaman)/ izin verildiğinde satır aralarında söyleniyor gerçekten söylenen/ hayat el yakan bir oyuncak oynamaktan alıkonmadığımız/ görünmez mi sanıyorsun yanıklar kötü müsveddesi aslının” (Nilgün Üstün, Kendi ve Öteki)
Çoğulculuk ya da çoğulcu bir sosyalizm anlayışı öteki korkusunu dıştalar. Ama nedense biz karşı karşıya geldiğimiz, karşılaştığımız anda korkuyoruz... Kendimizden ve ötekinden korkuyoruz... Oysa ÖDP bileşenlerinin ve Türkiye sosyalizminin genel ve temel sorunlarından biri öteki korkusudur. Bu sosyalizm kavrayışlarımıza içkin teorik, politik ve örgütsel referanslarımızın üzerinde yükselen bir durumdur. Doğa ve toplumdaki, bütün bilgi ve bilinç biçimlerinin, teori ve pratiğin esas olarak kendimizde içkin olduğuna dair bu yanılsama ÖDP’nin söylemine rağmen, grup hayatlarının yanılsaması olarak hayatımızı belirlemeye devam ediyor... Öteki korkusu sadece iç sorun da değildir.. Topluma dönük olarak da, diğer ezilen, sömürülen ulus, cins veya kümeler karşısındaki genel konumumuz, öteki korkusu ile malûl olduğumuzdur. Kendini sürekli olarak merkeze alan, özgürlüğün ve eşitliğin, devrimin ve sosyalizmin kurucu sözlerini ve eylemlerini kendine ait hisseden bu yaklaşım henüz aşılamamıştır.
Öte yandan ÖDP kimliğinden gurur duyulmadığının altını çizmek gerekiyor. O, hep öteki, esas olmayan, artakalan, apolitik kimlik olarak küçümsendi. Değişik gerekçelerle, ama en çok da bir gruba ait olmadığı için “apolitik!” ilân edilip azarlanabilen ÖDP üyeliği, taktik vurgulara, öteki karşısında arkadan dolaşıp puan alıcı söz oyunlarına karşın hep geçici göründü... Bütün iddialarına karşın ÖDP’nin alameti farikalarından biri olan çoğulculuğun mikro düzeyde bile gerçekleştirilemeyişidir. Evrensel ve yerel çoğulculuk geleneğimizin olmamasıyla da birleşince çoğulculuk inanılmadan söylenen masala dönüştü. ÖDP tüzük ve programının bağlayıcı bir başlangıç verisi olduğunu bilerek, ne ki, ÖDP’yi hiçbir zaman tamamlanmamış ve tamamlanmayacak bir proje olarak ele almak gerekiyor. Bunun mantığı, partinin gerektirdiği kurallar içinde devinirken, devrimin, sosyalizmin, çoğulculuğun deneyimlerle sürekli geliştirilen bir şey olduğunu, eski kavramlarımızı ve pratiğimizi bir iç devrimle aşmaktır. ÖDP’nin duruşu, benzer süreçlere girmemiş ve belki de uzun bir zaman giremeyecek diğer devrimci kümeler karşısında mutlak bir üstünlük, tamamlanmışlık ve etkileştirme olarak ele alınamaz. ÖDP, sadece kendi içinde değil, toplumsal hayat ve siyasal hayat içinde de bir çoğulculuk öneriyorsa, kendi dışındaki sosyalizmlerle, anti-kapitalist varoluş biçimleriyle hegemonya mücadelesini göze alabilmelidir. Hem üyelerine, hem öteki sosyalizmlere, hem de topluma karşı devlet olmak, sekterizmin ötesindedir ve geleneksel sosyalizmin tarih teorisidir. ÖDP başka türlü bir şey ise, dili, politik ilişki biçimi de başka türlü olmalıdır. ÖDP’nin hem içinde hem de dışında Öteki korkusu gizlenemeyecek kadar açıktır. Şu söylenebilir; ÖDP, süreç içindeki mikro kazanımlarına karşın, ne kendi içinde, ne ilişki kurduğu kitleler nezdinde ne de diğer sosyalist kümelerle ilişkilerinde mikro düzeyde, kalıcı bir çoğulcu hayat yaratamamıştır. Bunun nesnel ve öznel nedenleri olmalıdır. Grupların ya da ÖDP’nin resmî tarihlerinden bakıldığında bu böyle görünmeyebilir. Değişik tartışmalara ve ihtiyaçlara uygun olarak yeni gruplar şekillense de, bu temel çatışma bütün zamanların en başat ekseni olageldi. Buna kongre ve konferans geleneğinin olmayışı da eklenince, iki kongre arasındaki hayata dönük deneyim yerine, iki eski tarih (Kurtuluş, Devrimci Yol) arasındaki çatışma, yeni görüntülerle kongre ve konferanslara taşındı. Hayatta, yani mahallelerde, işçiler içinde, halk arasında karşılığı olan gerçek hareketlerden ve gerçek ihtiyaçlardan kaynaklanan, bir ihtiyaç halinde oluşan geçici fikri kümeler ÖDP’de oluşmadı, oluşturulamadı. Ve böylece nispi temsile ve kalıcı grup ilişkilerine, grup uzlaşmalarına göre tanımlanan çoğulculuk deneyimi yerine ikame edilen çoğulculuk deneyiminin başarısızlığı ortaya çıktı.
ÖDP’de çoğulculuğu berhava eden büyük kırılma ise, 2. Olağan Konferansta kabul edilen, “kalıcı” grupların çoğulculuğun zemini olarak karara bağlanması ile kurallaşmıştır. ÖDP deneyiminden anladığım, “kalıcı” grup saptamasının çoğulcu bir partinin değil cephe türü örgütlenmenin, ya da mutabakat partilerinin ilişki biçimi alabileceğidir. Kalıcı gruplar kararı, parti içinde particikleri esas alır, paralel mekanizmaları, parti karar organlarının atlandığı, esas kararların başka yerlerde alındığı anlayışlara özendirmekle kalmayıp bizzat tasarlayarak oluşturduğu için, ÖDP imgesiyle ve gerçeğiyle çelişir. Farklılıkların mutlaklığını ve değişmezliğini önerecek her cümle bizi hızla eski örgüt teori ve pratiğine götürür. Sosyalistlerin eşitlik ve özgürlük ütopyası sosyalist demokrasinin, farklıklar üzerinde şekilleneceğini öngörür, ama bu farklılık, sürekli ve kesintisiz bir kalıcılık teorisiyle ve pratiğiyle taçlandığında, hegemonya mücadelesi işlemeyeceği gibi, teorik, politik, pratik tartışmalar sızdırmaz bir ortama hapsolur. Öğrenmemiz denememiz gereken farklılıklar üzerine, sürekli olarak değişebilen, özgür bireylerden oluşan üye hukukuna dayalı bir siyasal çoğulculuk olabilir. Dogmatik ve sızdırmaz, geleneksel bir kalıcılık yerine, ihtiyaçlara göre geçici olarak biraraya gelen, özgür üyelerden oluşan ve ihtiyaç bittiğinde dağılan başka bir ihtiyaçta, başka özgür üyelerle biraraya gelebilen, sürekli değişebilen bir çoğulculuk kültürünün oluşması işin kolayına kaçmadan mümkün olabilir. Bir parti formatında kalıcılık, bir diğer kongreye kadar tüzük ve programa, partinin çoğulculuk yaşanarak alınan kararlarına bağlılıktır...
ÖDP özgür bireylerden oluşan özgür bir birliktelik olacaksa (ağaç gibi tek ve hür orman gibi kardeşçeyi anımsayalım), çoğulculuk, eşitlik ve özgürlük denkleminin bu zemin üzerinden oluşması gerekir. Her konuda aynı düşünen, her oylamada birlikte oy kullanan, hep aynı mekânlarda, aynı masalarda oturan, aynı kişilerle sinemaya giden grup pratikleri, ÖDP imgesi ile de, özgür birey imgesi ile de çelişkilidir. Bir kez daha altını çizmek gerekirse, yaşanmış deneyimin gösterdiği şudur: Her zaman geçici, her zaman hareketli, özgür bireylerden oluşan, herkesin kişi olarak katılacağı somut ihtiyaçlar üzerinde şekillenen geçici kümeler üzerinde çoğulculuğun yaşanabileceği.
Teorik, politik, pratik, etik, estetik yetmezliklerimizi, başarısızlıklarımızı, ÖDP imgesine ve projesine mal edemeyiz... ÖDP’nin beş yıllık süreci, pek çok sonucun yanısıra iki şey açık olarak ortaya çıkarmıştır, bunlardan ilki böyle bir projenin bileşenlerinin bu projeyi yeni bir sosyalizm yorumu olarak görmedikleri, faydacı yaklaştıkları, ÖDP’yi geçici ve taktik bir süreç olarak gördükleri, esas aidiyetlerinden, esas kavramlarından vazgeçmedikleri, esasen özellikle ’68 kuşağının pek çok bakiyesinin yeteneklerinin de buna elvermediğidir.. Yani ortada çok yönlü bir durum var, yetmezlik, yeteneksizlik ve istememek... Bu durumu, parti üyelerinin yeteneksizliği olarak algılamak ise yanıltıcıdır. Çünkü parti üyelerinde, ÖDP romantiklerinde içkin olan enerji ya da yetenek, grup basıncı tarafından önü kesilmiş, işlevsizleştirilmiş bir yetenektir. ÖDP’yi 1996’da oluşmuş asli devrimci politik parti olarak görmeyen, ikincil örgüt derecesine düşüren, bugün var yarın yok muhabbetiyle oyalayan ve hiçbir kurul tarafından seçilmeyen yapıların mantıkları ve pratikleriyle derin bir tartışma ve hayatın içinde ayrışmayı ya da kendimizi birlikte aşmayı göze alamayan bir siyasal hegemonya mücadelesi, ya tasfiye ile sonuçlanır ya da, şenlikli ve seyirlik bir parti olarak kendini tüketir...
ÖDP projesine inanan, ÖDP’yi taktik, geçici, bir evre olarak değil de, hayatımızın en anlamlı projelerinden biri olarak kuran üyelere düşen parti etiği ve kuralları içinde, sivil itaatsizlik yaparak “isyan” hakkını kullanmaktır... Burada temel ilke, enerjimizi, eleştirimizi, öfkemizi, kırgınlıklarımızı ÖDP’yi taktik araç olarak görenlere, üyelerimizi eşya yerine koyanlara, tüzük ve programa göre seçilip, partiyi seçilmemiş kurumlar, ilişkiler üzerinden yönetenlere, verilmemiş yetkileri kullananlara, üç dönem partinin kaderini ve kederini tayin edip partinin kederini yöneltilmelidir.... Baştan beri öznesiz parti konumuna düşürülen, grup taktiklerine indirgenen ÖDP böylece gerçek kurucu öznelerine kavuşabilir. Böylece kendine karşı çalışan bir parti, hayata dönük olarak kapitalizmin bütün neden ve sonuçlarına karşı, bütün ezme ezilme biçimlerine karşı, bütün sömürü ilişkilerine karşı mücadele etmenin, mücadele örgütü olmanın imkânlarını yakalayabilir...
SİVİL İTAATSİZLİK VE İSYAN HAKKI!
Benim önermem şu: Özgür bireylerin, kendisi olabilen gerçek kişilerin, üyelerin, sürekli tanımlananların, sürekli açıklananların, sürekli artakalan görülenlerin, sürekli dışlananların, sürekli olarak sayısallaştırılanların ve parmak diplomasininin parçası haline getirilenlerin ve gelenlerin kendi kaderlerini ve kederlerini tayin için eski kendilerini terk edip yeni bir hayata, ÖDP’ye başlamaları... Bu teslimiyetin, diz çökerek isyan etmenin, sorumsuzluğun reddi demektir. Parti hukukuna uyarak ama parti hukukuna uymayanlara çoğunluk ve azınlığa karşı devrimci bir sivil itaatsizlik, bir tür sivil isyan... ÖDP’yi yeniden kurmak için, özgür üyelerin kendi kaderini ve kederini tayin edecekleri bir tür uzun yürüyüş. Evet isyan, evet insan, diyerek bir tür sivil itaatsizlik... Akıntıya yürek çekenlerin sahnede yerini almaları...
Diz çökerek isyan olmaz.. İsyan isyan gibi olmalıdır... Devrim devrim gibi.... Dayanışma dayanışma gibi... Açıklık açıklık olarak yaşanmalıdır... Bütün sözcüklerin, kavramların özgür ağırlıklarını kaybettiği bir ÖDP’de en başta ÖDP imgesine ve gerçeğine değer veren yeni bir etik... Gizli kapaklı ikili anlaşmalara, parti dışında kotarılmış, kendi grup üyelerini eşya, sayı yerine koyan hayat biçimlerine kararlara karşı isyan... Evet insan evet isyan... Hemen şimdi...
Bilmeliyiz ki; damla tamamlayınca damlar... Devletin yüzüne karşı konuşan ve davranan muhalifler, ÖDP resmî tarihinin ve resmî yanlışlarının, eski tarihten bakiye sol resmî tarihlerin yüzüne karşı konuşmazlarsa ve davranmazlarsa ÖDP’li olmak ne anlama gelir ki? O halde, bütün üyelerinin kaderini tayin hakkı için, parti hukuku ve etiği içinde hemen şimdi diyerek isyan etmeleri gerekiyor... Bu başarılamazsa, her şarkı bizler için hazin, hüzünlü ve hüzzamdır:
“Kimseye etmem şikâyet ağlarım ben halime/ Titrerim mücrim gibi baktıkça istikbalime/ Perdeyi zulmet çekilmiş korkarım ikbalime/ Titrerim mücrim gibi baktıkça istikbalime...”
Akıntıya yürek çekenler, iki yanlışın bir doğru aşkı götürmesine itiraz edenler birleşiniz!..