Eski Bir Yol Hikayesi

En iyilerimiz öldüler...

Kalanlar, daha ağır bir cezaya; düşenlerin anısını ömür boyu sırtlarında taşımaya ve küçük hayat gailesiyle uğraşmaya mahkûm edildiler.

Kimimiz yükümüzü, ölenlerin yıldızlı serüvenlerini küçük canlandırmalarla hafifletmeye çalıştık. Unutulmasınlar diye, fotoğraf albümleri çıkardık. Türküler söyledik Hiç durmadan onlardan, eski günlerden söz ettik. Nafile! Yük çok ağırdı. Ölenler öldükleriyle kalmamışlardı. Geride bıraktıkları anılarıyla her gece ziyaret ettiler kabuslarımızı. İğneli bir yataktan başka bir anlamı kalmayan hayata döndük yüzümüzü. Evdi, çocuktu, istikbaldi, paraydı, arabaydı derken, gidip gidip tosladık o malum sona. Ölüler ne kadar şanslıydı ve ne kadar inatçıydı.

...

Hep beraber bir yola çıkmıştık. Yıldızlara uzanacaktık. Bize mutlak bir gelecek vaad edilmemişti, çünkü hep birlikte yaratacaktık. Yaratamadık. Ama geçmişimizin de çalınacağını, büyük ve ağır bir suç ortaklığıyla yaşadıklarımızın da derin ve sonsuz bir boşluğa savrulacağını söylememişlerdi. Gelecek umudu yok edilen anıların, ne kadar anlı şanlı olursa olsun, yaşamımızın her anına bir karabasan gibi çökeceğini söylememişlerdi. En kötüsü, evet en kötüsü, birlikte omuzladığımız, kuşlar kadar neşeli ve hafif bir ütopyanın yenilmiş hayalinin ağırlığını, herkesin tek başına taşımak zorunda kalacağını ima bile etmemişlerdi.

Günahı birilerine atmak en kolayı. Ama doğal olarak, herkes yolun tamamını görecek bir yerde durmuyordu. Tepelerde, yüksek rakımlarda duran birileri vardı ve orada durdukları için gittiğimiz yönü onlar tarif ediyorlardı. Kalbimizin tüm açıklığıyla onlara inandık. Bütün rüyalarımızı, gençliğimizi bir heybeye koyup sırtlandık Ateşli yollardan geçtik, zirvesiz dağlara tırmandık, deli ırmaklarda kürek salladık. Tökezledik, yorulduk, öldük, öldürdük, ama geri dönmedik. “Varılacak yere kan içinde varılacaktı”.

Kimi dönemeçler çıktı önümüze. Hangi tarafa ve nasıl gitmeliydik? Şüphe etmeden yüksek rakımdakilerden bekledik rotamızı, geldi de. Kaygısız devam ettik yola. Sonra bir sonbahar sabahı, her yanımız yemyeşil kesildi. Yeşil gözümüzü alıyor, suyumuzu, azığımızı tüketiyordu. Ne yapmalıydık? Yine bekledik. Bekledik. Nasılsa onlar bilirlerdi, bize söylerlerdi gideceğimiz yönü. Kimse gelmedi. Haberciler, “Herkes başının çaresine baksın, yıldız kaydı,” dediler. Düştük. O kadar körlemesine ve yakın yürüyorduk ki, hep birlikte meteorların altında kaldık.

Çok azımız kaçıp kurtuldu. Kalanları bir bir topladılar. Bir at ahırında tutsak ettiler. Dövdüler, çok dövdüler. Bir an bile ah etmedik. Ne de olsa hep birlikteydik. Geleceğimiz, rüyalarımız kesintiye uğramıştı ama heybemizde kocaman bir destan vardı. Anılarımıza sığındık. Ama anılar ne kadar giderebilir susuzluğunu, 20’li yaşlardaki delikanlıların? Çekingen, sorular sormaya başladık: Yıldıza ne olmuştu? Tepelerde oturanlar, oraya nasıl çıkmışlar ve neden yolun üstündeki engelleri görememişlerdi? Bundan sonra destanımızı kimler dağıtacaktı? Sustular. “Şimdi zamanı değil”di. “Bunları konuşmanın da zamanı gelecek”ti. “Önce yaralarımızı sarmalı”ydık. Birkaç yıl daha sustuk. Ahırların seyisleriyle boğuştuk. Çok sopa yedik. Ah etmedik.

Düştüğümüz çayırlara bakan dağlardan belirsiz fısıltılar geliyor, uzaklardan küçük ışıklar görünüyordu. “Kimsesizdik ama umudumuz vardı / Üç ev görsek bir şehir sanıyorduk / Üç güvercin görsek Meksika geliyordu aklımıza...” (T. Uyar) Acaba küçük yıldız parçaları yeniden aydınlatabilir miydi, zifiri karanlığı? Aydınlatamadı. Uzaktaki sesler de yavaş yavaş kesildi. Artık kabul etme zamanıydı. Anlama ve hesaplaşma zamanıydı. Önce birer ikişer, sonra hep beraber konuşmaya başladık. Eski tepelerde oturanları karanlık ranzalarda rahatsız ettik. “Tamam,” dediler, “Hep beraber konuşalım.”

Biri, “Çok gençtik, acemiydik, yenilgi kaçınılmazdı,” dedi.

Öbürü, “Aslında biz hasbelkader o rakımlardaydık ama yıldız kaydırmayı bilmiyorduk, sizler, aşağıda yürüyenler bizden daha becerikliydiniz, ama bunu bir türlü itiraf edemedik,” dedi.

Öteki, “Çok uğraştık, didindik, bütün eski zaman kitaplarını okuduk, bilgelere danıştık, tam yolu öğreniyorduk ki, vakit bulamadık,” dedi.

Bir diğeri, “Evet ben de tepelerin üstündeydim ama geriye doğru bakıyordum, nereye gittiğimizi göremedim,” dedi.

Bir öteki, “Ben hep söyledim, bu yol böyle gitmez dedim ama dinlemediler,” dedi.

Geri kalanlar, “Evet biz de tepedeydik ama oraya nasıl çıktığımızı bile bilmiyoruz,” dediler.

Sadece biri, -dağdan en son gelen- “Hepiniz korkaksınız, düşeceğimiz çok önceden belliydi, dağlarda dolaşmayı göze alamadığınız için yenildik,” dedi.

Öncekiler, hep birlikte “Bize nasıl korkak dersin,” diye üstüne yürüdüler.

Biz dinledik. Yapacak bir şey yoktu. Cevap yoktu. İçimizden biri söz aldı; “Durum buysa geçmişimize tüküreyim,” dedi. Yine de kızdık. Ağzını kapattık. Ne de olsa geçmiş, bizim de geçmişimizdi.

Sonra ahırın seyisleri bizi bir araya topladılar, son sözümüzü sordular. Biz, kendimiz konuşmayı düşünemedik. Hep birlikte yüksek rakımlılara döndük yüzümüzü. Yol terbiyesi bunu gerektirirdi. Onlar, düşündüler, taşındılar, aralarında uzun uzun konuştular, sonra en yaşlı olanları söz aldı: “Biz aslında bir izci obasıydık, yolumuzu kaybettik, kötü bir niyetimiz yoktu,” dedi. Diğerleri biraz mırın kırın ettiler ama sonra susup oturdular. Biz de biraz kızdık, mızırdandık, sonra da susup oturduk. O öyle diyorsa, öyleydi. Onun sözünün üstüne söz söylemek bizlere düşmezdi.

Sonra bir kısmımızı salıverdiler. “Boyunuzun ölçüsünü aldınız herhalde,” dediler. Almamıştık. Çıktık. Kimimiz, geceleri gizli gizli yıldızları seyretmeye başladık. Kırık bir destanı sokak sokak okuyarak dolaşıyorduk. Anımsayanlar vardı. Kenardan el sallıyorlardı kimileri. Bütün kulaklar da sağır değildi hani. Sevindik. Kökünden kesilmiş kocaman bir kütüğün üzerinden eğri büğrü filizler çıkıyordu. Artık daha ağırkanlıydık, deli kanlarımız demlenmişti. İçimizde eskinin yüksek rakımlı ama gözü aşağıya dönük gibi görünen kimileri de vardı. Artık biz de eski masumluğumuzda değildik. Kendi yolumuzda yürüyor, beğenmedimiz rotalara sapmıyorduk. Ama yürümek esastı. Başka ne vardı hayatta?

Yanmış yıkılmış tarlalardan ilerlemeye çalışıyorduk. Ellerimizle devrilmiş kütükleri aralıyor, yol arıyorduk. Sonra yüksek rakımlıların hepsi geldiler. “Hop,” dediler. “Bizim tarlamıza ne hakla yol yapmaya kalkıyorsunuz,” dediler. “Yol yapılacaksa, biz yaparız, çekilin kenara,” dediler. Birkaç kişi onların niyetini seziyorduk. “Siz daha bize geçmişimizi bile geri vermediniz, şimdi ne hakla yolumuza çıkıyorsunuz,” dedik. Bizi birkaç kişi daha destekledi. Ama çoğunluğu boyun eğdiler. “Adamlar haklı, yol onların,” dediler. Elimizden kazmayı küreği çekip aldılar. “Önce biraz mola verip, konuşacağız,” dediler. “Yeni bir rota için uzun uzun konuşmalıyız,” dediler. “Bunun için de önce herkesin toplanabileceği bir kahvehane inşa etmemiz gerekir, sonra tekrar yola çıkacağız. Atımız da olacak, mızrağımız da,” dediler. Önceleri bir gözlerinin aşağıda olduğuna yemin edenler, kem küm etmeye başladılar. “Vallahi siz bizi yanlış anladınız, bizim bir gözümüz aşağıda diğer gözümüz yukarıda değil, şaşı olduğumuz için öyle bakıyorduk,” yollu mazaretler gevelediler. “Böyle zor bir zamanda hep birlikte olmak lazım,” dediler. “Sadece bizim değil, bütün alemin yıldızı kaydı, kuzey yıldızı bile parça parça döküldü, hem ne de olsa onlar büyüğümüz,” dediler. Gidip kahvehanenin çay ocağına yakın bir masasına kuruldular. Onları eski destanlarla büyüyenler takip ettiler. Ne de olsa bütün destanlarda onların adı geçiyordu. Dağdan son gelen bile onlara katıldı.

Çok şaşırdık. Çünkü aynı sahneyi daha önce de, hesap verme zamanında da yaşamıştık. Yol kendini tekrarlamaz sanıyorduk. Yanıldık. Onların da arasında hep bir farklılık var gibi görünüyordu. Kimileri rotayı daha çok bizim gibi düşündüğünü söylüyordu. Gün gelecek birlikte yeni bir yol çizecek ve kendi yolumuzda yürüyecektik. Geçmişin hesabı yeni bir gelecek ütopyasıyla verilecekti. Anılarımız bize rüyalarımızla birlikte iade edilecekti. Hep böyle inandırıldık. Ama ne zaman bir yol ayrımı çıktı, ne zaman bir yöne karar vermek gerekti, hep aynı malum son gerçekleşti. Yüksek rakımlılar hep aynı rüzgara döndüler yüzlerini. Hem de defalarca kervan dağıtıp, kurda kuşa yem ettiklerini bile bile. Yolda düşenlerin sitemsiz gözlerini bir an bile hatırlamadan... Şimdi sadece bir soru, bu insanları yıllar yılı aynı dönme dolabın etrafında bir arada tutan günahın ne olduğu sorusu uğulduyor küçük çalıların arasında.

Artık eski bir yol hikayesinden hisse çıkarmak için vakit geç. Soruların alınmamış yanıtları bile eskidi çoktan. Ama bizlerin, hep kulakları ve gözleri yükseklere dikili, dilleri bağlı bizlerin hissesine düşen bir elma var: Hikayenin bittiği topraklarda çok düşkünümüz, muhtacımız var. Bize miras bırakılan çocuklar, yaşlılar, dramlarımız var. Bizim destanımızın da üçüncü sayfasında yaşayanlar var. Onlara elimizi uzatabiliriz. Onların yaralarına bastırdığımız el, bizim de yüreğimizi serinletebilir. Muhtaç koltukaltlarına uzattığımız omuz bizi de birkaç zaman ayakta tutabilir.

Anılar yeniden canlandırılamaz ama onarılabilir.