Merkez Bankası ve Bankacılık Yasası süratle Meclis’ten geçti, ekonominin tepesinden başlatılan bu operasyonun eteklere kadar ineceğinin inandırıcı bir kanıtını vermek için Şeker Yasası çıkarıldı; devletin memur ve
işçilerine “sıfır zam” dayatılacağı ilân edilerek, hükümetin bu yüzden doğacak tepkileri göğüslemeye hazır olduğu mesajı verildi; “düzenleyici irade”nin kesin emirlerine uyulacağına dair verilen bu söz; aynı irade tarafından bir itaat testi anlamı ve işlevi ile dayatılan Telekom Yasası’nın göstermelik bir milliyetçi, devletçi, güvenlikçi sızıldanma seansından sonra kabûlüyle pekiştirildi ve ardından niyet mektubu IMF onayına sunuldu, “dış yardım” devreye girdi ve böylece “sistem”in Türkiye’yi iktisaden yeniden yapılandırma planı, programı fiilen yürürlüğe girmiş oldu.
Bir iktisadî-malî düzenleme olmanın da ötesinde bir siyasal düzen tanzimi planıdır bu. Türkiye IMF üzerinden dünya düzeni egemenlerinin “nezareti” altında bir iktisadî-siyasî, dolayısıyla da toplumsal bir yeniden düzenlenme, uyarlanma sürecine sokulmuş olmaktadır. Bu sürecin Türkiye toplumunun yalnızca “içi”yle değil, “dışı”yla da yani geleneksel dış politikalarıyla ilgili ciddi sonuçları da olması öngörülmüştür. Ve yakında başta Kıbrıs olmak üzere operasyonun bu yönüyle de tanışacağımız kesindir.
Yürürlüğe giren planın dolaylı sonuçlarından söz etmiyoruz. IMF’in “dış yardım” için mutlak ön şart diye gösterdiği iktisadî-malî yasal düzenlemeler ve tedbirlerin mahiyeti ortadadır. Bunlar, Türkiye’nin Cumhuriyet’ten, özellikle de çok partili rejime geçişten beri kurumsallaşmış sermaye, servet, mülk ve rant edinme kanallarını birinci dereceden ilgilendirdiği kadar, aynı zamanda “merkez partiler”in oy mekanizmalarını, kitle desteği bileşimlerini, “partizanlık” yol ve araçlarını, dolayısıyla kadro, partili tiplerini de belirleyegelmiş konulara ilişkindir. Yani geleneksel devlet ve düzen politikalarının sosyo-ekonomik zemini, ilişki ağları söz konusudur. Çıkarılan ve çıkarılacak yasalarla ciddi ölçekte değiştirilen, yerlerine yenilerini gerektiren, kimisi iptal edilen ya da sıkıca daraltılan bu kanallar, bu ilişkiler, merkezdeki mevcut partilerin şimdiye kadar sürdüregeldikleri temsil-çıkar bağları ile ayakta duramayacakları bir zemin oluşturacaktır. IMF’in, Dünya Bankası’nın, alışılmadık biçimde siyasal parti ve seçim yasalarında da değişikliği şart koşması, Türkiye siyasal düzeninin merkezindekilere dolaylı biçimde verilmiş bir değişim, daha doğrusu bir değişim ortamı hazırlama emridir. “Sistem”, iktidarlar vasıtasıyla devlet, kamu kaynakları üzerinden rant sağlamaya dayalı -en azından- yarım asırlık temsil-çıkar ilişkilerinde “ustalaşmış”, son dönemde bunun da iyice cılkını çıkarmış geleneksel merkez sağ/sol politika esnafının oluşacak zemine uyarlanmasından ziyade, “yeni” parti ve kadroların “merkez”i devralmasından yana olduğunun da işaretlerini vermiştir. Türkiye’nin “crème de la crème”in, büyük medyanın hararetle, neredeyse tam mevcut desteğini ilk günden almış olan Kemal Derviş etrafında oluşturulacak ekip, herhalde önümüzdeki ilk seçimde boy göstermeye hazır olacaktır. Son günlerde, ABD’den icazet alma seferlerini de ihmal etmeyerek atağa kalkan R. Tayyib Erdoğan’ın RP’den ANAP’a kadar sağ partiler içindeki “genç kurtlar”ı toparlayarak merkezdeki bir diğer oluşuma resmen talip olması da gayet muhtemeldir.
IMF üzerinden ABD’nin, “sistem”in gidişata nezaret ettiği o denli açık ve adeta peşinen kabullenilmiş bir “gerçek” ki; ABD Başkanı Bush, Ecevit’e gönderdiği talimat havalı mektubun kamuoyuna açıklanmasını bilhassa isteyebilmekte ve bunun “anti-emperyalist” bir tepki doğurmayacağından da emin olabilmektedir. Milliyetçiliği kimselere bırakmayan MHP de dahil merkez veya merkeze aday (RP) partilerden hiçbiri -ordu da dahil- en ufak bir gocunma belirtisi göstermemeye dikkat ederek bu “müdahale”yi normal karşıladı. “Sistem”e itaat, uyma niyeti ve kapasitesi kuşkulu MHP’nin lideri Devlet Bahçeli, partisinin en azından itaat bahsinde kimseden geri kalmayacağını ispat için “Kemal Derviş-IMF’in programı zehir olsa içerim” bile dedi. ANAP ve DYP’den herhangi bir itirazı kimse beklemiyor zaten. Bu partilerin ve çevrelerindeki politika esnafının “yeni oluşumlar” devreye girdiğinde en fazla hasara uğrayacak kesim olduğu da biliniyor. Alabildiğine yıpranmış liderlikleri ile bu partilerin o an geldiğinde bünyelerine egemen olacak “her koyun kendi bacağından asılır” havasıyla nasıl başedebilecekleri de meçhûl. “Yenilikçi” kanadı ile “yeni oluşum”ların bir cephesinin taze kadro ihtiyacına soyunan FP’nin, yönetimdeki “gelenekçi” ekibi ise, 1970’lerin MHP’si konumuna itilmekten, “sistem” tarafından İran, Taliban muamelesi görmekten kurtulma telaşında.
Şüphesiz, 1960’lardan, ’70’lerden alışık olduğumuz “anti-emperyalist” ulusal bağımsızlıkçı, ulus-devletçi diskurların ortada gözükmediği, gözükmeyeceği anlamına gelmiyor bu durum. Şu anda yan gözle orduya bakarak, onun zımni desteğini varsayarak “ulusalcı” bir tepkinin sözcülüğüne soyunmuş çevreler, sadece küçümseyici bir tebessümle izleniyor ama, ciddiye alınıp alınamayacakları, şimdilerde başlayan devlet memuru ve işçilerinin eylemlerinde, asıl olarak da iktisadî düzenlemelerin kırsal alana, tarım kesimine ilişkin faslı gündeme geldiğinde belli olacak. Ancak, tarımda destekleme alımları, sübvansiyon ve teşviklerin “küçük çiftçi”yi, köylüyü koruma adı altında bu alanın ağa, kapitalist ve tüccarlarına rant akıtan mekanizmalar olduğu, bu zümrelerin bu sayede başlıca tarım bölgelerinin kırsal nüfusunu merkez -sağ- partilerin oy deposu haline getirdikleri gerçeği dikkate alındığında; gösterebilecekleri “ulusalcı” tepkinin çap ve mahiyetinin sistem açısından endişe verici olamayacağı da kestirilebilir. Aynı şey bir kısım kamu emekçi ve memuru hariç, devletten maaş alan kesim için de söylenmelidir. Baştan beri, ücretliler dünyasında devlet ve düzen muhafızı işlevini bilhakkın yerine getiren ve düzenin artık bu işleve ihtiyacının azaldığı 1990’larda gündeme getirdiği “özelleştirme” programından salt iktisadî kaygılarla rahatsızlık duyan, dolayısıyla da makûl bir telafi edici teklifte uzlaşmaya hazır olan bu kesimlerden “ulusalcı” bir tepkinin kararlı kitlesi olması beklenemez.
“Ulusalcı”lık, küresel kapitalizm karşısında bırakınız bir alternatif olmayı, ciddi bir direniş mevzisi bile olamayacak kadar zayıf bir tutamaktan başka bir şey değildir. Bunu, küresel kapitalizmin Türkiye’deki düzenleme girişimine ulusalcı tepki, direniş gösterebileceği hesabı yapılan kesimlerin yukarıda gayet özetle anlatılan -bu ülkeye özgü- yapısal-tarihsel zaaflarından ötürü söylemiyoruz. Ulusallık ve onun ideolojik zeminini kuran milliyetçilik, kapitalizmin kendi toplumsal düzenini, hayat tarzını oturtabilmesinin ilk evresinde oluşturduğu ve kullandığı bir “format” olarak, ondan bağımsız bir tarihi ve kaderi olamayacak bir türevdir. Milliyetçiliğin kurumsal olarak otantik temsilcisi Ordunun, millî orduların, popüler sözcüleri olarak soy milliyetçi parti ve partilerin, küresel kapitalizmin dünya ölçeğindeki düzenlemelerine -ülkeleri bir “Üçüncü Dünya” ülkesi statüsüne itilmedikçe- destek vermeleri, şirketlerinin, kültürlerinin uluslararasılaşmasına, kozmopolitleşmesine ulusçuluk adına karşı çıkmamaları, bu tepkiyi sadece “Üçüncü Dünya”ya ait “sızma”lara karşı göstermeleri, bu tabiyetin, türev olmanın bilincinde olduklarının göstergesidir.
Her ne kadar kapitalizm ve milliyetçilik farklı güç kültürlerinden beslenen ayrı birer jargona, söyleme tekabül ederlerse de ve bu farklılık kimi soy milliyetçilerin kapitalizmin bir iktisadî güçlülük faktörü olarak milliyetçi bir sistem kurgusuna eklenebileceği, hattâ onu salt sanayiye indirgeyerek belirleyiciliğinden sıyrılınabileceği yolunda tasarımlara sürükleyebilirse de; ekonominin fizik gücün ötesinde, ilerisinde bir güç aşaması olduğunu kanıtlayan tarihsel gerçek hükmünü yürütür ve milliyetçilik kapitalizme tâbi rolüne indirgenir. Bu rolü reddedebilecek milliyetçi, milliyetçiliği de reddetmek zorundadır. Ya da milliyetçiliği reddetmemek, başatlaştırmak adına kapitalizmin yani ekonomist zihniyetin milliyetçi, ulus-devletçi bir formata tâbi göründüğü bir aşamada donup kalmayı seçmiş olur. Bu seçimi yapmış (Kuzey Kore gibi) ya da fiilen bu statüye itilmiş (çoğu Afrika ve bir kısım Güneydoğu Asya ülkeleri) olanlara sistemin jargonunda bugün “Üçüncü Dünya”lılar deniyor. Eski Üçüncü Dünya kavramının muhalif ve enerjik havasını taşımayan, ekonomik güçsüzlük, kapasitesizlik yüklemi ile malûl kılınmış bu “Üçüncü Dünyalı” deyimini en son, TÜSİAD’ın ekonomik-malî ve siyasal düzenlemeleri destekleyen, bu yönde öneriler sıralayan deklarasyonuyla aynı gün konuşan Rahmi Koç’un ağzından da duyduk. Türkiye ekonomik hiyerarşisinin zirvesinden konuşan Koç, bu düzenlemeleri yapmadığımız takdirde Üçüncü Dünya ülkesi statüsüne düşeceğimizi belirtiyor ve yürürlüğe giren programın bu tehlikeyi atlatmamız için bize verilen son şans olduğunu da ihtaren bildiriyordu.
Öyle anlaşılıyor ki, “dış yardım”ı bir dizi yasal düzenleme önkoşuluna bağlayan, bunlar yerine getirildikten sonra da yapılması gerekenleri süreye bağlayan IMF ve dünya düzeni egemenleri de Türk yetkililere aynı dilden konuşmuş, “bu son şansınız” demiş olmalıydılar. IMF’in bir yüksek komiser gözetiminde uygulamaya konulmasında ısrarlı olduğu programa, onun “ulusal irade”yi bastıran önkoşullarına karşı milliyetçi bir çıkışla prim yapmak isteyenlerin hevesini kursağında bırakan da bu ihtarın ciddiliğini anlamış olmalarıdır herhalde.
Kapitalizmin yükseliş çağı, büyük zenginliklerin geniş kitlelerin bariz sömürüsü ve sefaleti içinde yaratıldığı bir dönem oldu. Ulus-devlet bünyesi içinde yaşanan bu sürecin bütün bu olumsuzluklarına rağmen kapitalizm, bir iktisadî zihniyet ve hayat tarzı olarak, o sefaleti bizzat yaşayan kesimleri dahi büyülemeyi başarabilmekteydi. Bin yıllardır sahip olma ve serbestçe tüketebilmeyi dar bir azınlığın ayrıcalığı sayan düzenler içinde bizzat kendileri de sahip olunan ve tüketilen bir şey muamelesi göregelmiş insanların, ağır sefalet koşullarına rağmen kapitalizmin kendilerine sunduğu -minnacık da olsa- sahip olma ve özgürce tüketme imkânını bir “insan sayılma, olma” gibi algılamaları, bu büyünün herhalde merkezindedir. “Millî kapitalizm”ler sefaleti ulus-devlet sınırları dışına, sömürgelere kaydırdıkları, “içeride” daha geniş sahip olma ve tüketme imkânı sağlanabildiği oranda bu büyünün etkisi daha da arttı. Büyüye kapılma sırası da sömürge halklara geçti böylece. Sahip olmayı, tüketmeyi, bu organik ve ezeli ihtiyaç/güdüyü herkese bir başkasından daha fazla tatmin umudu vererek tahrik etme koşullarını oluşturmak ve bu tahrike kapılmayı meşrûlaştıran iktisadî zihniyeti en doğal ideoloji saydırmak kapitalizmin başarı ve cazibesinin kilididir. Kapitalizmin ancak bir versiyonu olabilen “reel sosyalizm”lerin pes etmesiyle birlikte, “tözün”deki küreselleşme potansiyelini engel tanımaksızın sergileyen kapitalizm, şimdilerde artık zorla nüfuz etmenin değil, kendi aslî dairesine yakın olmak için çırpınan taliplileri arasında seçme yapmanın derdinde.
Daha dün “Üçüncü Dünya”cılığı seçmemesi için tavizler verilen, diktatörler ya da askerî harekâtçılarla “hür dünya” içinde tutulmaya çalışılan ülkeler, şimdi kapitalist metropollere kendilerini beğendirebilmek, sermayelerine en uygun sömürü koşulları sağlamak, “Üçüncü Dünya”ya itilmemek için adeta yarışıyorlar.
Seçici ve düzenleyici iradenin taliplilere koştuğu şartlardan biri ve en fazla afişe edileni “demokratik bir siyasal düzen”e ve insan haklarına saygılı bir hukuk devletine sahip olmak.
Yine kapitalizmin yükseliş çağına dönersek, o zaman da kapitalizmin monarşik rejimlere karşı Cumhuriyet bayrağıyla çıktığını hatırlayacağız. Gerçi bu süreçte teker teker yıkılan monarşilerin yerine kurulan Cumhuriyetlerin, monarşilere rahmet okutan diktatörlükler de dahil birçok biçimi oldu ve kapitalizm, onun egemen ve sürükleyici sınıfı olan burjuvazi, o diktatörlüklere de pekâlâ uyarlanarak Cumhuriyetin değer ve idealleri ile özsel bir bağıntısının olmadığını bol bol kanıtladı. Günümüz küresel kapitalizminin demokrasi ve insan hakları bayrağı altında da benzer bir süreci yaşatma niyetinin peşinen yattığını iddia ediyor değilim ve dün nasıl cumhuriyetçilik, onun değer ve idealleri gerektiğinde burjuvaziye karşı bile savunuldu ise; tarihen doğru olan tavır da bu ise, bugün de demokrasi ve insan hakları küresel kapitalizmin tavrı ne olursa olsun bir insanlık kazanımı olarak savunulmalı, geliştirilmelidir.
Kapitalizmin cumhuriyetler çağındaki ve “demokrasi”lere geçiş döneminin son on yıllara kadarki sicilini hatırlatmamızın nedeni, onun bu “demokrasi” hassasiyeti ve ön şartını Türkiye gibi “Üçüncü Dünya” sınırındaki ülkelere dayatırken, amacın demokrasiyi kapsam ve derinlik itibariyle geliştirmekten ziyade, bir devlet ve siyasal düzen revizyonuna dönük oluşu. Siyasetin kamusal ihtiyaç ve işlere yönelik bir ilgi ve yükümlülük olduğu ve küresel kapitalizmin o neredeyse sınırsız özelleştirme dayatmasıyla ortada kamusal ihtiyaç ve iş bırakmama kararlılığı dikkate alınırsa, siyasetin, dolayısıyla demokrasinin hangi alanda oynanacağı sorusu akla gelmez mi? Kitlelerin kronik bir apolitikleşme içine sürüklendiği, siyasî düzenin bir elitler arası demokrasi hüviyeti kazandığı, siyasî partilerinin giderek birbirine benzeşen birer yönetim şirketi gibi çalışır olduğu “Batı” demokrasilerinin haldeki durumu, Türkiye’nin yeniden tanzimine girişilen siyasal düzeninin modelini yansıtmıyor mu? Bu gidişin, küresel kapitalizmin hiç de muaf olmadığı büyük çaplı krizler döneminde hangi karanlık ihtimallere müsait olduğunu kestirebilmek için hayale dalmak hiç gerekmez, realist olmak yeter de artar bile.
Küresel kapitalizmin Türkiye’de veya başka ülkelerdeki yeniden düzenleme programlarına karşı “ulus-devlet” aygıtına ve milliyetçiliğe yaslanarak sözde alternatif bir yol, bir direniş hareketi iddiasıyla öne fırlayanlar, karşı çıktıkları şeyin ismini (kapitalizm) değil, sıfatını (küreselliği) öne çıkarmakta, hattâ kapitalizm adının geçmediği bir “küreselleşme”ye lanetler yağdırmaktadırlar. Bunların zımnen veya açıkça savunur oldukları “millî kapitalizm”lerin hiçbirinin küresel kapitalizmin günahlarından asla muaf olmadıkları, hattâ bunları daha kaba ve hoyratça işledikleri besbellidir. Bu türden “küreselleşme karşıtları”nın ulus-devlet savunuculuğuna soyunarak sözü kapitalizme getirmeme çabaları da sufli bir demagojiden başka bir şey değildir. Hele bu savunmayı millî devletle sosyal devlet aynı şeymişçesine yapmaları “sosyal devlet” argümanlarını millî devlete aitmişçesine kullanmaları halinde, yaptıkları utanmazlık boyutuna varıyor. Millî kapitalizmlerin en azgın döneminde teşekkül eden ulus-devletlerin onlara sosyal devlet eklentileri katmak için mücadele edenlere hangi muameleyi reva gördükleri unutulur cinsten değilken üstelik. Kaldı ki, halihazır ulus-devletlerin aslî kurumları, ordular, güvenlik aygıtları ve malî bürokrasi, küreselleşen kapitalizmin özelleştirmeler ile sosyal devlet kurumları devlet bünyesinden çıkarılırken, kıllarını bile kıpırdatmazken; birilerinin kalkıp bu çekirdek devlet kurumlarına bel bağlayarak “küreselleşme karşıt”lığını güya sol bir tavır alış diye sunmaya kalkışmaları, sol kavramına yapılmış en ağır hakaret olmaktadır.
Sol, sosyalizm akımı, küresel kapitalizme karşı etkin, inandırıcı bir karşılık, bir alternatif yaratamamış olmanın aczini, eksikliğini iliklerine kadar hissetmelidir. Ama bu eziklik, bu hakareti sineye çekmenin gerekçesi asla olamaz. Sol adına bu tür pespaye rollere soyunanlar, olsa olsa, bu eziklikten kurtulabilmek için tüm yaratıcı enerjimizi yoğunlaştırmamız gerektiğini şiddetle hatırlatan bir uyarı işareti olabilirler ancak.