Tüm umutlarını totaliter bir çağın şafağında kurgulamış ve bütün sorunlarını işte bu altın çağ’la kurulan özdeşlik ilişkisiyle sorgulayan bir ülkede farklı bir dili terennüm etmek, kestirme bir deyişle sapkınlığın ta kendisidir. O zaman, salt Kürtçe bir şarkı söylediğiniz için yurdunuzdan sürülür ya da laikliği sorguladığınız için siyaset yapamaz hale gelirsiniz. O cennetsi ütopik altın çağın umut dolu şafağı adına tüm reel umutlarına, tüketse de doymak bilmez bir Leviathan gibi yeni kurbanlar istemektedir ulus-devlet; ortada ise ne bir Şehrazat ne de Kawa bulunmaktadır. Hem de yaşadığımız çağ elvermez mitolojik söylenlere. Oysa altın çağımız bile bir cennet olmaktan öylesine uzak ve öylesine elimizin altında ki!.. Oraya baktıkça bu tabloyu haklı kılacak yeğinlikteki şiddeti anlamak elbette kolaylaşıyor. Ama bu kolaylık da işte giderek suskunlaştırıyor bizi ve dillerimizi yalınkat bir tek düzeliğe ve dahası anlaşılmaz mırıltılara dönüştürüyor.
Bilmekteyiz elbet tüm ırmakların denizlere döküldüğünü ve denizlerin doymak bilmediğini. Dağlarımızdan çıkarak geliriz her birimiz farklı bir öyküyle ama koşut umutlarla; her adımımızla yüzyılları aşmış gibi. Oysa nedir tanıklığımız, nedir çağıran bizi? Ne parlak bir gökyüzü, ne umran bir site, ne de alçakgönüllü bir uygarlık. Bunalım ve krizlerin sürekliliğini neredeyse bir varoluş stratejisi haline getirmiş bir çağdaşlık söylemi, kendisini hep yeni kurbanlarla beslemekte. Tanrılarımız üstelik, ne kadar müflis, sefih, mürai ve zavallılar. Yine de tıpkı seçkin tanrılar gibi halis insan kanıyla beslenmekten geri durmamaktalar.
Tanrılar yıkar yüzünü bu sunaklarda, eğilip bir yudum su içmeseler de. Artlarında bıraktıkları ise umursuzluktur, adlarına sunulmuş kurbanlar için. O kurbanların kanlarıdır oysa Tanrıların yüzünü parlatan ışık. Molok’un devcileyin silüeti altında kaybolan gölgeler kimin umrunda. Hem kim tutunabilmiştir akıp giden zamana; zaman (dehr) değil midir tanrıların en korkuncu. Kim sayabilir ki zamanı. Oysa sayılar (nicelik) değildir zamanın özü. O yüzden değil midir tutamayışımız onu avuçlarımızda. Aynı ırmakta yıkanamıyorsak iki kez, bu ırmağın değil bizim değişkenliğimizdendir. Yine de hiçbir şey değişmesin isteriz kurduğumuz portrede. Çoğu kez bir Dorian Gray öyküsüdür çünkü hayatımız. Başlangıcı yüceltiriz. Cennetsi bir masumiyetin birliği; cinselliğin, mülkiyetin ve dillerin yabancılaştırmadığı bir bütünsellik düşü süsler tüm ulusların hayalini. Hem çoğu kez destansı bir kurtuluş öyküsüdür kuruluş öyküleri. Her milat, Tanrısal-öncesiz bir doğum öyküsünü mündemiçtir. Elipsoid tohum, mükemmel, yalın, homojen bir yurttur. Sınırları katı, çekirdeği özgündür. Ancak yaşam bir kurt gibi işler bu saflıkta, çoğullaştırarak yozlaştırır bu üniter masumiyeti. Işıkla karanlık karışarak birbirine gölgeler oluşturur, kimin eli kimin cebindedir artık belli değil.
Elbette ki bu ütopik milat, hiç de saf bir başlangıç noktası değildir; her milat, çoğulluğu gizleyen bir ışık hüzmesi gibi zamanın prizmasında ayrışır. O nedenle zaman ve değişim kötü bir şan’a sahiptir tüm Platoncu devlet yanlılarınca; çünkü devleti, siteyi bozarak yozlaştırmakta, üniform birliğinden uzaklaştırmaktadır. Sözgelimi Türkiye Cumhuriyeti, derin Osmanlı rahminde mayalandığı ölçüde, bir yığın etnik ve dinsel karmaşayı özetlemiştir kendi genetiğinde. Genetik kodların sarmalları, tıpkı saklı tutulan devlet arşivleri gibi ama bir o kadar da kazınmıştır belleğimize. Ölü doğa ya da sosyopolitik alana egemen olmak kadar kolay değil günümüzde genetik kodlar üzerinde egemenlik kurmak ve bu kodları yönlendirmek. Elbet tüm Platoncuları sevindirecek bu çağ da gelecek, kadir-i mutlak bilim hazretleri sayesinde. Politikaya, iktidara koşulmuş bilim, belki bir gün elleri kadar bilinçaltları da temizlenmiş olan toplumlar üretebilecekler!
Dünyalar kurulur, ırmaklar doğar ve tarih başlar. Irmakların üzerine köprüler, dünyaların üstüne ise ülkeler kurulur. Köprülerin altından çok sular aksa da ne suların ne de köprülerin adları değişir. Çünkü devletler metafizik kurumlardır ve varlıklarını işte bu değişmezliklere borçludurlar. Tarihçiler ancak bu sayede yazabilirler tarihi, tüm tarih, belki de değişkenliklerin bir ebedîleştirilme çabasından başka bir şey değildir. Çünkü ölümlülüğümüzü ancak bu yolla unutabilir ve kendimizi, ideolojisi “ebedî bir soy ve tükenmeyen bir mal” olan ayartıya, ancak bu yolla teslim edebiliriz. Oysa biliriz ölümlülüğümüzü ve daha ölmeden bile iliklerimize dek tüm hücrelerimizin sürekli değişerek yenilendiğini. Devlet de bilir bunu, ama birey kadar özgür ve cesur olmadığı için itiraf edemez. Hep aynı kalmakla övünür, tüm söylevler ve yasalar bunun üstüne kurgulanır. Oysa dil de yasalar da sürekli değişmektedir. Yine de devlet kendisini değişmediğine inandırır ve insanlardan da böyle bilsinler ister; ister ki hep ona da bir Tanrı gibi tapınılsın; oysa Tanrılar bile değişmektedir insanların yürekleri değiştiğince.
Yüreksiz olanlar ise tutunmak isterler putlar gibi, kendi yonttukları ve biçimlendirdikleri putlar gibi değişmezliklere. Hep aynı Musa, hep aynı İsa, hep aynı Muhammed, hep aynı Marx, hep aynı Hegel olsun isterler tıpkı taşlara oyulmuş Hammurabi yazıtları gibi ve evlerin önünden akan aynı uysal ırmaklar gibi hayatlarının da; yüreklerindeki duygu ve zihinlerindeki inanç-düşünce hiç değişmeden kalsın isterler. Zihinsel ve yaşamsal konformizmlerine el sürülmesin, aşkları ve inançları sorgulanmasın. Hem kim artık böyle yüreklerdeki tutkuya aşk, böylesi belleklerdeki inanca iman diyebilir ki? Sorgulanmamış bir hayat hayat değildir diyen Sokrat değil miydi? Atinalıların tanrılarını ve demokrasilerini sorgulayan Sokrat!..
Tutunmak isteriz yine de değişmezliklere; bir örümcek yuvası gibi kurguladığımız standartlara sığınırız. Aşklar, dostluklar kurarız; put yontar gibi. Kimi kez aşklarımızda bir ışık, kimi dostluklarımızda bir yük oluruz. Gerçekte kendileri zamanın bir ifadesi ve işareti olan kurumlar inşâ ederiz zamana karşı, ülkeler biriktiririz ölümsüzlüğümüze bir kanıt olsun diye. Bireyliğimizin o dayanıksız çatısını ulusların kalbinde yaşatmaya çalışırız. Değiştiğimizi kanıtlamak bile çoğuncası bir değişmezlik anlatısıdır bu yüzden. Teatrallik yaşamdan bir kopuş olduğu kadar, yaşamı bir ölümsüzleştirme yolu da değil mi? Suratına bir maske geçiren tanrılaşmaz mıydı? Hem bu trajedinin komik bir yanı da yok mudur insanı güldüren. Yaşamı (düzeni) dejenere ettikleri için değil midir ki Platon kovmuştur tüm bu sanatçılar güruhunu sitesinden.
Ama kent zaten teatral bir alandır. Agora giyinip kuşanılarak ve suratlarımıza maskeler takınılarak inilen bir alandır. Hiçbir yüzde ruhun o katı değişmezliğinden eser bile bulunmaz. Ruh buharlaşmıştır modern kentte. Sonsuz maskelerin sunduğu parodilerin bolluğunda kimlikler askıya alınmıştır. Oyundur artık aslolan. Ruhun ölümsüzlüğü yitirmiştir itibarını; günah hep ötekinin uçurumu, suç kaldırımların sefahatıdır: Başkasıdır cehennem. Tinselliğin itibarı altetmiştir ölümsüzlüğü. Postmodernite içinse değişmemek taşralılara özgü bir lüks, bir köylü hantallığıdır. Oysa değişim sorunu antikitenin, Platon’la (Sokrat) Parmenides arasında dillendirilen temel felsefik sorunlardan biridir. Parmenides için bırakın değişimi, temel anlamda hareket bile söz konusu değildir. Platon değişimi olumsuz bir süreç, bir bozulma olarak görür. Değişime olumlu bir anlam yükleyen Aristo’dur ve o, Hegel’i, dolayısıyla Marx ve Darwin gibi ardıllarını önceler. Oysa Heidegger antikitenin itirazını yeniden ele alır. Ontoloji bir başlangıçlar bilimidir. Değişmek ise çoğu kez bir düşüş, bir varlık yitimidir.
Heraklit, o karanlık ozan ise değişimi ulular, varlığın temeli kılar. Neredeyse şunu demeye getirir: Değişmekteysek varız. Oysa değişmek çoğu kez bir uyarlanma çabası, zamanın (varlığın) akıp giden şu büyüsüne bir tutunma endişesi, bir kendini telafi etme tarzıdır. Öyle ki Fransız Devrimi İngiliz liberalizmi ve endüstriyalizmi karşısında bir telafi çabası, Kemalist ihtilal ise Fransız Devrimi’ni bir telafi, hattâ taklittir. Özgün olmayan değişim bir taklit, bir kamuflajdır zira. Bir de değişime karşı direnişi, kendi varlığını taşlaştırarak ve bu varlığın cidarlarına sığınarak, sınırlarını muhkemleştirerek var olma çabasını bir üslûp haline getirenler bulunmakta. Piramitlerin gizemi oysa, zamana karşı bir direnişin simgesi olmaktan öte gökyüzünün büyüsü için yazılmış bir ağıt olmasında yatmaktadır. Geri çekilmenin mistiği, çoğu kez değişen bir kainata tutunmak için yapılan negatif bir değişimin paradoksunu dile getirir. Kim alıkoyabilir ki, bizi bu masum endişeden. Duyumsamayız mı o yitip gideni; düştüğümüz cennet gelecektedir hep ve biz o kapıdan ancak değişerek geçebiliriz. Çünkü günah, hayat için duyduğumuz şehvet, kendimizle aramızda açılan mesafeler, gündelik utkuların sevinci ve sıradan hülyalar için boşuna çektiğimiz kürekler, çürütmüş ve hantallaştırmıştır yüreğimizi. Üstelik arınmak için yaptığımız o beceriksiz girişimler daha da düşürmektedir bizi dünyanın tuzağına. Zaman akarak gider, uzaklaşır, bırakır bizi ayaklarının altında. Asrîliğin bu yorucu temposu karşısında yapabildiğimiz tek şey, katılamadığımız, belki de içten içe reddettiğimiz bu hayasız coşku seli karşısında kulaklarımızı tıkamak, ya da bu orjik ayine katılırmış gibi yapmaktır. Hayat çoğu insan için işte bundan ibarettir. Aktörlerin taklidi ruhun ölümüdür. Bireyliğin kitlesel çöp yığınında, aktörlerin filizlendiği bir gübre haline gelmektir.
Ne yazık ki, Osiris’in çürüyen bedenini baharın coşkusuna katacak olan tek şey Odysseus’un kurnazlığından başka bir şey değildir. Yani, kurtlar sofrasında maskeli bir kuzu olabilmek. Bu artık bir kentli (burjuva) kurnazlığıdır. Postmodern çağdayız artık ve “ne olsa uyar”... Çünkü kahraman yoktur ve bunun ilk farkına varan (vardıran) da Don Kişot’tan başkası değildir. Marx’ın çabası bile boşunadır; proleter bilinç, akıp giden kapitalizm için bir kontrpuan olmaktan öteye gitmez; kitlelerin gövdesi kahramanın ruhundan yoksundur çünkü. Karizma, kitleleri ayağa kaldıran coşku için kitleler çoğu kez bir ayak bağından başka bir şey değildir. Bunun en son örneği de Che değil mi?
Janus’un bir yüzü geçmişe, diğeri ise geleceğe bakar; ya da bir yüzü kente, diğeri ise taşraya. Ya postmodern çağın kentlisinin yüzü? Hem böylesi bir yüzden söz etmek artık mümkün mü? Bir efektler ve jenerikler, altyazılar ve satıraraları, ekranlar ve kameralar karmaşasında, bir hologramlar ağında artık kim ne kadar iyi oynar ve kendisini kurgulayabilirse; içkinlik ve aşkınlığın dışında boy gösterebilirse o kadar vardır; o kadar bir yüze, hattâ yüzlere sahiptir. Bize önerilen ahlâk artık budur. Bu, Nietzscheci bir yaratıcı iradenin özgünlük ve özgürlük arayışı değildir. Postmodernite kendisini bu felsefede temellendirse bile. Tıpkı Heidegger ya da Hegel’in Faşizm’de harcanması gibi Nietzsche de bu ahlâksız performans düşkünlüğü ve nasıl olursa olsun başarının şehvetinde harcanır.
Artık bu noktada değişmek de değişmemek de aynı sorunsala tutuklu kılar bizi, çünkü sahiciliğimizi yitirdiğimizin herkes farkındadır. İşin en üzücü yanı ise sahiciliği atfedebileceğimiz hiç kimsenin de ortada kalmamasıdır. Bir değişim çabasını, ya da öyküsünü asıl trajik kılan da işte budur. Otantikliğin olmadığı bir yerde değişmenin de olumlu bir anlamı yoktur çünkü.
Bu koşullar altında, postmodern kent’in kamusal alanında, ya da agorasında var olma’nın neredeyse bir kimliksizleşmeyle mümkünleştirildiği halde, bir var olma etiğinden söz etmenin anlamı kalmakta mıdır? Anlam sözlerde mi yoksa eylemlerde midir? Oysa her ikisi de derin kısıntılar, sansürler ve denetimler altındadır. Sonuçta kamusal alana çıkış kelimenin tam anlamıyla teatral bir kendinden vazgeçme ve başkasını, öngörüleni ya da önerileni oynamakla mümkünken, tartışma neredeyse salt bir “artistlik” sorununda düğümlenmiyor mu? Şayet kişilere özgün ve özgür kimlikler ve var olma şansı tanınmıyorsa, temsiliyetle bilinç arasında yabancılaştırıcı bir kamuya çıkma vesayeti sokuluyorsa, “takiyye” tartışmalarının sahici bir anlamı da kalmamaktadır. Ya da bu, artistliğin taşralılığı ya da beceriksizliği ile ilgili bir salt estetik sorundur. Dolayısıyla İslâmî hareketin temsiliyet sorunu da neredeyse bir estetik sorun’dan ibaret(leştiril)miştir.
İfşa nerede ortaya çıkmaktadır; söylemlerde mi yoksa eylemlerde mi? Ki her iki açığa çıkış biçimi de sonsuz yanıltmalara açıktır. Takiyye bir tür maskeli baloya katılma önşartı olarak ortaya konmuşsa artık burada tartışılması gereken kullanılan maskeden çok maskeli balonun mantığıdır. Oysa demokratik bir sistemin mantığı temsiliyetin mümkün olduğu kadar sahicileşmesi ve sosyopolitik grupların kamusal alanda mümkün olduğu kadar doğrudan temsil edilmesidir. Temsiliyet ve kamusal alanda varoluşun vesayet altındalığı, dolayısıyla takiyye’ye giden süreç ise daha çok otoriter ve totaliter sistemlere özgü bir mantıktır. Ve ülkemiz, ne yazık ki bu açıdan milli güvenlik konsepti ya da sendromuyla mazûrlaştırılmaya çalışılan, insanî ve demokratik değerler açısından dünyanın en geri ülkeleri arasında yer almaktadır. Üstelik bu geri’lik, potansiyel bir nedene dayanmadığı, salt oligarşik bir tahakküm ve vesayet sorunu olduğu içindir ki, bağışlanabilir de değildir. Fikret Başkaya cezaevindedir, Ahmet Kaya sürgünde ölmüştür, Tayip Erdoğan’a siyaset yapma hakkı verilmek istenmemektedir, Kürt parlamenterler cezaevinde tutulmaktadır, başörtülüler kamusal alana sokulmamaktadır!.. Tüm bunlar bu ülkeyi açık bir cezaevi haline getirmiyorsa, bir maskeli baloya, üstelik sadece mutsuzluk ifade eden maskelerin kullanıldığı bir baloya dönüştürmüyor mu?
Bu anlamda günümüzün demokrasi tartışmasıyla eski Yunan sitelerindeki demokrasi tartışmaları arasında paradoksal bir benzerlik bulunmakta. Bu tartışma, tıpkı Atinalı egemenlerin demokrasi adına susturmaya çalıştıkları ve hattâ ölüme yolladıkları Sokrates’le giriştikleri mücadeleyi anımsatmakta. Bu tarihi mizansende tarafların bulundukları safları ve söylemsel açılarını, hattâ söylemlerinin biçimini unutursak, şayet demokrasi insan hak ve özgürlüklerinin bir gerçekleşme yoluysa, demokrasiye katkı sağlayan Sokrates mi, yoksa onu demokrasi adına mahkûm eden Atinalı egemenler midir?
Gerçek demokrasi ancak ülkenin sosyopolitik kümelerinin olabildiğince doğrudan temsiliyeti ve ifadesiyle mümkündür. Farklılıkların temsiliyetini ve ifadesini demokrasi adına bir tehlike addederek demokratik sistemi sürekli bu farklılıkların tasfiyesinin ertesine bırakan sistem, gerçekte dünyanın kültürel, dinsel, tarihsel ve etnik olarak en sofistik olan ülkesini üniform bir indirgemecilikle tarihsiz ve kimliksiz bir sıradanlığa mahkûm kılarak, kelimenin tam anlamıyla demokrasisizleştirmeye çalışmaktadır. Bir kesim açısından ötekini ya da ötekinde tecessüm eden geçmişi bir tasfiye projesi olan demokrasi, öteki kesim açısından doğrudan doğruya bir kendisini var kılma tarzı ise o zaman konuşulan diller kadar zihniyetlerin de birbirine tercüme edilemediği bir yabancılaşmışlık sorunu farklı uzaylara bölmektedir bu ülkeyi. Başkasını anlamaya, hattâ kabullenmeye karşı bu isteksizlik, onun da ötesinde bu yadsıma, demokratik söylemi salt Batı’nın acentalığını üstlenen oligarşik bir zümrenin ideolojik üslûbuna dönüştürmektedir. Batılı değerlerin yerli değerlere karşı bir silâh haline getirilme çabası, ister istemez yerlilerin Batılı değerlere düşmanlığına ve bir demokrasi isteksizliğine de yol açmaktadır. Sorunun salt seramonik, törensel ve kuşamsal bir biçimciliğe indirgenmesi ise demokrasinin özündeki olumlu yönleri de dikkatten uzaklaştırmaktadır.
Referans alınan ve karşıtlaştırılan değerlerin rasyonellik ve modernliklerinden öte bellidir ki, bu sosyopolitik kesimlerin güçleridir meşruiyetlerinin dayanağı. Yasal, hukuki ve siyasal süreçleri de koşullayan bu meşrûiyet pozisyonu, haklılığını söyleminin demokratik biçeminden ziyade otoriter buyurganlığındaki güçten almaktadır. İktidarın bu yalın ve çıplak güce dayandırılmasındaki Hobbesvari mantık ise, toplumsal sözleşme öncesi toplumların ilkel ve yabanıl iktidar anlayışına çıkarır bizi. Hep aynı Leviathan’ın mitik imgesi önünde ve hep aynı kahraman şövalyenin beklentisi içerisinde tutulan bu iktidar mantığı, bellidir ki demokrasinin hem felsefik hem de laik (seküler) anlamına aynı aykırılıkta ve uzaklıktadır. Demokratik rasyonellikten bu uzaklaştırma biçimi ise zorunlu olarak karizmatik bir liderlik arayışına çıkarır siyasal temsiliyeti. Nitekim Ak Parti de tüm aksi söylemine rağmen aynı ezberlenmiş yolda yürüyerek değişim söyleminin naifliğini ele verdi. Önünde böylesine bir fırsat varken ne halk toplantıları, ne de yeterli istişari toplantılarla belirlendi partinin tüzüğü ve kurucular kurulu. Bu kurul, neredeyse karizmatik liderliği pekiştiren bir zayıflık ve sorunsuzluğun esas alınmasıyla oluşturulmuşçasına yeterli toplumsal temsiliyet gücünden yeteneksizleştirilmiştir. Öte yandan seçilen parti ambleminde, amaçlananın ifadesi için güneş yerine ampul’ün ikâmesi, arkaik ve mitik olan yerine modern ve teknolojik olanın konulmasıyla İslâmî hareketin MSP geleneğinden kopamayışının dramatik ve travmatik bir tecellisiydi. Böylece sürdürülmeye çalışılan siyasal misyon, geleneksel liderlik kültü ve adalet ideolojisinin kalkınma parametresiyle çağdaşlaştırılmasıyla İslâmî hareketi yine ve yeniden MSP ideolojisine darlaştırarak, insan hakları ve demokrasinin öne çıkarılabileceği sahici bir yenileşme eğiliminden yoksunlaştırmıştır. Tüm yurt sathına yayılmayan ve bu faaliyetten devşirilmeyen kurucular kurulu ve tüzük çalışması ise partiyi daha şimdiden klasik bir siyasal parti olma hüviyetiyle çıkarmıştır karşımıza. O halde Ak Parti, mevcut siyasal gelenekçe kodlanmış ve döllenmiş bir doğumla gelmiştir dünyaya. Kendisi için yaratılmış fırsatı, iktidara yürümenin klasik, geleneksel, yerli ve kestirmeci tutumu adına reddetmiştir. Geniş, kitlesel ve demokratik bir temsiliyet yerine karizmatik liderliğin sultası altındaki bu doğum daha şimdiden, bir yenileşme misyonundan çok mevcut siyasal konjonktürün yarattığı bir iktidar fırsatçılığıyla malûldür.