“Kriz, eskinin ölmek üzere olup, yeninin doğmamasından kaynaklanır; bu ara dönemde çok çeşitli sağlıksız belirtiler ortaya çıkar.”
Gramsci
Günümüzde siyasete egemen olan, iktisadî liberalizm ile demokrasi arasında bir neden-sonuç ilişkisi kuran düşünce tarzı, liberal demokrasinin kurumsal özellikleri ile liberalizmin siyasî ve iktisadî anlamlarını birleştirerek demokrasinin ancak kapitalizmle (serbest piyasa) bir arada yaşayabileceği yargısını genel geçer bir kural gibi dayatmaktadır. Bu düşünce tarzı ilk olarak, 1980 sonrasının “demokrasiye geçiş” ortamında liberal iktisat politikalarını yürürlüğe koymayı hedefleyen “24 Ocak Kararları”nda ifadesini bulmuştur. 24 Ocak Kararları’nın simgelediği düşünülen “liberal” iktisat politikalarının demokrasi için vazgeçilmez bir ön koşul olduğu iddia edilmişti. İktisadî liberalizmi demokrasinin ön koşulu olarak gören bu düşünce biçiminin temel referans noktasını, Batı’da önce kapitalizmin gelişmesi, sonra da liberal demokrasinin kurumsallaşması olarak bir öncelik sonralık ilişkisi olduğu yargısı oluşturmaktadır. Demokrasi ile iktisadî liberalizm arasında nedensel bir ilişki kuran düşünce tarzı, demokrasiyi piyasa koşulları temelinde kavrayarak, salt bir hükümet oluşturma yöntemine indirgemektedir. Demokrasi, iktisadî liberalizmin bir sonucu olarak kabul edilince, hem kapitalizmin hem de demokrasinin temel ilkesi “serbest rekabet” olarak tanımlanmaktadır. Buna göre,
“kapitalizm, bireylerin kendi özgür iradeleri ile, kendi çıkarlarını gözeterek girmeyi kararlaştırdıkları ilişkileri ifade eden ve her bireyin kendi yararını maksimize etmeye çalıştığı bir iktisadî sistemdir. Demokrasi de, farklı toplumsal kesimlerin, kendi siyasal tercihlerini, örgütlü bir biçimde (örneğin siyasal partiler aracılığıyla) ortaya koyarak siyasî iktidarı ele geçirmek için halkın önünde ‘serbestçe’ rekabet ettikleri bir siyasal sistemdir”(Köker 1992:33).
Böylece, hem bir değer, hem de tüm toplumsal iyiliğin tek kaynağı olarak bireysel özgürlüğün gerçekleştiği tam rekabetçi kapitalizm iyi bir düzen olarak savunulmaktadır.
Çağdaş dünyada demokrasinin sorunlarıyla ilgilenen pek çok düşünür, demokratik değerlerde ifadesini bulan siyasî ideallerle liberal demokrasinin kurumsal yapısı arasında bir uyumsuzluğun, hattâ bir çelişkinin var olduğunu kabul etmektedir. Bu uyumsuzluk bir başka açıdan, günümüzde yerleşik liberal demokrasinin yaşamakta olduğu bir kriz olarak da anlaşılabilir (Köker 1996:111). Yerleşik liberal demokrasilerin yaşadığı kriz, yeni muhafazakâr bakış açısından, “asgari” devlet anlayışından zaman içinde sapmanın neden olduğu “yönetilemezlik krizi” olarak tanımlanır. Yeni muhafazakâr kriz kuramcıları krizin kaynağını, liberal demokratik siyasal sistemde, partiler arası rekabetin de tahrikiyle, toplumun talepleri ve siyasilerin vaatlerinin devletin imkânlarını aşarak oluşturduğu tıkanma ve buna dayalı güvensizlik olarak belirlemektedirler. Buna göre, parti rekabeti, farklı görüşlerden bireylerin kurdukları örgütler ve görece özgür kitle iletişim araçları koşullarında hükümetler aşırı beklenti yüküne marûz kalmaktadır. Oysa devlet aygıtının müdahale ve yönlendirme becerileri ilke olarak bu talep ve beklentileri karşılayamayacak kadar sınırlıdır. Bu bağlamda, talep hacmi ile hükümetin yönlendirme kapasitesi arasındaki eşitsizliğin yol açtığı düş kırıklıkları kriz beklentilerinin göstergeleridir. Bir partinin programındaki vaatleri seçildikten sonra yerine getirememesi; buna karşılık açıkça başvurmayacağını taahhüt ettiği “katı” yöntemleri yürürlüğe koymak zorunda kalması bir güven yitimine yol açar. Hem güven yitimini yeniden kazanmak için yapılan yeni vaatler, hem de toplumun memnuniyetsizliği sonucu artan yeni talepler devletin kapasitesini iyice baskı altına alarak sistemi daha da yönetilemez hale getirir. İşte burada yeni muhafazakâr/neo-liberallerin çözüm önerileri, sistem üzerindeki aşırı talep, beklenti ve yükümlülükleri azaltmak olarak ortaya çıkmaktadır. Bu önerilerin bilinen sloganı, “kamu hizmetlerinin özelleştirilmesi”dir.
“Yönetilemezlik sorununun rekabet mekanizmalarının canlandırılması yoluyla çözüme kavuşturulması beklenmekte; rekabet mekanizmalarının hem dar anlamıyla enflasyonu, hem de geniş anlamıyla siyasal talep enflasyonunu durduracağı varsayılmaktadır” (Offe, 2001:50).
Oysa, Friedman’ın piyasa mekanizmalarının canlandırılması ve siyasal krizlerin depolitizasyonu yoluyla çözülmesi öğretisi üzerine kurulu neo-liberalizmle eklemlenen yeni muhafazakâr anlayış demokratik değerlerle ilgili bütün sorunları kendi çerçevelerinin dışında tutmak istediği için, aslında liberal demokrasinin bir “meşrûluk krizi” yaşadığını görememektedir.
“Açıktır ki, demokrasi, basitçe bir yönetim metodu olmanın ötesinde ve öncelikle, siyasî kararların meşrûluğunu sağlayan değer yargılarını içeren bir kavramdır. Liberal demokrasinin krizi, dolayısıyla, basit anlamda bir ‘yönetilemezlik krizi’ olmanın ötesinde, yerleşik temsili kurumlaşma ile bunlara meşrûluğunu veren değerler arasındaki bir kayma ile ortaya çıkan daha derinlemesine bir kavrayışı gerektirmektedir” (Köker 1996:113).
Bu kavrayışla demokratikleşme, güçten kaynaklanan bir meşrûluktan, meşrûluktan kaynaklanan bir güce geçişi işaret eder (Sarıbay, 1994: 163). Türkiye’de ise, 1983’ten itibaren girdiği “demokratikleşme” süreci sonunda ortaya çıkan manzara, meşrûluğunu güçten alabilen devlet ve tüm hukuki/yasal düzeni ve siyasal usulü darmadağın edecek ölçüde kendisine tâbi kılan bir piyasa mantığından oluşmaktadır (Kadıoğlu, 2001:7).
1980-83 yılları arasında, otoriter askerî yönetim tarafından sınırları çizilen yeni muhafazakâr politikalar, ’83 seçimlerinden sonra ANAP hükümetleri tarafından istikrarlı bir şekilde uygulanmıştır. Özal döneminde, piyasa ekonomisine geçişin tamamlanması amacıyla yürütülen icraatlarla Türkiye, piyasa ile demokrasi arasında nedensel bir ilişki kuran görüşü destekleyen bir “başarı örneği” olarak gösterilmek istenmiştir (Köker 1995:71). Fakat görülmüştür ki, ekonominin radikal liberalizasyonu ile bunu izleyen siyasetin “gizli” otoriterleşmesi eğilimi arasındaki paradoks giderek kristalleşmiş ve ekonomide boyutları daha fark edilen bir krize dönüşmüştür. Türkiye’nin 12 Eylül 1980 askerî darbesinin ardından çok partili siyasal sisteme geçiş süreci, piyasa ekonomisini oluşturmaya yönelik reformları, devlet otoritesini güçlendirmeyi ve siyasal katılımı asgariye indirmeyi amaçlıyordu. Nitekim izlenen süreç piyasaları birer özne haline getirirken, diğer toplumsal unsurların siyasal kararlara katılım kararlarını kapatmıştır. Dolayısıyla, ekonomik konularla sınırlandırılmış yeni muhafazakâr reformculuk Türkiye’de demokrasinin gelişmesini erteleyen/engelleyen bir söylem geliştirmiştir. Bu söylem, Levent Köker’in kullandığı gibi, “gerici modernizm” olarak kavramsallaştırılabilir. “Gerici modernizm”, teknolojik modernleşmenin benimsenmesi, buna karşılık Aydınlanma’nın özgürlük ve rasyonalite değerlerinin reddedilmesi olarak kendini gösteren bir paradoksu tanımlamaktadır (Köker 1996:160). İşte bu paradoksun 1980’lerde yükselmesiyle ortaya çıkan kriz, bir “yönetilemezlik krizi”nin ötesinde “meşrûluk krizi”dir. Nitekim Türkiye’de giderek yükselen otoritaryenizm olgusunun gerisinde de bu meşrûluk zaafı yatmaktadır. Türkiye’de katlanarak büyüyen siyasal krizin nedeni, bu bakımdan, iktidarların içine çekildiği meşrûluk zaafı ve bu zaafın otoriter karar alma yöntemleri ile kapatılmaya çalışılmasıdır. Özal’la birlikte yürürlüğe sokulan neo-liberal politikalar, siyasetin ve siyasallaşmanın niteliğine ilişkin olarak oluşturduğu değişimlerle siyasal alanı daraltmıştır. Yükselttiği temel değerlerden olan pragmatizm, ılımlılık, merkezcilik, uzlaşma ve oydaşma siyaseti usul boyutuna indirgemiştir. Piyasa fetişizminin ve neo-liberal değerlerin koşulsuz benimsenmesi “gizli otoritaryenizm” olgusunu yükseltmiş ve “siyaset karşıtı siyaset” anlayışını yeni bir hegemonik söylem olarak Türkiye politikasının merkezine yerleştirmiştir (Sakallıoğlu 1995:69).
Dünyadaki siyasal gelişmelere paralel olarak, Türkiye’de yaklaşık son yirmi yıllık süreçte yeni sağ ile neo-liberalizmin eklemlenmesiyle siyaseti ekonomiye tâbi kılan yaklaşım egemen olmuştur. Bu nedenle, Türkiye’de demokrasi ve özgürlüklere yapılan vurgunun ortalaması pragmatik bir siyasetin ifadesi olmaktan ve “kaba” bir liberalizmin mutlaklaştırmaktan ötede bir anlam taşımıyor. Hükümetler ve iktidar sahipleri bugüne kadar imzalanıp onaylanmış uluslararası belgelerdeki yükümlülüklerini önemsemeyerek, çağdaş demokratik ölçülere uyum sağlayacak reformları sürekli erteliyor. Buna mukabil, son zamanlarda tamamen aşikâr olarak, Batıya karşı taahhütleri yerine getirebilme azmiyle, ekonominin serbest piyasa normlarına uyarlanması yönündeki reformlar yürürlüğe konulmaya çalışılmaktadır. Bu ikilem içinde, resmî ideolojinin, siyasal seçkinlerin ve devlet kurumlarının toplum merkezli bir dönüşüme ayak uyduramayıp, direnme ve dolayısıyla bunalım üretme yolunu seçtikleri görülmektedir. Cumhuriyeti temsil eden siyasal otorite, ulus-devlet nosyonunun ekonomik tamamlayıcı ögelerinden olan ulusal kalkınmacılığa önem verirken, bunun devlet-toplum ilişkisini değiştirmeye yönelik eğilimlerinden de tedirgin oluyor. Kalkınmanın, toplumu daha dinamik, özerk, devletten himaye ve müdahale beklemeden çalışan bir yapıya kavuşturabileceği bir boyuta taşıması durumunda panikleyip, çeşitli tehditler üreterek toplumsal özerklik alanlarını tırpanlayacak olağanüstü haller icat ediyor (İnsel, 1995). Nitekim Devlet Bahçeli’nin gündemde siyasal değişim ve demokratikleşmenin değil, sadece ekonomik krizin olduğunu belirtmesi de, siyaseti ekonomiye tâbi kılan yeni muhafazakâr söylemin bir ifadesi olarak anlaşılmalıdır. Ekonomik kriz bu sefer yeni bir olağanüstü hal nedeni olarak tanımlanarak demokratik değişim girişimlerinin önü alınmaya çalışılmaktadır.
Bu girişim, aynı zamanda, Türkiye’de merkez sağın aşırı sağcılaşması ve aşırı sağın liberalleşmesi eğilimleri ile bütünleşmeyi temsil etmektedir. İnsel’in belirttiği gibi, dünyadaki yeni sağcı hareketler, korporatist tarzda bir iktisadî devletçilikten serbest piyasacı bir iktisadî liberalizme evrilmişlerdir (İnsel, 2001:4). Böylece MHP de aşırılıklarını törpülemiş ve kendisini merkezde konumlandırmak üzere liberalleşmiş bir görüntü vermektedir. Sisteme uyum sorununu halleden MHP, Türk siyasetinin bir üst belirleyicisi olarak işleyen eksik demokrasi anlayışına monte edilen yeni sağ siyasette, devletin istemediğinin önüne durmak göreviyle “devlet partisi” olarak işlevselleştirilmektedir. Fakat MHP’nin böyle bir işlevi yerine getirmek için yeterli profesyonel donanıma sahip olmaması, merkez sağda bir revizyon arayışını teşvik etmektedir. 18 Nisan seçimlerinden sonra merkez sağı ele geçirme ümidi taşıyan MHP’nin, koltuğu dolduracak yeteneğe sahip olmadığı aslında kısa sürede anlaşıldı. Dış görüntüsünü “modernleştirerek” kazandığı “yeni” imajını, susarak korumaya çalıştıysa da dünyada aşırı sağ hareketlerin modernleşme dinamiklerini kavramada zorlanacak kadar “geri” olduğunu her ağzını açtığında dışa vurdu. Merkez sağda konumlanmanın MHP’yi modernleştireceği/liberalleştireceği savı da bugün daha çok şüpheyle karşılanıyor. Konjonktürel olarak Türkiye politikasında aşırı milliyetçi/ırkçı söylemlerin yükselmesi MHP’yi merkeze taşımıştı; ancak Türkiye politikası aşırı milliyetçi/ırkçı söylemlerin hegemonik etkisine geleneksel olarak kapalı bir yapı sergiler. Bugün de aşırı milliyetçi söylemin hegemonik etkisinin merkez sağı kuşatması, dünya sistemi ile uyumu esas alan resmî iradeyi önlem almaya sevk etmektedir.
1980’lerden itibaren Türkiye’de merkez sağ partiler yeni sağ/neo-liberalizmin söylemsel taşıyıcıları olmuştur. Bu durum Türkiye’nin hızlı biçimde küreselleşmenin etki alanına girmesi ve Soğuk Savaş sonrası uzlaşmacı siyasetin merkezi tanımlamasıyla ilgilidir. Bu nedenle siyasal aygıt, sistem ve rejim meşrû siyaseti merkeze sıkıştırmıştır. Dünyada yeni sağın yükselişi, Fransız Devrimi’nden bu yana siyasete damgasını vurmuş sağ-sol bölünmelerinin ve bu bölünmeler temelinde oluşmuş çatışmacı siyasetin yerine uzlaşmacı siyaseti getirmiştir. Soğuk Savaşın sonu, onun ideolojisinden beslenen merkez partilerin varlık nedeninin sorgulanmasını getirmiştir. Merkez partiler artık, istikrar, sağduyu, uzlaşma, ılımlılık vb. umdelerin taşıyıcısı olarak siyaset sahnesinde rollerini üstlenmişlerdir. Kimilerine göre merkezin bu şekilde uzlaşmacı siyaset ekseninde hegemonik bir alan oluşturması demokrasinin olgunlaşması anlamına gelmektedir. Oysa, radikal demokrasi perspektifinden baktığımızda, içinde bulunduğumuz uzlaşmacı siyaset durumu ve konsensus görüntüsü siyaset adına tehlikeli bir gidişatın habercisidir. Çatışma eksenli sağ-sol ayrımını devre dışı bırakan ve merkez sağ-merkez sol şeklinde siyaseti merkezde sıkıştıran uzlaşmacı siyaset, liberal demokratik kapitalizmi tek meşrû yapı olarak sunumlayarak, bu yapının meşrûluğuna yönelik akılcı eleştirilerin yolunu tıkamakta ve muhalif dilleri susturmaktadır (Kadıoğlu 1997:64). Bu durumda “ehlileştirilemeyerek” merkezde eritilemeyen siyasal söylemler marjinalleştirilmekte ve merkeze özgü teknisyen dilinin siyasete egemen olması pekişmektedir. Öyle ki, artık parlamentoda yer alabilir bir parti olarak meşrûluk kazanmak için hangi ideolojik gelenekten gelirse gelsin partilerin kendilerini merkez partisi olarak kodlamaları gerekmektedir.
Türkiye siyasal sisteminde merkezin genişlemesini sağlayan temel etken neo-liberal söylemin hegemonik bir etki sağlamasıdır. İktisat ideolojisinin hegemonik ideolojik söylem haline gelmesi ise bu atılımın esas vetiresidir. Hegemonyayı kimliğin kurulma sürecine içsel olarak ve toplumsal düzenin anlamının belli bir kimliğin lehine sabitleşmesi anlamında (Keyman, 1996: 155) tanımlarsak, iktisat ideolojisinin toplumsal/siyasal her alanda yaşanan dönüşümleri belirleyen temel etken olduğunu toplumsalı ve siyasalı anlamlandırmak üzere üretilen her bilginin iktisat ideolojisini mutlaklaştırdığını söyleyebiliriz. Siyasal düzeyde geleneksel sağ ve sol akımların merkez unsurlarını derleyerek merkezi baskın kılan ve uçları marjinalleştiren ANAP, bu hegemonik ideolojik söylemin taşıyıcısı olmuştur. ANAP, DP’nin ve AP’nin kalkınmacı dilini geliştirerek iktisadî aklı toplumsal hayatın her alanına egemen kılmıştır. Bu bakımdan Türkiye’de yeni sağ ve neo-liberalizmin yükselişi iktisat ideolojisinin hegemonik etkisiyle sonuçlanmıştır (İnsel 1993: 199-214). Kapitalizmin küreselleşmesinin, iktisat ideolojisinin hegemonik etkisine bağlı ürünü, liberalizm ile muhafazakârlığın çok sıkı biçimde kaynaşması, muhafazakâr söylem unsurlarının araçsal ve tâbi bir bileşen olarak neo-liberalizme eklemlenmesidir. Nitekim, Türkiye’nin ’80’lerdeki kapitalistleşme ve modernleşme hamlesi, muhafazakâr söylemin sisteme eklemlenmesini pekiştirmiştir. Türk muhafazakârlığının ’80’lerdeki modernleşmesine geleneksel kültür-medeniyet ayrımı rehberlik etmiştir. Medeniyetin iktisat ideolojisiyle özdeşleştirilmesi, kültürel kimlik ve beka kaygısını yumuşatarak muhafazakâr bilinci komplekslerinden uzaklaştırıcı bir imkân sağlamıştır (Bora 1994:15). Merkez sağ ile geleneksel sağı lehimlerken neo-liberalizmin en güçlü kaynaklarından biri de sivil toplum kavramı olmuştur. Bu bağlamda, devlet telakkisinde bir değişim olmuş, devleti “millet hizmeti”nde bir aygıt olarak gören yaklaşım nüfuz kazanmıştır. Fakat burada da, neo-liberalizmin hegemonik söylemi olarak iktisat ideolojisi belirleyici olmuştur. Talepler, devlet aygıtının kapitalizmin güncel gereklerine göre reforma tâbi tutulmasında yoğunlaşırken, resmî ideolojinin ve devletin toplumsal-siyasal hayattaki tahakkümünün tasfiyesine dönük talepler “merkezin marjı”nda kalmıştır (Bora 1994:14).
Türkiye’nin içine girdiği kriz döneminde, merkez sağdaki neo-liberal hegemonik etki zayıflayınca, hegemonik söylem boşluğu milliyetçilik ile doldurulmaya çalışılmış ve aşırı/uç milliyetçiliği temsil eden MHP merkeze kay(dırıl)mıştı. Böylelikle MHP’nin dünyadaki diğer aşırı sağ partiler gibi liberalleşeceği umuluyordu. Lakin merkez sağdaki neo-liberal hegemonik söylem, aşırı milliyetçi kimliği yeni sağa uyarlayarak sabitleyecek gücünü yitirmiş olduğundan, merkez sağ aşırı milliyetçi söylemin kuşatması altına girdi. 1990’lardan itibaren Türkiye’de krizler, siyaset ve demokratikleşme adına her karar alma durumuna gelindiğinde devlet tarafından erteleme ve savuşturma aracı olarak kullanılmıştır. Böylece her kriz devletin siyaset üzerindeki ağırlığını arttırırken, hegemonyacı bir milliyetçi bloğun kurulmasına da yol açmıştır (İnsel 2001:8). Fakat bu durum siyasal düzenin neo-liberal söylem tarafından tanımlanmış merkezde meşrû işleyişini sürdürmesini gerekli gören küresel sistem açısından sakıncalıdır. Bu nedenle, IMF ve Dünya Bankası kredileri stratejik bir araç olarak kullanarak “milliyetçi blok”un direncini kırmaya çalışmaktadır. Derinleşen ekonomik kriz nedeniyle inisyatifini yitiren devlet de, demokratikleşmenin kendisini tehlikeye atmayacak ölçüde tutulmasını gözetecek bir “devlet partisi”nin var olmasını gerekli görmekle beraber, bunun liberal demokratik sistemle ilişkilerdeki dengeyi bozan bir unsur olmamasına önem vermektedir. Nitekim, MHP’nin bazı reaksiyonlarının, “devlet partisi” olmanın gerektirdiği ölçüyü aşarak, devletin küresel sistemle arasında gözetmesi gereken stratejik ilişkiler açısından başlı başına bir kriz haline gelmesi siyasal revizyon tartışmalarını gündeme getirmiştir. Burada devleti, küresel sistemle uyumlu bir revizyona sevk eden etken, sanırız, küresel sistemin uygulanmasını istediği reformların siyaseti ekonomiye tâbi kılarak “siyaset karşıtı siyaset” anlayışını sürdüren yeni bir yapılanmayı amaçlamasıdır. Dolayısıyla devlet, krizin derinleşmesiyle karşı karşıya kalacağı riskleri savuşturacak potansiyeli tükettiği için küresel sistemle muhalefet şerhleri saklı bir uyuma zorlanmıştır.
Neticede, Anayasa Mahkemesinin “yeni oluşumlar” içinde en önemli merkez sağ projesi olan Tayyip Erdoğan’ın önünü açıcı kararı, devletin siyasal alanda yapmak istediği revizyonun bir parçası olarak okunabilir. FP’nin kapatılmasıyla radikal İslamcı geleneği marjinalize edecek bir bölünmenin önü açılırken, Erdoğan’ın yasağının kaldırılmasıyla merkez sağın hegemonik krizini aşabilecek yeni bir oluşuma imkân verilmiştir. Zaten Erdoğan önderliğindeki “yeni oluşum” Özal’ın ANAP’ına referans vererek neo-liberal ve yeni muhafazakâr bir eklemlemeyle merkeze talip olduklarını dile getiriyor. Türkiye politikasında yeni oluşum hesapları, ’90’larda olduğu gibi, ANAP’ın hem oy, hem misyon anlamında boşalttığı alan üzerinde şekilleniyor. Merkez sağda zayıflamış olan liberal söylem siyasetin ekonomiye tâbi kılınması anlamına gelecek şekilde, “ekonominin siyasetten bağımsızlaşması” retoriğiyle yeniden inşâ ediliyor. Bu neo-liberal söylem meşrûluğunu eş-dost kapitalizmi denilen duruma referansla sağlamaya çalışıyor. Türkiye’de siyasal yozlaşmanın temel nedenlerinden biri olarak tespit edilen “kişisel ilişki ağlarına dayalı” ekonomik yapının (Buğra 2000) tasfiye edilmesi gereğine vurguyla, ekonominin siyasetten bağımsızlaşması reformların temel ilkesi olarak telaffuz ediliyor. Bu yeni retoriğin vurguladığı durum, İnsel’in neo-feodal sistemin bunalımı olarak kavramsallaştırdığı durumla kesişiyor. Bilindiği gibi 12 Eylül’den sonra, devlet içinde ve devletle bağlantılı çevrelerde birçok güç odağı özerkleşmişti. Bu güç odakları, piyasa ekonomisi adı altında güç ittifakları oluşturmuşlardı. Devletin içinde birbirinden özerk güç odakları ve bunların iktisadî ve siyasal çevrelerle doğrudan kurdukları ittifaklar oluşmuştu. Bu ittifaklar güç paylaşımı ve ona bağlı kaynak paylaşımı ittifaklarıydı. Son zamanlarda yaşanan bir yığın skandalın ortaya çıkardığı gibi, siyasal çevreler ve iş çevreleri arasında bir çıkar paylaşımına dayalı işbirliği yaşanmış; bürokrasi de bu çıkar paylaşımına dahil edilmiştir. Bugün küresel sistem aktörlerinin baskısıyla gerçekleştirilen bu neo-feodal sistemin tasfiyesi yeni bir apolitik sürece girişin adımı olabilir. Çünkü bu tasfiye işleminde, siyasetçi ve siyaset kurumu, en ufak bir ekonomik kaynağın bile teslim edilemeyecek kadar yozlaşmış ve güvenilemez olarak tanımlanır hale gelmiştir. Türkiye’nin içinde bulunduğu ekonomik ve siyasal krizin tek müsebbibi doğrudan siyaset kurumunun kendisi olarak gösteriliyor. Siyasete ve siyasetçiye güvensizlik “siyaset karşıtı siyaseti” meşrûlaştıran bir durum haline gelirken, yeni oluşumların söylemini üreten de bir dayanak oluşturuyor. Özellikle, Erdoğan önderliğindeki yeni oluşumun ayırt edici özelliği salt dürüst ve güvenilir kişilerden müteşekkil bir erdemliler hareketi olarak ortaya konuluyor. Halkın sevdiği ve güvendiği herkes bizim hareketimizde yer almalıdır düsturu siyaseti erteleyerek vitrine önem veren bir anlayıştan başka bir şeye tekabül etmiyor. Buradan da konjonktüre uygun söylem üreterek siyaset yapar gibi yapan, eklektik bir siyasal yapı ortaya çıkıyor. Özal döneminden bu yana gördüğümüz gibi kitleselleşme adına farklı siyasal eğilimleri birleştirerek toplumun bütünü ile temsil edilmesi iddiasını taşıyan partiler, esasen siyaseti daraltan özneler oldular. Bu bakımdan farklı eğilimlerin merkezde uzlaştırılarak biraraya getirilmesi, siyasal alanın bilakis küresel sermayenin müdahalesiyle sınırlandırılması anlamına geliyor. Yani burada söz konusu olan, “başkaları”yla müzakereye açık diyalojik bir süreç olarak siyasetin çoğul ifadesi değil, başkalarının susturulmasını sağlayan hegemonik bir süreç olarak küreselleşmenin çok parçalı ifadesidir. Bugün “yenilikçiler”in ateistleri de temsil eden bir parti olacağız demesi, toplumun her kesimini kuşatan “tek parti” anlayışının postmodern bir retoriği olarak anlaşılmaya açık duruyor. Bu retorik tam da, ekonomik çıkar çevreleri, “sivil toplum örgütleri” ve devletin merkez sağda yeniden oluşturulmasını istedikleri hegemonik söylem ile çakışmaktadır. “Yenilikçi” hareketin ve “yeni oluşumlar”ın özgürlükçü nitelikleri, farklılıkları tekil bir yapıda temsil edilebilir kılan herkes adına politika anlayışıyla değil, “başkalarına karşı sorumluluk” olarak ahlâkı siyasetle özdeş kılan anlayışla anlamlı olabilir.
Bugün “yeni oluşumlar”ın siyaset adına gerçek anlamda bir sözlerini duymuş değiliz. Olası bir seçime karşı hazırlıklı olmak için vitrin düzenlemenin ötesinde, Türkiye politikasının sorunları karşısında bir duruş ve tavır geliştirmek olarak bir siyaset projesi göremiyoruz. Bu nedenle, hangi durum veya olay karşısında nasıl bir tavır sergileneceğini kestirebilmek “yeni oluşumlar” için bugün pek mümkün değil; çünkü bunun imkânlarını bize sunmuyorlar. Kamplara girerek siyasetçi ve siyaset bilimcilerin kafa kafaya vermesiyle hazırlanan bir parti programı, her parti programının taşıdığı “ciddiyeti” taşıyacak, işlevi gereği genel ifadelerle dolu, partinin kimliği ile ilgili “flu” bir resim çizen, pratikte tutarlı olacağı şüpheli bir teorik belge olacaktır. Dolayısıyla şu anda “yeni oluşumlar”a ümitle bakmayı gerektirecek pek bir şey olmadığı gibi, aktüel tartışmalar için bile önümüzde bir siyasal metin bulunmamakta, göstergelerin semiyolojik analiziyle idare etmemiz gerekmektedir. Göstergelerin semiyolojik çözümlemeleri, her biri birer kurtarıcı olarak görülen “yeni oluşum” aktörlerinin siyasetin kurtarılmasından çok, küresel sisteme entegrasyonun sağlanmasıyla devletin kurtarılması için işlevsel olduklarını gösteriyor.
Bora, Tanıl (1994): “Türkiye Sağının İdeolojik Bunalımı”, Birikim s. 64.
Buğra, Ayşe (2000): Devlet-Piyasa Karşıtlığının Ötesinde, İletişim
İnsel, Ahmet (1993): İktisat İdeolojisinin Eleştirisi, Birikim Yay.
İnsel, Ahmet (2001): “İsmail Cem’in Postfaşizmi”, Radikal İki 11 Şubat.
İnsel, Ahmet (2001): “Tıkaç İşlevi”, Radikal İki 24 Haziran
İnsel, Ahmet (1995): Düzen ve Kalkınma Kıskacında Türkiye, Ayrıntı Yay.
Kadıoğlu, Ayşe (1997): “Alman Yeni Sağı: Bir Başka Tarihbilim Tartışması”, Toplumbilim, s. 7
Keyman, Fuat (1996): “Demokrasi, Topluluk ve Fark”, Toplum ve Bilim, s. 66
Köker, Levent (1992): “Liberal Demokrasi ve Eleştirileri”, Demokrasi üzerine Yazılar, İmge Yay.
Köker, Levent (1995): “Kimlik, Meşrûluk ve Demokrasi: Türkiye’de Yeni-Muhafazakâr Kültür Politikasının Eleştirisi”, Türkiye’de Politik Kültür, TDV Yay.
Köker, Levent (1996): “Radikal Demokrasi”, Diyalog, s. 1.
Offe, Clause (2001): “Yönetilemezlik: Muhafazakâr Kriz Kuramlarının Yeniden Doğuşu”, Cogito, s. 27
Sakallıoğlu, Ümit Cizre (1995): “Yeni Sağ ve ‘Siyaset Karşıtı Siyaset’”, Toplum ve Bilim, s. 68.
Sarıbay, Ali Yaşar (1994): Postmodernite, Sivil Toplum ve İslam, İletişim. Yay.
“Kriz, eskinin ölmek üzere olup, yeninin doğmamasından kaynaklanır; bu ara dönemde çok çeşitli sağlıksız belirtiler ortaya çıkar.”
Gramsci