İran Cumhurbaşkanı Muhammed Hatemi, tekrar aday olduktan sonra yaptığı konuşmada bir ara gözyaşlarını tutamadı. Samimi olup olmadığı hâlâ tartışılan yaklaşık bir yıllık tereddütten sonra, 4 Mayıs 2001’de İçişleri Bakanlığı’nda aday kaydını yaptıran Hatemi, kırık dökük kelimelerle tıkanarak konuştuğu sırada, geçen 4 yılda uygulamaya çalıştığı reformlara çıkarılan engeller, reformlar için ödenen ve gelecekte de ödenecek olan ağır bedellerden bahsediyordu. Mümkün olsa halka cumhurbaşkanlığı dışında başka bir yerde hizmet etmeyi tercih ederdim diyen Hatemi, ama halkın aday olması yönünde tecelli eden tercihini kendi kişisel tercihine üstün tuttuğu için aday olduğunu söyledi.[1]
Aslında Hatemi’nin uzun süre anılardan silinmeyecek bir sahne oluşturan bu ağlamaklı konuşmasının yansıttığı ruh hali, cumhurbaşkanlığına geldiği 1997’den bu yana geçen dört yılda İran’ın yaşadığı gelişmelerin özetini ve İranlıların büyük bir çoğunluğunun ruh halini de yansıtıyor: halkın yüzde 70’lik oyu ile bir ülkenin yürütme gücünün başına gelen reformcu bir cumhurbaşkanının, yine halkın oyu ile Meclis’teki sandalyelerin üçte ikisine sahip olarak neredeyse mutlak bir çoğunluk sağlayan reformcu partilerin desteğine rağmen, ülke Anayasası çerçevesinde yapmak istediği en küçük değişiklikleri bile yapamamasının verdiği acz ve bunları yapmaya söz verdiği halk karşısında duyduğu eziklik. Ama bütün bunlara rağmen ve belki gelecek dört yılda da elinin kolunun aynı şekilde, belki daha da fazla ve sinir bozucu bir biçimde, neredeyse alay edercesine bağlı kalacağını bile bile, ikinci kez yine aynı göreve talip olmanın yarattığı, neredeyse “sunağa giden bir kurbanın” ruh hali. İlginçtir, reformcuların bütün seçim kampanyası dönemince temel sloganları, belki de bu ümitsizlik duygusundan dolayı “Ya Ali, Meded” sloganıydı.
Şunu unutmamak gerekir ki, Hatemi, en azından “Ortadoğu ve Balkanlar” bölgesinde “muhalefetin başı” olan iki cumhurbaşkanından biridir: Diğerini hepimiz az çok biliyoruz, A. Necdet Sezer.
Bu, “kendisi iktidarda, taraftarları hapiste”[2] muhalefet lideri, 8 Haziran’da yapılan cumhurbaşkanlığı seçimlerini de yine 1997 seçimlerinde olduğu gibi sürpriz bir şekilde kazandı. Hayır, bu kez ilkinin tersine, kazanmasını herkes bekliyordu, ama oy sayısını ve oranını arttırmasını kimse beklemiyordu. Sürpriz bu oldu.
Hatemi’nin seçimi büyük bir farkla tekrar kazanmasından sonra, reformcu İran basını “Gülümseme geri döndü”[3] manşetini attı. Hatemi’nin gülümseyen bir fotoğrafı eşliğinde bu manşeti atan gazeteler, daha bir yıl önce, reform karşıtı muhafazakârların ağır baskıları altında bunalan ve artık alamet-i farikası haline gelen gülümsemesi yüzünden kaybolan Hatemi’ye genç bir Besic (gönüllü milis) kızın mektup yazarak, “Seyid, tekrar gül artık” demesine gönderme yapıyorlardı.
Hatemi, reformcuların “reformun devam edip etmeyeceği konusunda bir referandum” olarak niteledikleri seçimi, kullanılan oyların yüzde 78’ini alarak kazandı.[4] Bu sonuçlar reformcular tarafından “halkın reformlara ve hedeflerine inandığı ve reformların takipçisi olduğunu göstermesi” olarak yorumlandı.[5] Bu yorum bir ölçüde doğru idi, ancak 1997’de yüzde 79.74 olan seçimlere katılım oranını son seçimde 66.60’a düştüğünü de gözardı etmemek gerekiyor. Bu düşüşte elbette, reformlara halk desteğinin azaldığını gösterecek bir sonuç alarak Hatemi ve reform hareketini zayıf düşürmek için katılımı mümkün olduğunca düşürmeye çalışan, hattâ bunun için ortak bir aday bile çıkarmayan muhafazakâr kanadın çabalarının da büyük payı var. Elbette yenileceği açıkça belli olan bir aday çıkararak prestijlerini daha fazla riske atmak istemediler.[6] Fakat yaklaşık 14 milyon seçmenin seçimlere katılmaması yine de önemli bir gösterge. 1997’de yüzde 79.74 olan katılım oranındaki yüzde 14’lük düşüşün önemli bir kısmını geçen seçimlerde reform umudu ile Hatemi’ye oy verip de son dört yıl içinde ümitsizliğe kapılanların oluşturduğunu söylemek mümkün. Ancak 1997’deki katılım oranının, İran’da 1979 İslâm devriminden bu yana yapılan seçim ve referandumlarda en yüksek ikinci katılım oranı olarak, ayrıksı bir şey olduğunu da hatırlamakta yarar var. 1997 seçimlerindeki katılım oranının yüksek olmasının en önemli nedeni ise, bıkkın halkın bir umut ışığı olarak gördüğü Hatemi’yi muhafazakâr aday Natık Nuri’nin karşısında desteklemek için sandıklara akmasıydı.[7] Seçimlere katılmayan bir kısım reformcu seçmenin ise, zaten Hatemi’nin kaybetmesi tehlikesi olmadığı düşüncesiyle sandıklara gitmediği açıktır.[8] Öyle ki, eğer reformcular, muhafazakârların seçimlerden oy sayısı ve oranı düşerek çıkmış “güçsüz bir cumhurbaşkanı” yaratma stratejisini görerek, son hafta içinde katılımın artması yönündeki çabalarını ve propagandalarını arttırmasalardı, belki katılım daha da düşük olacaktı.
Ayrıca, Hatemi, ikinci kez cumhurbaşkanlığını kazandığı seçimden oy oranını arttırarak çıkan ilk cumhurbaşkanı oldu. Hatemi’den önceki iki cumhurbaşkanı, şimdiki dinî lider Ali Hamaney ve Haşimi Rafsancani, ikinci kez cumhurbaşkanı olduklarında oy oranlarında önemli düşüşler yaşanmıştı. Hamaney ilk kez cumhurbaşkanı seçildiği ve katılımın yüzde 75.08 olduğu 1981’de yüzde 94.41 oy alırken, ikinci kez cumhurbaşkanı seçildiği 1985’de, hem katılım yüzde 54.90’a, hem de aldığı oy oranı yüzde 85.72’ye düşmüştü. Rafsancani için de durum aynıydı. İlk kez cumhurbaşkanı seçildiği 1989’da katılım yüzde 54.90, aldığı oy oranı yüzde 94.52 olan Rafsancani’nin ikinci kez seçildiği 1993’de hem katılımın yüzde 50.66’ya, hem de aldığı oy oranının yüzde 62.91’e düştüğünü görüyoruz.[9]
Her halükârda, Hatemi’nin geçen seçimlere göre oylarını hem mutlak sayı hem de oran olarak arttırmış olması, desteğinin hâlâ devam ettiğinin ve halkın bütün baskılara rağmen ve büyük ölçüde bu yüzden reform ve değişim istemeye devam ettiğinin önemli bir göstergesi olarak alınabilir.
Çünkü reform karşıtlarının çıkardığı krizlerin amacı, halka, reformcular cumhurbaşkanlığını kazanmakla kalmayıp Meclis’te de çoğunluğu sağlasa bile hiçbir şey yapamayacağı fikrini empoze ederek, hiçbir şeyin değişmeyeceği şeklinde bir ümitsizlik duygusu yaratmaktı.[10]
Hatemi’nin yeniden aday olmakta tereddüt geçirmesine neden olan ve karar vermesini geciktiren, muhafazakârların reformları engellemek için çıkardığı krizler öyle boyutlara ulaşmıştı ki, cumhurbaşkanı geçen dört yılı “krizler tüneli” olarak tanımladı. İçişleri Bakanlığı’nda yapılan Kamu Güvenliği ve Ulusal Dayanışma Semineri’ni açarken yaptığı konuşmada geçen dört yılda hükümetinin her 9 günde bir siyasî bir krizle yüzyüze geldiğini belirten Hatemi,[11] toplumun asıl olarak iki kaynaktan tehdit edildiğini söyledi: İslâmi sistemi benimsemeyenler ve kendi dogmatik anlayışlarını İslâm diye yaymak ve benimsetmek için her şeyi yapan ve buna rağmen “dokunulmazlıkları” olan çevreler, yani muhafazakâr baskı grupları. Ve İran’ın son dört yılda yaşadığı iç krizler de asıl olarak bu İslâm adına kendi dogmatik fikirlerini topluma dayatmaya çalışan ve bunun önündeki en büyük engel olarak gördükleri reformcuları yok etmek için elinden geleni yapan muhafazakâr akımdan kaynaklandı.
Bu baskılar ve krizler nedeniyle Hatemi, ülke içinde gerçekleştirmeye çalıştığı neredeyse hiçbir değişikliği tam olarak, hattâ kısmen bile gerçekleştiremedi. Basın özgürlüğünü koruması, muhafazakârların egemenliğindeki mahkemelerin reformcu gazeteleri neredeyse toptan kapatması ve yeniden çıkanları da teker teker kapatması nedeniyle mümkün olmadı. Düşünce ve ifade hürriyeti, bu hürriyetlerinin olduğuna inananların kendilerini hapislerde bulmaları ile sonuçlandı. Kanun egemenliğini sağlama çabaları, şiddete başvuran muhafazakâr grupları önleme konusunda gönülsüz davranan güvenlik kuvvetleri ve “mecburen” yakalananları yargılama konusunda gönülsüz davranan mahkemelerin uzlaşmaz ve işbirliğine yanaşmaz tutumu ile büyük ölçüde sekteye uğradı. Reformcuların çoğunluk sağladığı Meclis ise, çıkardığı, reform programının önünü açacak ve kendileri de reform programının birer parçası olan yasaların yürürlüğe girmesini, ya yasaların Anayasa ve şeriata uygunluğunu denetleyen muhafazakâr Anayasayı Koruyucular Konseyi’nin veto etmesi, ya da bazı durumlarda bunu bile beklemeden dinî liderin doğrudan müdahalesi ile engellendiği için gerçekleştiremedi.
Meclis bu türden ilk müdahaleyi Ağustos 2000’de Basın Yasasını daha da özgürlükçü hale getirmek için sunulan kanun tasarısını görüşmesi, bizzat dinî liderin emri ile yasaklandığında yaşadı. Muhafazakâr Anayasayı Koruyucular Konseyi’nin üye kompozisyonunu değiştirme girişimi ise güya bir “Anayasal krize” yol açtı. Meclis Anayasa gereği olan Konsey’in sivil üyelerini seçme hakkını bile özgürce kullanamadı. Muhafazakâr Yargı Erki Başkanı’nın üç sivil[12] üye için sunduğu 6 adayın sadece birini onaylayıp diğerlerini reddeden Meclis, Yargı Erki Başkanı’nın sunduğu yeni adayları da “muhafazakâr” oldukları gerekçesiyle reddedince kıyamet koptu. Aşırı muhafazakâr Keyhan gazetesi Meclis’in kanuni varlığının artık olmadığı manşetini atınca,[13] dinî lider Ayetullah Hamaney, Hatemi’nin ikinci dönem cumhurbaşkanlığı görevine başlaması için 5 Ağustos’ta Meclis’te yapılması gereken yemin törenini, Anayasayı Koruyucular Konseyi üyelerinin yemin töreninde tam kadro bulunmaları gerektiği şeklindeki muhafazakâr tezi destekleyerek, bütün üyeler seçilinceye kadar erteledi. Ve seçim için bir formül bulunması görevini Haşimi Rafsancani’nin başkanlık ettiği Düzenin Yararını Teşhis Heyeti’ne verdi. Heyet, içeriği açıklanmayan tartışmalardan sonra, Meclis’te Konsey üyeliği için yapılacak seçimin ikinci turunda basit çoğunluğun yeterli olacağına, yani sunulan adayların ne kadar oy aldıklarına bakılmaksızın, en çok oy alanların Konsey’e seçileceklerine karar verdi. Sonuçta 7 Ağustos’ta yapılan oylamada Konsey’in eksik iki üyesi 290 üyeli Meclis’te 242 milletvekilinin katıldığı oturumda 64 ve 62 oy alarak seçilirken, bulunan çözüme ve Meclis’in seçme yetkisinin elinden alınmasına tepki gösteren 162 reformcu milletvekili boş oy verdi. Hatemi ancak Meclis bu iki üyeyi seçtikten sonra, ertesi gün üç gün gecikmeyle yemin ederek görevine başlayabildi.
Bu seçimin seyri, Şubat 2000 milletvekilleri seçiminde halkın oy vermeyerek cezalandırdığı eski Cumhurbaşkanı Rafsancani’nin hâlâ reformcuları affetmediği ve intikam almaya devam ettiğini göstermesinin yanısıra,[14] İran siyasal sisteminin yapısında, atanmış kurumların seçilmiş kurumlara üstünlüğünü apaçık biçimde göstermesi açısından da önemli. Ve düzen içinde düzeltme (reform) umutlarını kıracak kadar kesin.
Aslında her şey, İran devlet yapısında güçler ayrılığının iyi tanımlanmamış olması ve her şeyin sonunda dinî lidere bağlanmış olmasının, pratikte yürütmenin cumhurbaşkanı ve hükümet kanadının önünü tıkamasından kaynaklanıyor. 1979 Anayasası ve 1989’da yapılan Anayasa değişikliği ile çerçevesi belirlenen İran İslâm Cumhuriyeti rejiminde, her ne kadar Anayasa’da bir kuvvetler ayrılığı öngörülmüş gibi görünse de, pratikte “kanundaki şekli ile bir kuvvetler ayrılığı yok.” Dolayısıyla yürütmenin önündeki engeller, “sistemin yapısından kaynaklanıyor.”[15] Bu sistemin yapısı, sadece seçilen (demokratik) ve atanan (demokratik olmayan) unsurlar arasındaki çelişkileri değil, aynı zamanda iktidarın ilahi olan ve olmayan meşrûiyet kaynakları ve nitelikleri arasındaki çelişkiyi de taşıyor.
“İslâm Cumhuriyeti” rejiminin cumhuriyetçi niteliğini vurgulayan reformcular için rejimin meşrûiyeti halk oyuna dayanmasından gelir. Rejimin niteliğini belirleyen de halktır. Önde gelen reformcu siyasetçilerden, Tahran milletvekili ve Meclis Ulusal Güvenlik ve Dış Politika Komisyonu Başkan Yardımcısı Muhsin Armin’in şu sözleri bunun çok manidar ve açık bir ifadesidir: “İslâm devrimi halka (bir) inanç vermedi, ama halkın inançları temelinde gerçekleşti. Devrimin sonucu cumhuriyetçilikti.”[16] Ama rejimin “İslâmi” niteliğini öne çıkararak halkçı niteliğini başından beri silmeye çalışan muhafazakârlar için bu meşrûiyetin kaynağı, ilahidir, Tanrıdan gelir. Ve halkın oyuyla desteklenip desteklenmemesi önemli değildir, sonucu değiştirmez. “Toplumda ancak Allah’ın rızası doğrultusunda olan kanunlar geçerli olabilir. Halkın oyu ancak Allah’ın hükmüne karşıt, onunla çelişkili olmadığı zamanlar geçerlilik kazanır.”[17] Eski Tahran milletvekili ve muhafazakâr sağın temel örgütlerinden İslâmi Dernekler Koalisyonu’nun yönetim kurulu üyesi Hamid Rıza Taragi, bu görüşü daha açık ve samimi bir şekilde dile getiriyor:
“İslâmi rejimimizin meşrûiyeti Allah’tan gelir. Halkın desteğini anlamlı kılan bu ilahi meşrûiyettir. Bu meşrûiyet halk rejimi desteklemeyi bıraksa bile ortadan kalkmaz”[18]
Bugünkü siyasî kanatlar da bu bölünme hattı üzerinde belirlenip konumlanırlar: rejimin meşrûiyetinin nihai olarak halk oyuna dayalı olduğunu savunan reformcular, halkın doğrudan oyu ile belirlenen cumhurbaşkanlığı, Meclis, Belediye ve köy meclisleri için son dört yılda yapılan dört seçimi de büyük çoğunlukla kazanarak bu kurumlarda hâkimiyet sağlarken, rejimin meşrûiyetinin ilahi kaynaktan geldiğini savunan muhafazakârlar dinî liderlik ile onun belirlediği atanmış ve reformları engelleyen kurumları ellerinde tutuyorlar: Anayasayı Koruyucular Konseyi, Düzenin Yararını Teşhis Heyeti gibi kurumlarla polis ve devrim muhafızları gibi askeri kurumlar. Ve uygulamada Dinî Lider ve üyelerini ya da başlarını atadığı, atanmış kurumlar, seçilmiş kurumlara göre, daha fazla ağırlığa ve belirleyiciliğe sahip olurlar.
LAİKLİK TARTIŞMASI
Dolayısıyla süreç içinde, rejimin niteliği ve ne olduğu ile ilgili tartışmalardaki farklı pozisyonlar doğal olarak, dinle siyasetin ilişkisi sorununa dayanıyor. Her ne kadar reformcular, Hatemi dahil önde gelen liderlerinin ağzından binlerce defa dinin ve din adamlarının (ruhaniyet, kaba Türkçe tabiri ile mollaların) devlet yönetimindeki önemini ve toplumdaki vazgeçilmez rolünü kabul ettiklerini ve savunduklarını açıkça ilân etse de, muhafazakârların bu konudaki iddiaları bitmiyor. Ve reformcuları İslâmi rejimi satmakla, laikliği geri getirmeye çalışmakla suçluyorlar. Bu hem bir sıkıştırma taktiği hem de bir gerçeğin itirafı gibi aslında. İran İslâm devriminin başından beri, belki de Humeyni’nin kişiliğinde vücut bulan devrimin ruhani ve halkçı karakterlerinin çelişkisi, Humeyni’nin ölümünden hemen sonra başlayan muhafazakârların egemenliği döneminde ruhaniyetin ve ilahi kaynak teorisinin lehine çözülmüş görünüyordu. Ancak, bu yukarıdan aşağı, zorla empoze edilen çözüm, İran’daki İslâmcı geleneğin yüz yıl aşkın süredir kendine sorduğu “nasıl bir modern devlet kurarız ve bunun ruhban sınıfı ile ilişkisi nedir” sorusunun yeniden sorulmaya başlamasına da hız verdi bu zorlama çözüm sorgulanmaya başlandı. Daha 1987 gibi erken bir tarihten itibaren bu tartışmalar başlamıştı ve sonuçta, başta Abdülkerim Suruş gibi “sivil” dinî aydınlar olmak üzere, diğer modernist ve reformcu ruhani düşünürler de öyle bir noktaya geldiler ki, ya dinin devlet işlerinden ayrılması ya da devletin, daha geniş anlamıyla siyasetin dine müdahale etmemesi gerektiği fikri, açık ya da örtük, değişik formüller altında savunulur oldu.[19] Çünkü bir devrimin ardından oluşturulan İran İslâm Cumhuriyeti’nde, tıpkı siyasal İslâmcı akımların ve bu iddiayla kurulan devletlerin diğerlerinde olduğu gibi, her ne kadar sanki din siyaseti belirliyor gibi görünse de, belirleyici olanın siyaset olduğu her zaman açıkça ortadaydı. Bu durum, din adamı (ruhani) olsun olmasın dindar aydınların, “din devleti” kurmak için yola çıkan İran devriminin sonunda, İran’da Şiiliğin yeniden, Safavi Hanedanı dönemindeki gibi bir “devlet dini” haline gelmesine ve dinin ve Şii dinadamları sınıfının (ruhaniyet) ve dinî medreselerin bağımsızlığının ortadan kalkmasına neden olduğu suçlamalarını gündeme getirmelerine yol açtı.[20]
Muhafazakârlar kendi İslâm anlayışlarına yönelik her türlü eleştiriyi, “asıl düşmanla işbirliği yapıyorlar” “laiklik istiyorlar, dini devletten ayırmak istiyorlar” suçlamasıyla karşılarken,[21] bu tür eleştirilere karşı reformcular son zamanlarda sert karşılıklar vermeye ve “laikliğin yayılmasının nedeninin, katı din yorumu olduğunu söylemeye başladılar. Önde gelen reformculardan Cumhurbaşkanı danışmanı ve eski istihbarat bakan yardımcısı, Kar ve Karger (İş ve İşçi) Gazetesi Genel Yayın Yönetmeni Ali Rabii, bu suçlamalara karşı, “eğer laikliğin yayılmasından endişeleniyorsanız, dini siyasete alet etmeyin” deyiverdi.[22] Hatemi ise, 2. Dönem cumhurbaşkanlığına resmen başlamak için 8 Ağustos’ta Meclis’te düzenlenen yemin töreninde yaptığı konuşmada aynı noktaya işaret ederek, muhafazakârları açıkça laikliğin yayılmasına neden olmakla suçlayarak,
“Dar ve modası geçmiş fikirleri empoze etmek, zora ve din-dışı yollara başvurmak dindarlığa en büyük ihanettir ve bu tür faktörler laikliğin yayılmasına ve yeniden ortaya çıkmasına yardım ediyor”
dedi.[23]
İşin ilginci, İslâmın katı yorum ve uygulamalarının laikliği beslediği fikri, artık sadece reformcuların değil, merkez-ılımlı muhafazakârların da kabul ettiği bir fikir. Örneğin bu kanadın önde gelen temsilcilerinden, eski Kum milletvekili ve İntihab gazetesinin imtiyaz sahibi Hüccetülislâm Taha Haşimi de aynı fikirde. Haşimi dinde bu kısır ve kapalı algılamaların devam etmesi durumunda “laik eğilimin daha başarılı olacağını söylüyor.[24]
Dolayısıyla, reformcu parti ve siyasetçiler, din ve devlet işlerinin ayrılması olmasa bile, İran İslâm Cumhuriyeti rejiminin temel ilkeleri çerçevesinde, dinî otorite ile siyasî otoritenin kökenlerinin, kaynaklarının ayrılığının kabul edilmesini, dinin siyasetin ve belirli “dünyevi” çıkar gruplarının sultasından kurtulmasının yolu olarak görüyorlar.
İktidarın meşrûiyeti ile dinin ve siyasî otoritenin kaynaklarının birbiriyle ilişkisi konusunda pratikte çözülmesi gereken sorun ise, İran dinî liderinin konumunun ne olacağı. Anayasaya göre bütün kurumlar üstünde olan ve temel politikaları belirlemek ve üç erk arasında koordinasyonla sorumlu olan Dinî Lider, özellikle Hatemi’nin seçildiği 1997’den sonraki tutumu ile her ne kadar tarafsız görünümünü korumaya çalışsa da muhafazakârlardan yana müdahaleleri ile reformların önündeki en büyük engellerden biri olduğunu gösterdi. Hamaney, daha başından beri Ayetullah Humeyni’nin karizması ve gücüne sahip olmamasına rağmen,[25] paradoksal bir şekilde, son iki yıl içindeki uygulamaları ile ondan daha fazla günlük politikaya müdahale eder hale geldi. Bu yöndeki ilk müdahalesini basın kanununun reformcu meclis tarafından iyileştirilmesini önleyerek yapan Hamaney[26] özellikle kendisine bağlı kurumların meclis tarafından denetlenmesi ile ilgili tutumu ve son olarak Cumhurbaşkanı Hatemi’nin 2. Cumhurbaşkanlığı dönemine başlaması için yapılacak yemin törenini ertelemesindeki tutumu ile, açıkça Meclis’in iradesini diğer seçilmemiş kurumların iradelerine tâbi kılan ve eski Cumhurbaşkanı Haşimi Rafsancani’nin başında bulunduğu Düzenin Yararını Teşhis Heyeti aracılığıyla muhafazakârları destekleyen müdahalelerde bulundu.
Bütün bu müdahaleler bir kez daha açık bir biçimde gösterdi ki, İran rejiminin çerçevesi içinde, dinî liderin konumu ile ilgili sorun, yani dinî liderin sürekli günlük siyasete müdahale eden ve muhafazakâr kanadın sıkıştıkça başvurduğu bir baskı mekanizması olarak işlev görmesi durumu, belirli güç dengelerinin değişmesi ile çözümlenmedikçe; ve bunun çözümü ile birlikte, dinî lidere bağlı, halkoyu ile doğrudan seçilmeyen organların siyasî rejim içindeki yeri düzeltilmedikçe, meclis ve cumhurbaşkanlığı ile yerel meclislerde şekillenen reformlar ve daha çok demokrasi (dinî veya değil) isteğinin normal kanallardan sonuca ulaşması ve değişimin en azından yakın gelecekte düzenin sınırları çerçevesinde normal kanallardan tedricen gerçekleşmesi ihtimali uzak görünüyor.
DEĞİŞİMİN KOŞULLARI
Bu değişimin gerçekleşmesi için, asgari şartları, Hatemi’nin uzun süren adaylık konusundaki tereddüt döneminde muhafazakâr kanat ve Dinî Liderle süren görüşmelerinde “yeniden aday olmak için şart koştuğu” ileri sürülen sekiz koşulda görmek mümkün. Bu şart koşmanın doğru olup olmadığı konusunda herhangi bir açıklama yok, ama, reform hareketinin asgari kurumsal çerçevede başarılı olabilmesinin yanısıra, reformcuların “bütün dünya Müslümanlarına örnek teşkil edecek bir deneyim olarak” propagandasını yaptığı “İslâmi demokrasinin”[27] kurulabilmesi için karşılanması gereken asgari koşulların bir dökümü olması açısından öğretici.
İlk olarak bir Arap gazetesinde yayımlanan ve daha sonra İran basınında da yer verilen bu listeye göre, Hatemi, yargıdaki bazı kişilerin değiştirilmesi, Anayasa’ya herkesin uyması, İran Radyo Televizyon Kurumu (IRIB) üzerinde hükümet kontrolü, kabine üyelerini seçmede cumhurbaşkanının tam yetkili olması, basın özgürlüğünün sağlanması ve basın yasasının değiştirilmesi, Meclis’in bağımsızlığına saygı, mevcut İstihbarat Bakanlığı’na paralel istihbarat kurumlarının lağvedilmesi ve Anayasayı Koruyucular Konseyi ve Düzenin Yararını Teşhis Heyeti gibi siyaseti doğrudan etkileyen seçilmemiş, atanmış kurumların fonksiyonları ve çalışma şekillerinin açık bir biçimde belirlenmesini istiyordu.[28]
Tahran Basın Mahkemesi’ndeki tek bir yargıcın ulusal çapta yayın yapan reformcu dergi ve gazeteler hakkında verilen neredeyse bütün kapatma cezalarının altında imzasının bulunduğu, yeminine göre Anayasa’nın uygulanmasını sağlamakla sorumlu olan Cumhurbaşkanının bu çabalarının hiçbir sonuç vermediği, mahkemelerin, kendilerini eleştiren reformcu milletvekillerini gözaltına alıp, ona yakın milletvekili hakkında Meclis’te yaptıkları konuşmalar ya da sahibi bulundukları gazetelerde yayımlanan haber veya makaleler nedeniyle dava açtığı, milletvekillerinin Meclis’te yaptığı konuşmalar için bile hapis cezalarına çarptırıldığı,[29] ülkenin resmî istihbarat bakanlığının “bizde öyle bir bilgi yok” açıklamasına rağmen geçen Mart ayında, İran Özgürlük Hareketi adlı liberal İslâmcı partiye üye veya bu partiye yakın 60 kadar liberal İslâmcı siyasetçi ve gazetecinin durup dururken, “Amerika ile işbirliği yaparak rejimi yıkmayı planlıyorlardı” gerekçesiyle tutuklandığı, muhafazakârların propaganda organı ve reformculara karşı bir suçlama tribünü gibi çalışan ve ülkenin cumhurbaşkanlığı seçimlerinin sonuçlarını birinci haber değerinde görmeyen bir radyo televizyon kurumunun bulunduğu, Meclis’in çıkardığı her yasayı baştan reddetmeye kararlı muhafazakâr bir Anayasa Koruyucular Konseyi ve bu iki kurum arasındaki her anlaşmazlıkta Konseyi haklı bulan bir sözde “arabulucu” Teşhis Heyeti’nin var olduğu, “normal olarak” yürütme gücünü kullanmak isteyen bir cumhurbaşkanı için bu koşullar öne sürülmesi normal koşullardır. Ama ortada bu koşulların kabul edildiğini, hattâ ciddiye alındığını gösteren bir işaret olmadığı gibi, aksini gösteren ve krizi daha da ağırlaştıran gelişmeler seçimlerden sonra hızlanarak yaşanmaya devam etti.
SOKAĞA SALDIRI
Ve bu gelişmeler Temmuz-Ağustos aylarında kelimenin gerçek anlamıyla “garip” ama anlaşılır bir seyir izlemeye başladı.
Kurumsal düzeyde siyasî yapıdaki bütün kısıtlamalarını ve reformları engelleyen tıkaçlarını başarıyla tamamlayan muhafazakârlar, artık hükümeti daha da sıkıştırmak ve krizi derinleştirmek için şimdi sokağa inerek halkı cezalandırmaya ve baskıyı arttırmaya başladılar.[30]
Önce İran’da uzun süredir “unutulan” suçluların sokakta kırbaçlanması uygulaması, İçişleri Bakanlığı’nın bütün karşı çıkmalarına, bazı Ayetullahların Kuran’da bile yerinin olmadığını söylemesine rağmen, neredeyse her hafta hem de başkent Tahran’ın en işlek caddelerinde olağan uygulama haline getirildi. Ardından, Ağustos’un 3. haftasında önce Kum’da sonra da başkent Tahran’da, “anti-Batı kültürü seferberlik” ilân edildi. Hükümetten bağımsız ve başına buyruk İran polisi, sanki hükümete değil de Yargı Erki’ne bağlıymış gibi, Yargı Erki Başkanının “toplumsal fesat ve çürümeye karşı bir seferberlik başlatılacağı ve İslâmi ceza kurallarının uygulanmasının arttırılacağı” açıklamasını takiben bu iki kentte yayımladığı benzer bir bildiri ile halkın bir nebze nefes alabildiği sokaktaki, alışveriş merkezlerindeki, kafe ve restoranlardaki, treking alanlarındaki yaşamını kıskaca alan bir dizi yasak getirdi.
Mağazalarda izinli de olsa yüksek sesle müzik çalınması, “hicabı kötü”, yani polisin keyfine göre kötü örtünmüş diyeceği kadınlara restoranlarda hizmet verilmesi, Kum’da mağazalarda kravat takılması, Batılı starların ve hattâ müzik aletlerinin, başı açık kadınların fotoğraflarının basılı olduğu tişörtlerin satılması, vitrinlerde kadın iç çamaşırı ve çıplak cansız manken sergilenmesi yasaklandı.
Hattâ Kum’da “Batı tipi saç kesimi” de yasaklar arasına sokuldu. Seyyar hâkim ve kırbaç ekipleri çıkarıldı. Seyyar hâkimlerin verdiği kırbaç cezaları anında uygulanmaya başlandı. Böylece Hatemi’nin gelmesi ile sokakta yaşanan nisbi ama büyük rahatlama hedef alındı ve siyasî ümitleri söndürülmek istenen, belli oranda söndürülen halkın, nefes aldığı sokak da kıskaç altına alınmaya başlandı.
Elbette bu uygulamaların nereye varacağı bilinmiyor ama gidebileceği doğrultu konusunda canlı bir örnek var: muhafazakârlar dahil İran İslâm Cumhuriyeti yetkililerinin “İslâmın yüzünü çirkinleştirmek” ve “gerçek İslâm olmamakla” suçladığı komşu Afganistan’daki Taliban yönetimi. Batı tipi saç kestirmiş olanlar, ya da saçlarını at kuyruğu uzatmış olanlar, herhalde Afganistan’da sakallarını kesenlerin sakallarının uzamasını beklemek zorunda oldukları gibi, saçlarının uzamasını beklemek ya da, Afganistan’da herkesin berberden kaçmasının aksine berbere gidip, saçlarını uygun biçimde kestirmek zorunda kalacaklar, ya da sokağa çıkmayacaklar. İnsan İran’ın en ünlü yönetmenlerinden Muhsin Mahmelbaf’ın Kahdahar’a Yolculuk filminde, takma sakal kullanan Amerikalı zenci doktoru hatırlıyor.
Öte yandan, “Batı kültürünün yaydığı çürümüşlüğün”, dinî medreseler ve Hz Masume türbesi dışında, geri kalmış bir taşra kasabası görünümündeki kutsal Kum kentine kadar yayılmış olması işin nereye vardığını ve muhafazakârların “kültür polisliği” yönündeki beyhude çabalarının ümitsizliğini gösteriyor.
Şimdi seçenek daha açık hale geliyor aslında: ya reform, ya da sokak ortası kırbaçlamaları ve “kültür ve ahlak polisliği” ile Talibanlaşma. Kendilerine saldıran muhafazakâr militanlara karşı “Talibana Ölüm” sloganı atan İranlı reformcu öğrencilerinin slogan seçimindeki isabetlilik, böylece bariz bir biçimde ortaya çıkıyor; muhafazakârlar özlerine dönüyorlar.
SONUÇ
Bu gelişmelerin işaret ettiği yönde, reform programının önündeki engeller ve ülke içi krizler geçen dört yıldaki seyrinden de daha hızlı ve yoğun olarak yaşanmaya devam edecek gibi görünüyor. Böyle olması durumunda, halkın ümitsizliğe düşmesi ve siyasî oyuna kısıtlı haliyle bile katılma tutumunun protestocu davranışa dönüşmesi ve bunun birkaç yıl içinde önce zarar verme, sonra da siyasî ve toplumsal istikrara karşı ciddi bir tehdide dönüşmesi mümkün görünüyor. Nitekim, geçen dört yıl içinde de gündelik basit nedenlerden patlak veren yoksul ayaklanmalarının yanısıra, bir kasabanın posta kodunun değiştirilme girişimi gibi tamamen teknik gibi görünen bir olaydan dolayı halkla polis arasında çıkan çatışmalar bile iki gün sürebiliyor.[31] Ağustos ortalarında başkent Tahran’da halkın sokakta idama tepki gösterip polise taşla saldırması, suç oranlarındaki aşırı artış, fuhuş ve uyuşturucu kullanımı gibi toplumsal sorunların boyutlarının kontrol edilemez düzeylere ulaşarak toplumsal istikrarı tehdit edicici hale gelmesi beyin göçünün giderek artması, yoksulluğun yanısıra, bir gelecek ve gelecekte işlerin daha da düzelebileceği ümidinden yoksunluğun yol açtığı “zarar verme” davranışları olarak görülebilir. Ve son iki ayın sokağı sıkıştıran ve baskıyı gündelik hayatta daha da yoğunlaştıran bilinçli muhafazakâr saldırının bu toplumsal bunalım, beyin göçü, ümitsizlik ve sonuçta nedensiz patlamalar gibi gelişmelere hız vermesi beklenebilir. Ve büyük ihtimalle muhafazakâr stratejinin hedefi de bu olsa gerek.
Reformcu İslâmi İran Katılım Cephesi’nin Yönetim Kurulu üyesi ve iki yıl önce aşırı muhafazakâr bir grubun düzenlediği suikastten yarı felçli olarak kurtulan Said Haccariyan, reform hareketinin “ekim, hazırlık” dönemi olarak nitelediği geçen dört yılda yaşadığı, sivil toplum kuruluşlarının oluşturulması, siyasî partilerin kurulması, kanun egemenliği, özgür basın ve kamuoyunun korunup güçlendirilmesi, reform hareketinin dağınıklığı, stratejik bir merkezden yoksunluğu gibi zaafları giderememesi durumunda, gelecekte de her gün yeni bir kriz yaşayacağı ve “baş aşağı düşebileceğine” dikkat çekiyor. Haccariyan, halkta ümitsizliğin hâkim olması durumunda Erich Fromm’un bahsettiği “özgürlükten kaçış” durumunun oluşacağını belirterek şöyle diyor: “Bu durumda halk krizden bıkar ve ekmek ve güvenlik için demokrasisiz istikrara yönelir.” Bunun yaşandığı Türkiye, Pakistan ve Latin Amerika ülkelerinin aksine, “İran’da özel bir askeri oligarşi olmadığını” belirten Haccariyan, “ama eğer reform programı iyi yürümezse bu alternatif bulunur ve bu çok tehlikeli bir alternatif olur” diyor.[32]
Bu tehlikeli alternatife mahkûm olmamak için, İran reformcularının önünde dinî liderin günlük politikaya doğrudan müdahalesini engelleyecek ve kuvvetler ayrılığı sistemini düzene sokacak bir formül bulmak ve bu yöndeki politikaları hayata geçirmek için dört yıl var. Şimdilerde sık sık seslendirilen rejimin sınırları çerçevesindeki bir çözüm, dinî liderin ya doğrudan halk oyu ile seçilmesi ya da tıpkı İngiltere kraliçesi gibi sembolik bir hale getirilmesi biçiminde formüle ediliyor. İlk seçeneğin, dinî liderin ve rejimin meşrûiyetinin kaynağını takdir-i ilahi olarak gören muhafazakârlar için bir kendini inkâr ve asla kabul edilemez bir şart olduğu apaçık ortada. İkinci seçenek ise, evet yetkinin ve meşrûiyetin kaynağının ilahi olması şartını ortadan kaldırmıyor, ama yine de muhafazakârlar için kabul edilemez olduğu ortada.
Gelecek dönemde, herkes merakla bu bilmecenin nasıl çözüleceğini görmeyi bekleyecek.
[1] “(...) Daima vaatlerimi tutmaya çalıştım. Tüm sorunlara rağmen ulusla üzerinde anlaştığım doğrultuyu kaybetmemeye çalıştım ve kaybetmedim de. (...) Reform yolunda çok bedel ödedik. Birçok insan zarar gördü ve hâlâ bazı insanların zarar görme riski var. Elbette kazanımlar az değil ve beraberinde olumlu ve değerli sonuçlar getirmiştir. Fakat bence daha fazla şey elde edebilirdik, ama edemedik. Birçok kazanımı daha az bedelle elde edebiliriz; buna dikkat etmezsek, bunu elde etmek için ileride daha fazla bedel ödememiz gerekir.” Sami Oğuz. (2001) Gülümseyen İslâm: Hatemi’nin Ağzından İran’da Değişim. (İstanbul: Metis Yayınları), ss.104-5.
[2] Hatemi’yi destekleyen reformcu basının yazarları ve gazetecilerle, öğrenci liderleri ve Hatemi’nin son seçim zaferini kutlarken “aşırı davrandıkları” gerekçesiyle cezaya çarptırılan İslâmi İran Katılım Cephesi’nin bazı yerel parti görevlilerinden oluşan onlarca taraftarı, birçoğu düzmece suçlamalarla onlarca yıl hapis cezası almış halde şu anda hapiste yatıyorlar. Hatemi taraftarı gazetecilere verilen cezaların toplamı yüzlerce yılı bulurken, Hatemi’nin iktidara geldiği 1997’den Temmuz 2001’e kadar kapatılan reformcu gazete ve dergilerin sayısı da 50’yi aşmış durumda.
[3] Iran Daily, Haziran 11, 2001. Hatemi seçimden sonra yayımladığı mesajda, “bugünün ve yarının acil talebi, cumhuriyetçiliği sağlamlaştırmak ve derinleştirmek, halkın dine uygun çerçevedeki meşrû haklarını geri vermek, ekonomik alandaki öncelikleri tespit etmek ve halkın acil sorunlarını çözmektir” dedi. Aynı yer.
[4] Hatemi 10 adayın katıldığı 8 Haziran 2001, 8. Cumhurbaşkanlığı seçimlerinde 42 milyon 170 bin 231 seçmenden oy kullanan, 28.160.405 (% 66,77) seçmenin 21.659.053’ünün oyunu alarak, seçimi yüzde 76.90’lık bir oy oranı ve yüzde 15.57 oy alan en yakın rakibinden 51 puan daha fazla oy alarak kazandı. Böylece Hatemi 1997 seçimlerindeki 20.088.338 oyunu, katılım oranının 1997’ye göre 14 puan düştüğü son seçimde 21,659,053’e, 1997’de yüzde 69.10 olan oy oranını ise 8 puan arttırarak yüzde 76.90’a çıkardı. Netayec-e İntihabat-e Heftomin ve Heştomin Riyaset-i Cumhuri-yi İran. (7. ve 8. Dönem Cumhurbaşkanlığı Seçim Sonuçları) İçişleri Bakanlığı Seçim Bölümü İstatistikleri. Haziran 2001. Ayrıca bkz. “Provincial Vote Count in June 8 Elections,” Iran Daily, Suplement on June 8 Presidential Election, Haziran 12, 2001, s.5.
[5] Ataullah Mohacerani, Hayat-ı Nov (Yeni Hayat), 1 Temmuz 2001.
[6] İran seçmenin gözünde muhafazakârlık o kadar kötü bir şey ve muhafazakârlar da bunun o kadar farkındalar ki, seçimlerde aday olan muhafazakâr politikacılar, dağıttıkları propaganda broşürlerindeki özgeçmişlerinde, muhafazakâr siyasî partilerin yöneticisi olduklarını yazmaktan kaçındılar ve kendilerini bağımsız aday diye lanse ettiler. Ortak bir aday veya kendi adlarına aday çıkardıkları durumda uğrayacakları açık ağır yenilginin utancından kaçınmak isteyen muhafazakâr örgütlerin hiçbiri kendi adlarına aday göstermediler ve seçimlerden sonra aldıkları ağır yenilgiyi ise, “biz aday göstermedik ki yenilelim, bizim adayımız yoktu” sözleri ile pişkince geçirmeye çalıştılar.
[7] 1997 İran Cumhurbaşkanlığı seçimlerinin bir değerlendirmesi için bkz. Sami Oğuz-Ruşen Çakır (2000) Hateminin İran’ı. İstanbul: İletişim Yayınları. Üçüncü Bölüm, ss:67-107
[8] Nitekim Hatemi de seçimlere katılımın düşmesini yorumlarken, buna benzer görüşler ileri sürdü. Bkz. “The Third Force,” Millet. Aktaran Iran Daily, (Media Monitör),Temmuz 5, 2001.
[9] Netayec-e Bergozari-yi Heşt Novbet-i İntihabat-e Riyaset-i Cumhuri. (8 Dönem Cumhurbaşkanlığı Seçim Sonuçları). İçişleri Bakanlığı Seçim Bölümü İstatistikleri. Haziran 2001. Ayrıca bkz. Sadık Sohbani, “İran’da 7 dönem cumhurbaşkanlığı seçiminin bir değerlendirmesi,” Hembestegi, 7 Nisan 2001.
[10] Bunda seçimlere katılım oranının düşüşü ile kısıtlı bir başarı kazandıkları görülüyor, ama Hatemi’nin oy sayısının ve oranının artması bu ümitsizlerden dolayı meydana gelen destek kaybını telafi edecek kadar güçlü.
[11] Iran News, 13 Şubat 2001.
[12] Asker olmayan değil, dinadamı olmayan anlamında, yoksa size bir şeyler mi çağrıştırıyor?
[13] Öyle ki, Meclis’in hukuki varlığı bile, ancak, üyelerinin yarısı doğrudan Dinî Lider diğer yarısı Yargı Erki Başkanı’nın önerisi ile Meclis tarafından belirlenen 12 üyeli Anayasayı Koruyucular Konseyi’nin teşkili ile mümkün. İran İslâm Cumhuriyeti Anayasası. Madde 93.
[14] Rafsancani’nin cumhurbaşkanlığında cumhurbaşkanı yardımcısı, Hatemi hükümetinde de Kültür Bakanı olan Ataullah Mohacerani, seçimlerden önce geçmiş dönemi değerlendirirken, sol “reformcuların Rafsancani’ye saldırmasının bir hata olduğuna ve barışma zamanının geldiğine” işaret ediyordu. Nevruz, 2 Haziran 2001.
[15] “Kriz Yaratanlar 8 Haziran’da pişman olacak,” Ataullah Mohacerani ile söyleşi, Nevruz, 2 Haziran 2001. Muhafazakârların ağır baskısı sonucu tıpkı Cumhurbaşkanı Muhammed Hatemi’nin 1992’de yaptığı gibi Aralık 2000’de Kültür Bakanlığı’ndan istifa etmek zorunda kalan Mohacerani bu söyleşide, engellere örnek olarak, Cumhurbaşkanının her yurt dışı ve yurt içi gezisi öncesi mahkemelerin birilerini tutuklayarak kriz yarattığını ve bunun uluslar arası alanda etkisi olduğunu, bu krizlerin cumhurbaşkanının programlarının tıkanmasına neden olduğunu, muhafazakârların kriz çıkrama konusunda çok başarılı olduklarını söyledikten sonra, kendilerinin bu krizleri daha da derinleştirmeme kaygısı ile gerçeklerin hepsini açıklayamadıkları hattâ kendisinin istifa nedenlerini bile tam olarak açıklayamadığını belirterek “daha zamanı değil” diyor. Ama bu gerçeklerin kaydedildiğini, halkın açıklanmayanları da anladığını söyleyen Mohacerani, krizlerin atlatıldığını ama çok bedel ödendiğini söylüyor.
[16] Iran News, 3 June 2001.
[17] Hatemi’nin İran’ı, s.141
[18] “Iran’s Hard Liners Admit Change Needed,” AP, 12 Haziran 2001. Bu sözleri daha anlamlı (!) kılan ise, Taragi’nin bunları ağır bir seçim yenilgisi karşısında kaldıkları ve “bu yenilgi karşısında mesajlarını halka daha iyi anlatmak için bazı değişiklikler yapmaları gerektiğini” kabul ettiği demeçte söylemiş olması. Halk öyle bir şeydir ki, ne onla olur, ne onsuz!
[19] Bkz. “The Temptation of Democracy: A Conversation with Morad Saghafi,” Middle East Report, no:212, (Güzl 1999).
[20] Bkz. Yusuf Eşkevari, “Independenc of Religious Authority, a Spiritual & National Need,” Iran-e Ferda, no:16, Şubat 1995, ss:64:66. (alındığı kaynak, www.netiran.com). Liberal-milliyetçi İslâmcılara yakın olarak bilinen dinadamı Hüccetülİslâm Hasan Yusufi Eşkevari bu tür eleştirilerinin sonucunda 2000 yılında Berlin Konferansı’ndan Tahran’a dönüşünde tutuklandı ve Ruhaniyet Özel Mahkemesi’nde “dinden çıkma çıkma suçlamasıyla ve idam cezası istemiyle yargılandı. Yargılanıp mahkum olan Eşkevari’nin halen hangi cezaya çarptırıldığı açıklanmadı. Ve Haşim Ağaçeri ile görüşme “Religious State” and not “State Religion,” Asr-ı Ma, vol.7, no:174, 9 Ağustos 2000, ss:4-5 (Alındığı kaynak. www.netiran.com)
[21] Devrim Muhafızları Komutanı Tuğgeneral Rahim Safavi, son sert çıkışlarından birinde “dini devletten ayırarak rejimi yıkmaya çalışıyorlar, arkalarında ABD ve Siyonistler (İsrail) var” dedi. Iran News July 18, 2001.
[22] İran, 1 Temmuz 2001.
[23] Nevruz, 9 Temmuz 2001.
[24] “The Real Face of Islam,” Time Europe, 10 June, 2001. (http://www.time.com/time/europe/me/daily/0,9868,128920,00.html)
[25] Hamaney’in dinî liderliğine açık bir itiraz ve sonuçları ile ilgili olarak bkz. Serhat Gülmez “İran:Yıpratma Savaşları Sürüyor,” Birikim, No:133 (Mayıs 2000), ss. 90-102.
[26] Hatemi’nin İran’ı, s.223.
[27] Hatemi’nin diğer dillere “İslâmi demokrasi” diye çevrilen deyimi, aslında tam karşılığı “İslâmi halk egemenliği” veya “İslâmi halkçılık” demek olan “merdumsalari”dir. Ancak reformcu milletvekilleri ve yazarların, hattâ zaman zaman Hatemi’nin kendisinin de “İslâmi demokrasi (demokrasiyi İslâmi)” veya “dini demokrasi (demokrasiyi dini) deyimini dönüşümlü ve aynı anlamda kullandıkları görülmektedir.
[28] Khatami’s ‘Eight Conditions’ for Entering the Presidental Race. (http://www.iranmania.com/elections/8conditions.asp)
[29] En son Tahran Milletvekili Fatıma Hakikatcu’nun 22 ay hapis cezasına çarptırılması ile hapis cezası verilen milletvekili sayısı 3’e çıktı. Haklarında şu ya da bu nedenle dava açılan milletvekili sayısı ise 20’yi aşmış durumda.
[30] Reformcu Seda-yı Adalet gazetesi yayınladığı bir yorumda “hepimiz 1997 cumhurbaşkanlığı seçimlerinin bedelini ödüyoruz” diyordu. “What Crime”. Aktaran Iran Daily (Media Monitor), Temmuz 25, 2001.
[31] Hembestegi, “Looking for a savior,” aktaran Iran Daily (Media Monitor), Kasım 28, 2000.
[32] Said Haccariyan, “Halk Hatemi’yi yalnız bırakmayacak,” Hayat-ı Nov (Yeni Hayat), 27 Mayıs 2001.