Kriz Türkiyesi’nin kanaat önderleri, “temiz siyaset”le idareyi (ve ekonomiyi) siyasetten temizleme arzuları arasında çalkalanıyorlar. Her siyasî girişim, zan altında. Hele eskiciyse, devamcıysa... Son kongresi vesilesiyle, ANAP da bu öfkeden nasibini aldı, bol bol lâf yedi. Hâlâ var olmaya devam ettiği ve başında hâlâ Mesut Yılmaz’ı bulundurduğu için...
Şüphesiz, “siyaset” ve “siyasetçi” ile ilgili genel karalamadan ANAP’a düşen özel bir hisse var. Her şeyden önce, 12 Eylül askerî idaresi sonrası “normalleşme” döneminin partisiydi ANAP; bu otoriter-faşizan rejimin “sivilize” edilerek “normal” karşılanmasını sağladı. Bir nevi bolluk yaratarak, piyasanın gönül eğleyici gücünden faydalanarak yaptı bunu. ANAP iktidarı, çarşı iznindeki askerî rejimdi. “Piyasalar”ın, “şüphesiz Onun her şeye gücü yeter” diyerek teslimiyet içinde tapınılan bir yüce kudret olarak algılanmasının ilk eğitimini, bu toplum ANAP’ın saltanat zamanında aldı. İdeoloji, fikir yerine “proje” üstüne düşünmeyi bütün siyaset esnafına ANAP talim ettirdi. Son yirmi yılda politikanın bir İŞ (BUSİNESS) olarak anlaşılır hale gelmesi, Mavi Akım’dan daha bereketli bir ANAP bir mega-projesidir. ANAP’ın kurucu miti olan meşhur “dört eğilimi birleştirme” hikâyesi, bu teşekküle imrenerek bakan Süleyman Demirel’in 1991’deki ifadesiyle “bir nevi bonmarşe” oluşu, hem bütün partilere ilham vermiş, herkes vitrinine dış transfer koyma merakına düşmüştür, hem de sahiden Mesut Yılmaz’ın dediği gibi müstakil bir ANAP’lı kimliği de oluşmuştur. Nitekim ANAP’ın sosyolojik karşılığı da vardır. Prof. Kadir Cangızbay’ın 1993’te Ulusal Sosyoloji Kongresi’nin dikkatine sunduğu tabirle, ANAP’gil birey var: “ANAP’gil birey için, ültra-pozitivist bir teknoloji hayranlığından ‘Alahın ipi’ciliğine; mezhep, tarikat, hattâ etnik köken temelli bir partikülarizmden ‘globalleşme’ militanlığına; askerî rejim kâhyalığından ‘sivil toplum’ mücahitliğine; demokrasi havariliğinden siyaset Ku-Klux-Klancılığına; Amerikan işgüderliğinden ‘Türk Asrı’ yaratıcılığına; tutarlı tutarsız, yakışır yakışmaz, uyar uymaz, olunmayacçak şey, takınılmayacak tavır, girilmeyecek kılıf yoktur; yeter ki söz konusu şeyi olan, tavrı takınan, kılıfa giren kendisi olsun.”[2]
İşin kötüsü, ANAP bir komplo, bir “anormallik” değildir. ANAP, “çağdaş” partinin prototipidir. O prototipin, Türkiye’nin geleneksel siyasal parti sosyolojisiyle harmanlanmış bir “sertezi”dir. Kitle veya merkez particiliğinin vazgeçilmez damping yönteminin timsali olan “sentez” markasının en mezhebi geniş mümessilidir.
Şöyle ki: Günümüzün, yani neo-liberalizm ve “post”lar (postmodernizm, post-endüstriyalizm vd....) çağının partisi, politik emeller ve taahhütlerden istifa etmiş, seçim kampanyası verimliliğine odaklanmış bir menajerlik firmasıdır. ANAP, bu işi “Batı”yla aşağı yukarı eşzamanlı olarak ilk yapan ve bünyesi bu işe en müsait partidir; bütün partileri de tedricen kendisine benzetmiştir. Partilerimiz cümleten ANAP’gildir.
Öte yandan ANAP, yapay bir organizma, büsbütün “nevzuhur” bir yapı değildir; yerli ve millî particilik mesleğinin geleneksel usûllerini başarıyla tatbik etmiştir. Yurttaşı evvelâ bir müşteri ve müvekkil olarak gören, onu öyle “bağlayan” klientalist ilişkileri alabildiğine geliştirmiş, malî boyutlarını olağanüstü büyütmüştür. Kadrolaşmayı, bürokraside kaleler tutmayı ihmal etmemiştir. Merkez sağ kadro politikasının temel bir usûlü olan, eski ülkücü istihdam etmenin tekniğini hayli geliştirmiştir. Eski ülkücüleri asimile etmedeki başarısı (ki Yılmaz’ın kongredeki rakibi Lütfullah Kayalar da bu misyon üzerinde yükselenlerdendir), özellikle bürokraside MHP’yle aralarındaki ciddi gerginlikten de bellidir.
ANAP, olanca geniş mezhepliliğiyle, sağcı bir partidir. Türkiye’nin otantik Yeni Sağcı partisidir.[3] Sağın merkezdeki ve uçtaki bütün ideolojik avadanlığından istifade eder; solun modernizm ve ilericilik-yenilikçilik motiflerini piyasa ideolojisine, neoliberal söyleme eklemler. ANAP, Yeni Sağcılığın beynelmilel alâmeti olan liberal-muhafazakârlık bireşimini, DP-AP geleneğinin pragmatizmiyle ve “bütün milleti kucaklama” hamâsetiyle birleştirerek zenginleştirmiştir. ANAP, iş görebilecek her şeyin “sentezidir”; burada sentez, “o da olur bu da olur, hepsi bizde var, her işinizi yaparız” manâsınadır. Özal’ın, onu yükselten konjonktür ve karizması sayesinde, bu konuda fazla teori yapması gerekmemişti. Mesut Yılmaz, parti başkanlığına yönelirken, “Başkent Toplantıları”nda, “milliyetçi-muhafazakâr-liberal sentezinden” dem vurmuştu: “... ben inanıyorum ki, milliyetçilikle liberalliğin denetiminde olmayan bir muhafazakârlığın, Türkiye şartlarında tutuculuğa, gericiliğe, fundamentalizme gitme tehlikesi vardır. Gene ben inanıyorum ki, liberallikle muhafazakârlığın denetiminde olmayan bir milliyetçiliğin, Türkiye’de şovenizme, militarizme, yabancı düşmanlığına dönüşmesi tehlikesi vardır. Ve son olarak da diyorum ki, milliyetçilik ve muhafazakârlıkla beraber olmayan, yani onlar tarafından denetlenmeyen bir liberalliğin, Türkiye şartlarında temelsiz, köksüz bir Batı hayranlığına, Batı taklitçiliğine, kozmopolitliğe dönüşmesi tehlikesi vardır.”[4] Bu sözler, ANAP’ın pragmatik “sentez” anlayışını gösterir: Merkez-sağ geleneğe uygun biçimde, bütün fikirleri ‘ılımlandırmaya’, ‘ortalarını bulmaya’ dönük zır-pragmatizm. Buradaki damganın da, Yeni Sağın liberal-muhafazakârlığı olduğunu düşünüyorum. Bu da, doktriner bir sentez olmaktan ziyade, siyasal davranışta ifadesini bulur: Liberallik ılımlılığın, muhafazakârlık keza aşırılıklardan sakınmanın imgesidir (milliyetçiliğin, muhafazakârlığın, liberalliğin, kendileri olarak değil de daha çok birbirlerine karşı denetim unsuru olarak tasavvur edilmesine dikkat buyrun).
Önemli olan, ANAP’ın, “Türk insanı”nın her alandaki “sentezleme” kabiliyetini alabildiğine serbest bıraktığı mesajını vermesidir. Şöyle bir manzara: 1990’ların başında bir kongre öncesinde Ankara Hilton Otelinin lobisinde bir hanımkız nezih nezih arp çalıyor, yüksek tonajlı ANAP’lı delegeler de yiyip içip “söyleşiyorlar”. (DYP mesela, piyanodan öteye gidemezdi.) İşte Doğu-Batı sentezi.
Özdeşleştiği Özal’ı yitirmesine, ona bağlananların bağlanma koşulu olan iktidardan düşmesine, uzun bir dönem boyunca (1980’ler/90’lar dönümünde ve şimdi son yıllarda yeniden) geniş kesimlerin husumetini kazanmasına, nicedir bir “vizyon” imgesi sunmamasına, geliştirdiği bütün numaraları diğer partilerin de öğrenmesine rağmen hayatta kalabilmesi, ANAP için küçümsenmeyecek bir başarıdır. Dokuz canlı kedi performansı. ANAP, Türkiye’de siyasetin tıkanmasının parlak bir aynası olmakla kalmıyor, bundan nemâlanıyor da.
Öte yandan, olanca pragmatizmi ve her şeyi sentezleyebilme ferahlığıyla, BBP dolgusuyla girdiği bir önceki seçimlerden bu tarafa ANAP’ın, çizgisi olan bir parti suretinde, bir nevi liberal parti suretinde görünmeye mâtuf hal ve davranışlar içerisine girdiğini gözleyebiliyoruz.[5] Bu hal ve davranışlar, esasen, Mesut Yılmaz’ın -Yaşar Kemal’i ziyaret etmek türünden- jestleriyle, “Avrupa Birliği yolu Diyarbakır’dan geçer” gibi -bir defa söylenip arkasından uzun zaman susulan- sözleriyle sınırlı oluyor. Adalet Bakanlığı’nda “liberal-demokrat” bir tutumla temayüz eden Hasan Denizkurdu’nun siyaset sahnesinden silinmesi, TBMM İnsan Hakları Komisyonunda Sema Pişkinsüt’e paralel atak tutumuyla dikkat çeken İstanbul milletvekili Emre Kocaoğlu’nun son kongrede parti yönetimine seçil(e)memesi gibi örnekler gösteriyor ki, Mesut Yılmaz dışında ANAP’lılar bazı liberallikler ettiklerinde arkalarında ne genel başkanın sağlam bir desteğini bulabiliyorlar, ne de parti örgütünün. Yüksek politikayı liberal/imsi-demokrat/ımsı modern-şehirli bir müşavere çemberine dayanarak çevirmek, seçim kampanyasında ve örgüt politikasında ise milliyetçi-muhafazakâr kadrolarla iş görmek, Türk sağının âdetlerinden biri değil midir zaten?
Ancak Mesut Yılmaz’ın, liberal suretinde görünmeyi bilhassa ve –kısa ilâ orta vadede- görece kararlı bir biçimde hedeflediğine ilişkin işaretler var. Son kongre öncesinde gazetecilere hep “sivil-demokrat-özgürlükçülük”ten bahsetti. Kongredeki konuşması malûm: Türkiye’nin her türlü gelişmesini tıkayıcı bir tabu olarak “ulusal güvenlik sendromu”nu tartışmaya açılmasını istedi. Hangi maksatla, kim tarafından dile getirilmiş olursa olsun, önemli bir politik talepti bu ve aslî bir tabuya temas ediyordu.[6] Nitekim ordu, Ahmet İnsel’in belirttiği gibi[7] soğukkanlılıktan uzak, ağır bir tepki göstererek; defalarca –en son 28 Şubat’ta- tezkere bırakmış bir partinin “firarını verecekmişçesine” çıkıştı!
Yılmaz’ın böyle bir tepkiyi öngörmemiş olduğu beklenemez. Bu gürültüyü, bir zamandır oynadığı politik pozisyona daha iyi yerleşmek, belirli bir seçmen profiline daha sağlam yapışmak için göze almış olmalı. Bu seçmen profilinin omurgasını, illâ liberal, demokrat falan olmayan ama gündelik hayatta asgarî bir serbestî, rahatlık isteyen, tüketim ve hayat kalitesine düşkün, Avrupa Birliği’ni bu arzularının simgesi olarak benimseyen orta sınıflar oluşturuyor. Onların yanısıra, “nispî hürriyet” talebine bambaşka saiklerle sarılan, bambaşka bir sosyal profil: Kürtler! Mesut Yılmaz’ın liberal imaja oynaması ve ANAP’ı “Avrupa Birliği Partisi” olarak sunmaya dönük hamlelerinin, Türkiye’nin şimdiki zamanında riskli olduğu düşünülebilir. Öyle ya; politik seçeneksizlik, politik iradedeki ketlenme, politikanın alanının daralması, sosyo-ekonomik tutunumsuzlaşma, milliyetçi-muhafazakâr ve otoriter eğilimlere elverişli bir iklim yaratıyor. Ancak unutmamalı ki, bu ihtimalden, mutlaka bir ‘sağcılaşma’ olarak gördüğü için değil ama bir kaotikleşme, lümpenleşme, “barbarlaşma” olarak teşhis ettiği için ya da burada bir “kötülük” sezdiği için tedirgin olan bir nüfus da var. Esasen yine tuzukuru orta sınıfları kastediyoruz; fakat bu tedirginlikleri duyanların skalası hâlâ sınıfsal taksimatı yatay kesebiliyor; hem Türkiye’de “aşağıdakiler” arasında da tuzukuru orta sınıf endişelerini (örneğin “Avrupa tarafından ya da Avrupa’ya kapılanarak kurtarılmayı” hayal etme) paylaşma eğiliminin hiç görülemeyeceğini ileri sürebilir miyiz? Ayrıca, Mesut Yılmaz’a ulusal güvenlik tartışmasında en açık arka çıkan “örgüt” olarak TÜSİAD’ın temsil ettiği, globalleşme süreciyle eklemlenmiş büyük sermaye var. Kısacası, Yılmaz’ın politik pazarlama stratejisinin hitap ettiği bir müşteri potansiyeli pekâlâ mevcuttur. Bu “sivil mızırdanma” performansının, Tayyip Erdoğan başkanlığındaki “Yenilikçi” Hareketin potansiyel müşterisine el atmaya dönük faydaları da unutulmamalı elbette. Partilerin politik bağlarının gevşediği, “kararsız” seçmenlerin en büyük parti olduğu bir vasatta, seçim sath-ı mailinde daha fazlası için avlanmak üzere, sabit ayağını –varsın küçük ölçekli olsun- sağlam bir seçmen tabanına basmak, gayet hesaplı bir adımdır.
TANIL BORA
[1] Bu yazı, 12 Ağustos’ta Radikal İki’de yayımlanan “ANAP: Bir nevi bonmarşe” başlıklı yazının biraz geliştirilmesiyle ortaya çıkmıştır.
[2] Kadir Cangızbay, “Bir ideal tip olarak tabu yıkıcı- kalıp parçalayıcı ANAPgil birey”, Komprador Rejimin Anatomisi içinde, Özgür Üniversite Kitaplığı, Ankara 2000 (2. basım), s. 114-5.
[3] Türk sağının Yeni Sağcılaşması hakkında eskiden yazdığım bir yazıyı hatırlatayım: “Türkiye sağının ideolojik ve siyasî bunalımı: Oynak merkez – ‘merkez’siz oynaklık”. Birikim 64 (Ağustos 1994), s. 11-23.
[4] “Eski Dışişleri Bakanı ve Rize Milletvekili Sayın Mesut Yılmaz’ın ‘Türkiye’de Milliyetçilik, Çağdaşlaşma ve Demokrasi’ Konulu Konferansı”, Etap Altınel Oteli, 27 Şubat 1991. Yayımlanmamış metin, s. 44. Bu metnin, Mesut Yılmaz adına kamuya arz edilmiş en fazla kuramsal içerikli metin olma özelliği taşıyan uzun Sunuş kısmı, Mesut Yılmaz’ın tefekkürünün ürünü olmasa gerektir; Başgil, M. Turhan-E. Güngör referanslarına bakarak, muhtemelen, ANAP’a servis yapan ülkücü ve/veya “Mücadeleci” kökenli danışman/lar elinden çıktığını kestirebiliriz. Ancak alıntıladığımız sözler, Yılmaz’ın sorulara irticâlen verdiği cevaplar arasındandır.
[5] Burada liberalizmin hususen bağlanılmış bir fikir değil, yine bir pragma olduğunu, Mesut Yılmaz’ın anılan genel başkanlığa hazırlanma konuşmasındaki şu mahçup sözler de gösterir: “Liberallik, bizim kendi kendimize yakıştırdığımız bir tanım değildir, yani biz hiçbirimiz ‘liberaliz’ diye ortaya çıkmadık; ama, fikir hürriyetine, düşünce hürriyetine, teşebbüs hürriyetine, inanç hürriyetine, serbest piyasa ekonomisine inanan bir insanın liberalliği reddetmesi mümkün değildir.” (agk., s. 43) Bu sözler şunu da hatırlatıyor: Liberallik, ANAP ve umumiyetle merkez-sağ bonmarşesi içinde, orada alışveriş ederken görülmekten en fazla rahatsızlık duyulan reyondur.
[6] Yılmaz’dan iki hafta önce, Çanakkale Belediye Başkanı İsmail Özay –ki Özal’ın Cumhurbaşkanı olarak bulunduğu protokolde ayağa kalkmadığı için bir süreliğine görevinden alınmıştı, arkasından iki dönem daha seçildi-, askerî harcamaların azaltılması ve askerî ihalelerdeki yolsuzlukların üstüne gidilmesi gerektiğini söylemiş, pek üstünde durulmamıştı. Fakat bu yazının konusu, söz konusu tartışma değil, sadece ANAP.
[7] Radikal İki, 12 Ağustos 2001.