Son yıllarda Türkiye’de hükümet eden partilerin garip bir kaderi oluyor. Muhalefetteyken siyaseten ya da ideolojik olarak en fazla hangi politikaya, uygulamaya karşı çıkmakla temayüz etmişlerse, iktidara geldiklerinde bunları biraz olsun istedikleri yönde değiştirmek şöyle dursun, daha da bir perçinleme işini üstleniveriyorlar veya kendilerini iktidara taşıyan vaatlerin en parlağının tuzla buz olmasına yol açan bir duruma düşmekten kurtulamıyorlar.
Şöyle bir hatırlayalım. 1991’de Demirel o ünlü “karakolları şeffaf kılacağız” vaadiyle, bir demokrasi havarisi havasıyla iktidara gelmişti. “Kürt realitesi”ni tanımaya da hazırdı. Ortağı da bu “realiteyi tanıma”yı biraz daha ileri götürüp Kürt oylarını toplayacak HEP ile ittifak kurup seçimden ikinci parti olarak çıkmayı başarmış SHP idi. Aradan iki yıl geçmeden bu koalisyon iktidarı “sayesinde” karakollarımız neredeyse birer yerinde-yargısız-infaz şubelerine dönmüş, HEP’li milletvekilleri görülmemiş bir rezillikle Meclis binasından yaka paça edilerek hapse tıkılmıştı. DYP’nin başına, Demirel’in yerine “herkese çift anahtar” vaadiyle gelen Çiller’in neredeyse ilk icraatı, mevcut iki anahtarlıların bile birini zor kurtardığı bir iktisadî kriz yaşatmak oldu. 1995 seçimlerinin galibi RP’ye de iktidarında, tarihi boyunca veryansın ettiği İsrail’le en kapsamlı işbirliği anlaşmalarını imzalamak nasip oldu. Çevremizdeki milletlerin özellikle de Avrupalıların yeminli düşmanlarımız olduklarına dair “öz” milliyetçi görüşlerin şampiyonu, 1999 sonrası hükümetin ikinci büyük ortağı MHP’nin kısmetine de AB’ye katılmayı hızlandıracak protokollere imza atmak düştü.
Bunlar olurken o partilerimiz “lanet olsun bu kadere” mi dediler yoksa Türkiye’deki bir “derin iktidar”ın var olduğu kulaklarına üflenmiş “tabanları”nın kaderin bu cilvelerini anlayışla karşılayacağını umarak teselli mi bulmuştur, burası yoruma açık.
Ama anlaşılan AKP iktidarının başına gelenler ve gelecekler, sahnenin çok daha büyümesi dışında farksız. AKP de yapmak istedikleri ile değil de “kader”in ona empoze ettirdikleri ile anılacağı bir sorunsalın içine düşmüş gibi. Bahsettiğimiz partiler, hükmünü salt Türkiye’de yürüten bir “kader”in -“derin iktidar”ın- cilvelerine katlanmışken, genç AKP iktidarının muhatap olduğu kaderin hüküm alanı dünyanın hemen tamamı. Aldığı % 35 oy ve çok daha fazlası bir moral destekle, neredeyse 2/3’lük bir Meclis çoğunluğu ile, yıllardan beri ilk kez kendi kaderini kendisinin belirleyeceğine güvendirecek bir güçle iktidara gelebilmiş ilk parti olarak AKP, daha henüz hükümetini bile kurmamışken kendini Atlantik’ten Basra Körfezi’ne kadar uzanan geniş bir alanda oynanan ve yakında gayet hızlanacak gayet karmaşık bir siyaset, güç satrancının ortasında buluverdi. 2003’ün ilk ayları sonunda ilk partisinin bilançosu yapılacak bu satrançta oyuncu olmaktan çok alet konumunda yer alabileceği endişesiyle yüklü AKP’nin, 2003 baharında kendisiyle birlikte Türkiye’yi de bulacağı yer, olmayı hiç de arzu etmediği, beklemediği bir yer olabilir.
Parti bazında MNP’den RP’ye uzanan kırk yıllık geleneksel hareketten “kopup” kurulmuş olmakla birlikte, onun izlerini taşıyan ve daha da önemlisi onun deneyimleri ile belirlenmiş olarak AKP’nin muhtemel iktidarında uygulayacağı stratejiyi oluştururken, asıl olarak, kendisine potansiyel bir laiklik tehdidi olarak bakmayı, davranmayı sürdürecek yerleşik muktedirlerle ilişkisi, sürtüşme konuları ve bu hallerde hareket tarzı üzerine kafa yorduğu, asıl hazırlığını bu cephede yoğunlaştırdığı görülüyordu. Muhtemel iktidarının ilk dönemini kazasız belasız atlatabilmek için oy gücü büyüklüğünün yeterli olmayabileceğinin de bilgisi ile, daha kuruluş aşamasında, -Türkiye’de iktidara talip her iddialı aday gibi- ABD’nin “nabzı yoklanmış”, oradaki “güç odakları”nın yeşil ışığı sağlanmış, ardından da AB’nin etkili çevrelerine AKP’nin türkiye’yi AB standartlarının kovuşturmakta en istekli partilerden biri olduğunu gösterecek gayretli bir çalışma başlatılmıştı. Partinin iktidara tek başına geleceğinin neredeyse kesin gözüktüğü 3 Kasım öncesinden başlayarak AKP yönetimi son derece kararlı, enerjik bir üslûpla, kapsamlı bir planlama, hesaplama ile işe koyulacağını ilân etmişti bile. Dolaşmadık Avrupa başkenti, konuşulmadık devlet başkanı, başbakan bırakmayan Erdoğan’ın AKP’si, gördükleri itibarlı karşılamalardan, duydukları sempatik ifadelerden daha da iyimserliğe-kapılmış olarak, 12 Aralık’taki AB Zirvesi’nden “başarı”lı bir karar aldırtmış olmanın rüzgârıyla Türkiye’ye dönüp o hızlı işe koyulmayı ülke içi iktidarlarını pekiştirmeye, güçlerini arttırmaya matûf stratejilerini yürürlüğe koymayı ummakta, buna hazırlanmaktaydı.
Bütün bunları, AB ve ABD ile ilişkilerin düzenlenmesini, bir anlamda, 2003 yılına girmeden başlatacağı o siyasal strateji oyununun sahne kenarı hazırlıkları, orada oynayacağı rolü güçlendirip parlatacak efektler gibi tasarlamış olan AKP, bu gayet hazırlıklı bir, birbuçuk ayın sonunda, hazırlandığı oyunu değil de, hoşlanmadığı repliklerle dolu, yarı buçuk bildiği, pek de hazmetmediği bir rolün de üzerine yıkılacağı başka bir oyunu oynamaya mecbur edilmiş bir aktörün endişeli şaşkınlığı içine düşmüş görünüyor.
Bunun nedeni, ne tek başına AB’den istenildiği kadar iyi bir kararın çıkmaması ne de ABD’nin Irak’a yönelik operasyonunun ciddiyet ve güncellik kazanmasıdır. Öyle anlaşılıyor ki AKP zaten karşılaşacağını bildiği bu sorunları tek tek ele alarak kendince alternatif hareket tarzlarını önceden tasarlamış olmasına rağmen, şu bir buçuk ayın sonunda karşılaştığı gerçeklikte bütün o sorunların birbirleriyle gayet girift içiçeliğine, farkına ya da ağırlığına vakıf olmadığı yönlerine tanık olarak şimdi yeniden bir değerlendirme ve hesap yapmaya mecbur bırakılmanın şaşkınlığı ve telaşı içindedir. ABD’nin Irak’a karşı başlatacağı operasyonun bütün bu düğümlenişin merkezinde durduğunu, dolayısıyla operasyonun düğmesine basıldığında, Türkiye’nin en oynak noktasında yer aldığı uluslararası alanın nasıl ve ne zaman durulacağı belirsiz bir sarsıntı ve hareketlilik sürecine gireceğini; özetle AKP iktidarının Türkiye içi koşullar, dengeler, güç ilişkileri üzerinden yaptığı aritmetik bu büyük cebir denklemi içine sürüklenecektir.
AKP’den geçtik Türkiye’nin bu sürüklenmeden kaçınma ihtimali yoktur. Türkiye ister ABD’nin en aktif müttefiki olarak Irak’a sefere katılsın, ister “lojistik destek”le yetinmeye çalışsın ve isterse de Irak’a operasyona kesinlikle karşı olduğunu ilân etsin, her birinde başka bir biçim ve yönde de olsa dünya ölçeğindeki bu sahneye, birileriyle yan yana ya da tutunmuş olarak sürüklenmekten kaçınamaz.
Şu anda Türkiye’de devlet, bu kaçınılmaz sürüklenme esnasında roper noktalarının neler olacağını saptayarak bir rota çizmeye çalışıyor. Görüldüğü kadarıyla AKP iktidarının bunlara ekleyeceği veya itiraz ettiği bir şey de yok. “Devlet”in ABD ile sıkı bir ittifak ile kısmî askeri katılımı da içeren bir işbirliği politikasından birini tercih edebileceği ihtimali gittikçe kesinlik kazanırken AKP iktidarının sesinin çıkmaması “kaderine razı” olduğunun bir göstergesi. ABD’nin başlatacağı operasyonun Irak’la sınırlı kalmayacağı, doğrudan veya dolaylı müdahalelerle veya tek başına Irak’taki gelişmelerin sarsıntısıyla tüm Ortadoğu’nun, Kafkaslar’a, Orta Asya’ya kadar tüm “İslâm coğrafyası”nın bir deprem geçireceği dönemin arifesine girilmişken; AKP herhalde -Kuveyt’i saymazsak- Türkiye’den başka Müslüman bir müttefiği olmayan bir ABD’nin -İsrail’in yamaklığı ile- tüm İslâm devletleri ve halklarının karşı çıktığı, Irak’ın ötesinde kendilerinin de hedef alındığına büyük ölçüde inandıkları bir savaşta ABD’nin yanında yakasındaki İslâmi etiketle yer almaktan elbette hiç memnun değil. Ardındaki % 35’lik oy desteğinin buna karşı çıkmamaya yetmeyeceğini kabûl etmiş veya varsaymışçasına ve sağ, merkez sağ partilerin çoğunluğunun da yanından yer almayacağını bilerek, ABD ile ittifaktan olabildiğince uzak duracak, “tarafsız” görünmesini sağlayacak bir yol bulabilmek için AB’den bir işaret, bir teşvik beklemekte gibi.
“Kıbrıs’ta çözüm” için verilen tarih ile ABD operasyonunun muhtemel başlama tarihinin aşağı yukarı çakışması bu bağlamda bir kader düğümlenmesi sanki. Eğer AKP iktidarı Kıbrıs’ta BM planı çerçevesinde bir çözüme varılma yolunu açacak bir performans gösterebilir ise, AB de ona ABD -ve herhalde “devlet”- karşısında elini güçlendirecek, hareket serbestisi verecek bir destek vaadetmiş gibi. Açıkça söylenmemiş olsa da, AB’nin aralık ayındaki zirvesinde, AB’nin önde gelen liderlerinin, devletlerinin, AKP’lilere ABD-AB ilişkilerinin özellikle Irak -Ortadoğu- bahsinde hiç de göründüğü gibi süt liman olmadığı ciddi bir gerilim içerdiği, Türkiye’nin de bu noktada tavrını belirlemesi gerektiği, Kıbrıs sorununun da bu konuda ciddi bir işaret olarak değerlendirileceğini bir biçimde hissettirmiş olmaları son derece muhtemeldir. AKP’li Dışişleri Bakanı’nın “Kıbrıs’ta çözüm olmazsa oradaki Türk ordusu işgâlci konumunda sayılır” sözünün devamı herhalde şöyle gelmelidir: Artık Avrupa Birliği’nin toprağı sayılacak bir yerde işgâl kuvveti olarak durabilmemizin tek dayanağı, AB’den daha kuvvetli bir güce yaslanmış olmanızdır.
Dolayısıyla gelinen bu kavşakta sorun “Millî Kıbrıs politikamızı sürdürmek veya taviz vermek” ikilemi değil, yakında hareketlenecek dünya ölçeğindeki kanavada ABD’nin yanına mı yoksa AB paralelinde mi yer alınacağı meselesidir.
Bu noktada, ana muhalefet CHP’nin bir yandan ABD’nin Türkiye’yi Irak’taki savaşa sürükleme girişimlerine karşı durulmasını isterken, öte yandan Kıbrıs’ta o mahût “ulusal” çözümsüzlük politikasının sözcülüğüne soyunması AKP iktidarını hayli zor durumda bırakmış olmaktadır.
2003 yılına girilirken AKP iktidarı, Birikim’in geçen sayısında nasıl saptanmış olabileceğinden bahsettiğimiz AKP iktidar stratejisinin daha ilk adımlarını atamadan, bu stratejinin ilk ve tayin edici safhası olan ekonomide istikrar ve seferberlik projelerini altüst edebilecek, hiç değilse gölgeleyecek olan Irak’a operasyon bağlamında yeni bir durumla karşı karşıya kaldığı yetmiyormuş gibi; her biri en azından kendi tabanı ve kadrolarının önemli bir kısmının ciddi muhalefetine belki de iç saflaşmalara yol açabilecek seçeneklerden birine karar vermeye zorlanmaktadır. Oluşturmaya, içselleştirmeye çalıştığı “muhafazakâr demokrat” kimliğin birbirine şöyle bir eklemlenmiş ögelerinin birini değilse öbürünü öte yana savuracak bu kritik seçim, AKP’nin 3 Kasım’daki seçim zaferinin gerçek tescil sınavı olacaktır.