I
Teşhiste kati olmak gerekiyor: Türkiye solu 12 Eylül’ü nihayet tamamladı. 12 Eylül’den çıkıştan, bir ferahlamadan değil, aksine 12 Eylül’ün öncelikli amacına nihayet ulaşmış olduğundan söz ediyorum. 1980’den önceki onbeş yıl boyunca egemenlere günyüzü göstermeyen bir toplumsal kalkışmanın siyasî temsili, küçük bir kıpırdanmanın sonrasında, kendiliğinden Türkiye siyasetinden silindi. Sonrasına bir hoş sedadan başka bir şey bırakmayacak biçimde hem de. Hem de sindirme enstrümanlarının kullanılmadığı bir zamanda. Artık yenilmiyoruz; sadece yapamıyoruz!
II
Soru belli: Niçin yenilecek kadar dahi yapamıyoruz? Bu durum-soruyu gökkubbenin altındaki her şeyi yeniden düşünmenin gereği olarak değerlendirmek, niye yapamadığımızı da kısmen açıklayan, vahim bir hata olur. Meselenin, yapamayışa dair bünyevi bir özürle bir ilgisi yok; yapabilecekken yapamama halindeyiz. Dolayısıyla, mevcut durum o pek sevdiğimiz, bitimsiz tartışma dizilerine dair bir ihtiyaca işaret etmiyor. Önümüzde duranın, esas olarak, model, program ya da ideoloji sorunu olmadığına artık kani olmak lazım. Bunu söylerken, solun, sosyalizmin genel, evrensel zaafiyetlerini görmezden gelmeyi, bunlar yokmuş gibi yapmayı, ebleh bir özgüvenle, hiçbir şey olmamış gibi devam etmeyi tabiî ki kastetmiyorum. Ancak, Türkiye solunun mevcut yapamama, edememe halinin solun evrensel sıkıntılarıyla ilişkisiz bir tarafı olduğuna inanıyorum. Yine buhran var diyeceksek, hiç olmazsa Türkiye solunun buhranının, dünya solunun genel buhranından ‘fazla’ olduğunu görmek gerekiyor.
Genelleştirerek söylersek, bu fazlalık şuna denk düşüyor: Türkiye solunun yapamama hali, ya da Türkiye solunun buhranı ideolojik değil, siyasî bir buhrandır; hem de kelimenin en günlük, en sıradan anlamıyla siyasî bir buhran. Türkiye solunun buhranı siyaset dışına düşmüş olmaklıktır. Buhran sebebiyle siyaset-dışı kalmaklık değil, siyaset-dışı kalmışlıktan dolayı buhran vardır. Dolayısıyla, bugüne (buhrana) dair bir sorgulamaya girişilecekse, bunun “niye yapamıyoruz”u, “niçin siyaset-dışı kaldık”ı sorunsallaştıran stratejik bir odağı olmalıdır. Aksi, buhranı çoğaltmaktan başka bir işe yaramayacaktır.
III
Siyaset-dışına düşmüşlüğümüzün başat sebeplerinden biri, tepeden başlayıp bütün bir sola sinen, siyasete, insanî etkinliğe duyulan inançsızlıktır. Siyaset yapma iddiasındaki birilerine bu türden bir inançsızlığı yakıştırmak tuhaf ya da tutarsız görünebilir. Ancak durum budur. İnançsızlığın semptomu uzun bir süredir Türkiye solunun dünyayı ya da Türkiye’yi nasıl düşündüğünde mevcuttu. Solun düşünsel etkinliği, bayağı bir zamandır, hem dünyada hem de Türkiye’de egemenler arası kapışmaları düzenlediği farz edilen komplolar serisini ‘anlamaya’ sıkışmıştı. Yapılan bütün o tumturaklı dünya ve Türkiye tahlilleri, bütün o uluslararası ya da ulusal komplo analizleri, aslında bu dünyada sıradan insanların iradesi yoluyla dönüşüm pek de mümkün değildir fikrinin aksinden başka bir şey değildi. Dünyanın, sıradan insanların etkinliğiyle (de) hergün yeniden kurulduğuna ve bu kuruluşa eşitlik ve özgürlük fikriyle katkıda bulunabileceğine dair inançtan mahrûm tahlillerdi bunlar. Oysa, hem Türkiye’nin hem de dünyanın son birkaç yılı, birilerinin bir şeyleri usulca ya da aniden değiştirdiklerine şahit olmaktadır. Hatırlatmak gerekir mi bilmiyorum, önce milliyetçiler, şimdi de demokratlaşmış-İslâmcılar siyasî iktidarı kontrol etmekteler. Aslında hatırlatmak gerekiyor, çünkü sol olarak o kadar siyaset-dışına düşmüş durumdayız ki, bu türden değişikliklerin bize dokunan, canımızı yakan bir tarafı kalmamıştır. Dünyanın daha eşitsiz, daha otoriter bir mekân haline gelmesinin ucunun dokunmadığı bir solculuktur artık bizimkisi.
Siyaset dışına düşmüşlüğümüzün başka bir sebebi, bütün bir ’60’lar ve ’70’ler boyunca ‘halkın sesi’ ya da ‘halkın yolu’ olmuş ya da olma niyetini taşımış bir siyasî hareketin devamcılarına nasıl olup da yapışıp kaldığını derhal anlamamız gereken şu vahim ‘yabancılaşma’ halimizdir. Memleketten ve milletten yabancılaşmayı marifet bilip, solculuğu birbirine benzerlerin eyleştikleri neredeyse kültürel bir etkinliğe indirgeyen bu zihniyetten kurtulmadan kıpırdamanın imkânı yoktur. Kurtulmanın yollarından birisi de herhalde bizzat kıpırdamak olsa gerektir.
Siyaset-dışı kalmışlığımız, biraz da bizzat siyasetten ne anladığımızla ilgilidir. Sol, çoktandır siyaseti “doğruyu bulma ve ifşa etme” etkinliği sanmak gibi bir saflık içerisindedir. Oysa, lafı dolandırmadan, kısa yoldan söylenmesi gereken, siyaset etkinliğinin esasını doğruyu bulmanın değil[1] bir doğru inşâ etmenin oluşturduğudur. Siyaseti bir büyübozumuna, doğruyu gösterme etkinliğine, ya da bunun türevleri olarak, “bakın işte sömürülüyorsunuz”, “eziliyorsunuz” türünden bir doğrucu davutluğa indirgemek, siyaset dışında kalmanın en etkili yollarından olsa gerek. Şunu kafamızın bir yerine iyice kazımamız gerekiyor. Bu harami düzeni, ne aslında bir şeyler yapmak isteyen muazzam kalabalıkların ellerini kollarını bağlayan bir baskı durumundan, ne de mağdurların dünyayı bir türlü olduğu gibi göremeyip, ‘doğru bilinçle’ hareket ediyor olmalarından dolayı süregitmektir. Dünya böyle sürüp gidiyorsa, emin olalım ki, bunun sadece iki sebebi vardır: ya mağdurlar ve mazlumlar dünyanın başka türlü olabileceğine ikna edilmemiştir, ya da ikna edenler biz değiliz. Başka bir açıklaması yok. Solun bu durumda siyaset yapması için, insanları ikna edebilecek yeni doğrular inşâ etmesi, yeni büyüler yaratması gerekiyor.
Büyü yaratmak derken aramızdan yetenekli bir sihirbazın insanları kandırabilecek bir şeyler icat etmesini kastetmiyorum. İnsanlarla, kitlelerle, emekçilerle, ezilenlerle hep birlikte bir büyüyü inşâ edip peşine düşmekten bahsediyorum. ‘Ak günler’, ‘adil düzen’, ‘büyük Türkiye’, ya da ‘tek yol devrim’ sloganları bu büyülenme zamanlarının sıradan temsilcileridir. Sıradan, fakat muhtaç olduğumuz temsillerdir bunlar. Sıradan olmakla birlikte, bu türden büyülü temsillerin kasıtlı olarak yaratıldığı hiç görülmemiştir. En banal bir söz, bir siyaset, bir şahsiyet, bir enstrüman, herhangi bir şey, temsil eden katına bir anda çıkabilir. Dolayısıyla, bugün siyasî bir büyünün temsil edeni ne olabilir sorusu yanlıştır.[2] Hele solun bu soruyu kendine sorması akıldışıdır; çünkü sol, içinde debelenip durduğu yabancılaşma hali itibariyle bu büyünün inşâ edilmesi faaliyetine aday bile değildir. Bugün ancak şunu sorabiliriz kendimize: böylesi bir büyünün inşâ faaliyetine aday olabilmek için ne türden ‘dünyevi’ işleri yapmamız gerekir?
IV
Türkiye siyasetine dair algımızı değiştirmek, yapılacak dünyevi işlerin başında gelir. Türkiye siyasetine siyasî partiler yoluyla dahil olduğumuz hesaba katıldığında biraz garip görünebilir, lakin parti mefhumunun siyaset algımızı şekillendiren esas unsur olduğunu söylemek zordur. Siyasetin esas aktörü olarak partiyi değil de siyasallaştırılamamış bir ideolojiyi görüyoruz. Türkiye siyasetini partiler arası çatışma, farklar veya münasebetler üzerinden okumak yerine, siyasallaştırmayı, gündelik dile tercüme etmeyi beceremediğimiz, sınıflar çatışması ya da devlet toplum gerginliği gibi dolayımlar üzerinden okumakta ısrar ediyoruz. Türkiye solunun ideolojik düzeyden siyasî düzeye geçmeyi bir türlü becerememesiyle âlâkalı bu durumun neticesi, siyasetin ciddi bir aktörü olma fikrine sahip olmamak ve nihayetinde siyasetin aktörü olmaktan imtina etmektir.
Güç meselesi müç meselesi ama şu yine de garip değil midir? Bir bütün olarak Türkiye solunun rakip algısı içerisinde AKP, MHP, DYP ya da ANAP gibi bir siyasî parti yoktur. Siyasî rakip daha ziyade devlet ya da kapitalizm gibi en azından araçsal düzeyde siyasî-olmayan unsurlardır, hemen yanıbaşımızdaki, bir süre önce koptuğumuz siyasî hareket ya da parti değilse tabiî. Görünenin ardındaki derin gerçekliğe ya da devletin aslında ne olduğuna dair ‘aydınlatıcı’ açıklamalara gönül indirmeden kabul edelim ki, Türkiye solu kendisini siyasetin (büyük ve gerçek) bir aktörü olarak görmeye hazır değildir, dahası kendisinde bu cevheri de görmemektedir. Türkiye siyasetini de gerçek bir siyasî aktörün diliyle okumamaktadır. Deyim yerindeyse, Türkiye solu kumda oynamaktadır.
Kumda oynama mahkûmiyetimize de son verebilecek bir başka dünyevi uğraş, Türkiye siyasetinin ‘boş’ mevkilerine göz dikmektir. Boş mevki malûm: CHP’nin ‘dolduruyormuş gibi yaptığı’ yerler. Kanaatimce, Türkiye solunun mevcut ahvaldeki acil görevi, bu mevkileri dolduruyormuş gibi yapanları buralardan uzaklaştırmak ve bu yerleri doldurmaktır. Kastettiğim, bütün bir seçim öncesini meşgûl eden sosyal demokratlarla ittifakı bu defa gerçekleştirmek değil; haddizatında, en uzak durmamız gereken hedef bu olmalıdır. Aksine, şunu görmek gerekiyor: CHP başta olmak üzere, sol mevkileri doldurur gibi yapan unsurların hepsinin içi boşalmıştır. Kararlı bir silkeleme buraları hızla boşaltacaktır. Tabiî ki bu unsurlara dair ifşa etmekten utandığımız bir umutla yanıp kavrulmuyorsak. Türkiye sosyal demokrasisinin son onbeş yıllık kadrolarıyla herhangi bir iş yapmaya kalkmak için epey bir unutkan olmak gerekir. Türkiye siyasetinin bunca sağcılaşmasında, devletin-bürokrasinin (şimdi de muhalefet) partisi olmaktan başka bir rolü kendisine yakıştırmayan bu kadroların günahı büyüktür. Lafı dolandırmadan söylemek gerekirse: Türkiye solunun önündeki kısa-orta-uzun vadeli strateji, milliyetçileşip-muhafazakârlaşarak kimyası biraz değişmiş de olsa, memleketi elli yıldır yaptığı gibi uzun bir süre daha ‘idare edeceği’ anlaşılan Türkiye sağının karşısına dikilmeye hazırlanmaktır. Diğer bir deyişle, kendisine rakip olarak Türkiye sağını gören bir solculuğu ‘kendimize yakıştırmamız’ gerekiyor. Bunun için, solun bütün mevkilerindeki gereksiz işgâle hızla son verecek bir esnekliğe kavuşmanın zamanı gelmiştir. ‘Ne yani sosyal demokrat mı olalım’ sorusuna verilebilecek tek yanıtım var: Hayır. Lâkin, mevcut ahvalde Türkiye’yi eşitlik ve özgürlük ideali uyarınca dönüştürebilecek ya da Türkiye’nin daha eşitsiz daha otoriter bir yer olmasının önünde durabilecek siyasetler icat etmekten daha devrimci bir tutumun olduğunu da düşünmüyorum. Bu türden siyasetler ancak Türkiye sağının karşısına dikilebilecek kitlesel bir sol parti tarafından becerilebilir.
Üzerimize düşen dünyevi işlerden bir başkası, siyasetin eleştirel izleyiciliği konumundan sıyrılıp siyasetin cari aktörlerinden biri olmaya koyulmaktır. Kabul edelim ki, Türkiye solunun son birkaç yıllık tarihi, nasıl olur da siyasetin cari aktörlerinden biri olunmazın parlak örnekleriyle doludur. Alalım iktisat politikalarına dair siyasetimizi. İdeoloji ile siyaset arasında herhangi bir ayrımlaştırma gereği duymayan, meşrûiyet nedir, nasıl edinilir gibi siyasetin olmazsa olmazları üzerine kafa yormak yerine 1917’yi tekrarlamak takıntısına kapılıp gitmişlerimizi dışarıda tutarak konuşursak, memlekete iki büyük krize, genel bir yoksullaşmaya rağmen son dönem iktisat politikalarına dair sol siyaset şundan ibaret kalmadı mı: bir iki liberal figürle geçen kısa bir dansın ardından, pek de inandırıcı olmayan, altı doldurulmayan bir IMF karşıtlığı siyaseti. Hem de ne zaman: iş işten geçtikten sonra. Yani IMF karşıtlığına dair mevziler başkaları tarafından doldurulduktan sonra. Hem de bir başına IMF karşıtlığının bir şeyler getireceğini umarak. Sanıyorum son seçim sonuçları açıkça göstermiştir ki, son dönem iktisat polikalarının mağdurlarının büyük kısmı bir başına IMF karşıtlığına sabitlenmiş siyasî hayallerin peşine düşmediler. Düşenler de bu işte daha samimi görünenlere meylettiler.
AB meselesine dair tutumumuz da siyasetin cari öznesi olmak gibi bir derdimiz olmadığını pek güzel göstermiştir. Türkiye siyasetindeki simgesel değeri daha çok demokrasi, daha müreffeh bir yaşam olmuş olan, memleketin sıradan yurttaşlarının neredeyse tamamının aş, iş, özgürlük meselelerini ilişkilendirmeden edemedikleri, bu özellikleri itibarıyla da MHP’nin bile uzun bir müddet ancak utangaç bir biçimde karşı çıkabildiği Avrupa Birliği’ne ilişkin olarak, ‘guruldama’ türü bir belirsizlikten ya da bodoslama karşı çıkmaktan başka bir siyaset üretemeyenlerin herhalde kazaen dahi olsa siyasî bir aktör olma ihtimali olamazdı.
Ancak Türkiye solunun siyasetin cari bir aktörü olma hevesinin hemen hiç olmadığını gösteren daha belirgin bir mesele Kürt sorunu olmuştur. Türkiye siyasetinin son on yılını neredeyse rehin alan hacimdeki bu meseleye dair solun tutumu bir gayrı-politik olmaklık şahaseridir. Meseleyi sınıfın iktidarında çözerizcileri kumsallarında oynamaya bırakarak konuşursak, Kürt meselesine dair olmayan-siyaseti Türkiye solununun siyasî bir aktör olma yolundaki hevessizliğinin ve kudretsizliğinin nişanesidir. Kürt meselesine dair rehin alınma durumunun görece ortadan kalktığı son birkaç yılda devam eden bu tutum, son seçimlerde neredeyse skandala dönüşmüştür. Hem skandalın çok boyutlu oluşu hem de meselenin bir onyıl boyunca solu adeta felç ettiğini düşünürsek, Kürt meselesi ve Türkiye solu bahsi üzerinde bilhassa durmak gerekiyor.
Hatırlayacak olursak, 12 Eylül ve 1989 travmalarının ardından biraz kımıldamaya başladığımızda ortada şöyle bir durum vardı. Aşağı yukarı dibe vurmuş bir emekçi ya da sol muhalefetin yanında Kürtlerin, meseleyi ulusalcı bir paradigmanın içerisinde kodlayan bir siyasî zihniyet tarafından hegemonize edilen epey güçlü kalkışması. Bu durumda yapıp ettiğimiz şuna sınırlı kaldı: ya “ulusların kaderini tayin hakkı şiarımız” filan diyerek Kürt muhalefetine dışarıdan, koşulsuz destek vermek ya da “bu türden bir destek solu daha da zayıflatmaktadır” diyerek Kürtlere ve Kürt meselesine ‘bulaşmamak’. Kürt meselesi gerçekten kategorik olarak ulusal bir mesele miydi? Etno-politik (ulusal) sorunların çözümünde UKTH gibi ulus-devlet paradigması içerisinde oluşmuş enstrümanlardan başkası düşünülemez miydi? UKTH hakikaten vazgeçemeyeceğimiz bir şiarımız mıydı; sosyalist prensipler katalogundaki yeri ne kadar merkezî, ne kadar olumsaldı? Bu soruları hiç sormadık. Şu soruyu sormadığımız gibi: memleket siyasetini rehin alan bir ‘özgürlük ve eşitlik’ meselesinde kafayı kuma gömerek, “aman şunlara bulaşmayalım” diyerek siyaset yapılabilir miydi? Bu türden sorular sormak yerine ezberciliğin rahatlığını tercih edip, “Marksizm-Leninizm Kürtlerin kendi kaderini tayin hakkını desteklemeyi emreder”le “Kürtlere bulaşmak solu eritir” türünden, teoriye karşı politika ikileminin sınırları içerisinde debelenip durduk. Bu debelenmenin faturası beklenenden ağır oldu: Kürt meselesinde ulusalcı paradigmanın içerisinden önerilenlerin dışında bir şey duyulmaz olduğu gibi Türkiye solu sıradan insanlar nezdinde Kürt meselesinin ‘sebepleri’ arasında algılandı.
Devletle Kürt muhalefeti arasındaki güç oyununun radikal bir biçimde değişmesi ve ardından Kasım seçimleri, bahsedilen teori mi politika mı ikileminin solcuların kafasındaki bir ikilemden ibaret olduğunu gösterdi. Önce Kürt muhalefetinin Kürdi taleplerinin anadilin öğretilmesi ya da anadilde eğitim ve anadilde yayın hakkının elde edilmesine çekilebileceği anlaşıldı. Hem bu öncelikli taleplerin hem de zorunlu olarak Kürdi talepler olması gerekmeyen yerel idarelerin güçlendirilmesi, bölgesel bir yeniden inşâya geçilmesi ya da idam cezasının kaldırılmasının, merkezinde ‘ayrılma hakkı’ gibi enstrümanlar bulunan UKTH paradigmasıyla alakası olmadığından şu rahatlıkla iddia edilebilir: UKTH paradigması bizzat Kürt muhalefetince geride bırakılmış oldu. Bunun böylece rahat bir biçimde gerçekleşmiş olması, Kürt kalkışmasıyla UKTH arasında bir kısmımızın zannettiği gibi özsel bir ilişki olmadığını göstermiştir.
Seçim sonuçlarıysa “Türkiye solu siyasete tutunmak istiyorsa Kürtlere bulaşmaması gerekir” fikrinin, diğer bir deyişle, bahsedilen ikilemin sözde-politik kısmının geçersizliğini ifşa etti. Kürtlere tutunmakla siyasete tutunamamak arasında nedensel bir ilişki olmadığı, siyasete tutunamamanın esas sebebinin Kürtlere tutunmak olmadığı açıkça ortaya çıktı. Ortodoks ya da ortayolcu bütün varyantlarıyla, Türkiye solu Kürtlere tutunmak ne kelime, ilişilmediği bir zamanda dahi yurttaşların teveccühüne mazhar olamadı. Meselenin Kürtlere, emekçilere, yoksullara tutunmak ya da tutunuyormuş gibi yapmaktan ziyade samimi olarak toplumsal hayata tutunmak olduğu umarım anlaşılmıştır. Ancak toplumsal hayata samimiyetle tutunanların halkın ilgisini üzerine çekebildiği son seçim sonuçlarınca bir kez daha teyid edilmiştir.
Kasım seçimlerinin Kürt meselesi ve sol bahsine dair sonuçları bunlarla sınırlı kalmadı. Bir defa şu çok açıkça ortaya çıktı ki, Kürt muhalefeti nicel büyüklük olarak aşağı yukarı sınırlarına ulaşmıştır. Anlaşılan o ki, daha iyi bir kampanya, daha iyi adaylar, siyasetin belirlenmesinde ve adayların tespitinde ‘daha sosyolojik’ bir yaklaşım başlıkları altında yapılan seçim-sonrası eleştiriler seçim öncesinde gözetilseydi dahi yüzde onluk siyasî ve moral baraj aşılamayacaktı. Barajın aşılmasının siyasî ve manevi önemi büyüktü. Ancak şunu da sormak gerekir. Kürt muhalefetinin mevcut enerjisi bu muhalefetin temsilcilerince hakkınca kulanılmakta mıydı? Enerjikliğini de göz ününde tutarak sorarsak, Kürt muhalefetinin mevcut temsilcisi olarak DEHAP (HADEP), yüzde altılık bu muhalefeti, parlamentoda temsil edilememekten bağımsız olarak, Türkiye siyasetine hakkıyla tahvil edebilmekte miydi? Mevcut hal, Kürt meselesinin, bu yüzde altılık muhalefet enerjisi üzerinden temsil edilmek yerine, AB’yle Türkiye yüksek bürokrasisi arasındaki çekişmeye terk edildiği izlenimini vermektedir.
Keza, seçimler göstermiştir ki, mevcut halleriyle Kürt muhalefetiyle Türkiye solunun ittifakı ancak aritmetik bir toplamla neticelenmektedir -eğer bir kısım Kürt ya da bir kısım solcu tam da ötekiyle ittifak nedeniyle ittifakı desteklemeyip bir aritmetik çıkarma sonucu yaratmıyorsa. Ancak bu aritmetik toplam da son tahlilde Kürt muhalefetinin ittifak öncesi toplamından fazla olmamaktadır, çünkü Kürt muhalefetinin ittifak yaptığı türden bir solun Türkiye siyasetindeki karşılığı aşağı yukarı sıfırdır. Dolayısıyla mevcut halleriyle Kürt muhalefetinin ve Türkiye solunun ittifakının nicel bir kıymeti yoktur. Niteliksel kıymetiyse büyüktür: Türkiye partisi olmanın yolunun bu yoldan geçmediğini göstermektedir. Hangi yoldan geçtiğine gelince...
Bir kere, merkezinde Kürt muhalefetinin olduğu bir partiden bir Türkiye partisi çıkarılabileceğini düşünmek hangi akla hizmettir anlaşılır değil. Herhangi bir menfi anlam yüklemeden, bir vaka olarak kabul edelim ki, DEHAP’ın Türkiye partisi olması mümkün değildir. Eğer Türkiye partisi olmaktan Türkiye’nin her yerindeki Kürtlerin partisi olmak kastedilmiyorsa (bunun da başarılmadığı malûm), DEHAP’tan bir Türkiye partisi imgesi yaratmanın önünde açıkça yapısal engeller vardır. En başta da sıradan yurttaşların çoğunluğunun nezdinde Kürt meselesinin sebebi ve taşıyıcısı olmak. Kürt meselesinin sebebi olarak algılanmaktan kurtulmadıkça, ki kanaatimce bu aşağı yukarı imkânsızdır, solla ittifak etsin etmesin DEHAP’ın Türkiye partisi olması mümkün değildir.
İçinde Kürt muhalefetinin de yer aldığı solcu bir Türkiye partisinin yolu, Kürt meselesi de dahil olmak üzere, memleketin eşitlik ve özgürlükle alakalı bütün meselelerini, hiç şüphesiz stratejik bir gündem ve hiyerarşi içerisinde, nesneleştirerek çözebilecek bir özgüvene ve samimiyete sahip olmaktan ve bu güveni yurttaşlara hissettirmekten geçer. Türkiye’nin sorunlarının sebebi olarak algılanmaktan değil.
V
Başa dönerek sonuçlandıralım. Ortodoksu, ortayolcusu, ulusalcısı, ulusal soruncusuyla bütün bir solun Türkiye siyasetinde hiçbir aksinin olmadığını ifşa eden seçim sonuçları, genel bir buhranın, dahası ideolojik bir buhranın değil, siyasî bir buhranın işareti olarak okunmalıdır. Şunu görelim: mesele solculukta değil, solun ideolojiyi siyasete tercüme edememesinde, siyaset dışına düşmüşlüğündedir. Dolayısıyla, bugün yapılması gereken, Türkiye solunun memleketin mevcut şartlarında siyasete geri dönüşünün yolu üzerine düşünmektir. Şahsi kanaatim, dönüş yollarından birinin siyasî rakibimizi Türkiye sağı olarak tayin edebilecek bir esnekliğe kavuşmaktan geçtiğidir. Son dönemde milliyetçileşip, İslâmcılaşan Türkiye sağının Türkiye siyasetindeki rakip mevkii, aldanmayalım, boştur. Bu demektir ki, memleketin sol mevkilerini doldurur gibi yapanların fuzuli işgâlini sonlandırmaya koyulacak kitlesel ve militan bir solculuğun önü açıktır. Mesele, bugün devrimciliğin böylesi bir solculuk demek olduğunu idrak etmek ve yola koyulacak inanç ve samimiyete sahip olmaktır.
[1] Derdi doğruyu bulmak olanlara gidip kendilerini ‘dünyanın hakikatine ulaştıracak’ bilim ya da belki felsefe, o da olmadı ilahiyat etkinliğinde bulunmalarını önermekten başka bir yol yok.
[2] Bu büyülü temsil edeni ‘keşfetme’ gayretkeşliğindeki reklamcı zihniyetin, partiyi ya da parti politikasını bir ürün, bir marka olarak algılayanların, anılan temsil etme işinin yakınından bile geçemediği defalarca kanıtlanmıştır. Temsil faaliyeti, ancak orada olmakla ortaya çıkabilecek biraz kendiliğinden bir şeydir.