Milliyetçilik ve Sol

Türkiye’de bütün siyasî ideolojilerin “milliyetçilik”ten türemiş olduğunu söylemek, “bilineni bildirme” kabilinden bir şeydir. “Bilinen”, ama kimi zaman çok da “bilinmek istenmeyen”... Onun için daha bir süre sık sık tekrarlanması gerekiyor.

İngilizce’de “Yahudi anne” diye bir deyim vardır: Kıskançlığıyla ünlü Yahudi annelerden yola çıkarak, çocuğuna (özellikle oğluna) inisyatif ve seçme özgürlüğü tanımayan, bütün davranışlarına müdahale edip “doğru yolu” gösteren, “sevgi”sini bu aşırı sahiplenmenin açıklaması olarak sunan anneleri ya da “anne”yi metafor olarak kullanıp bu davranışlarda bulunan bütün yapıları anlatır.

Benzetme bazılarına fazla ikonoklast gelebilir ama “ana” ideoloji olan Türk milliyetçiliği de, kendinden türeyen bütün öteki ideolojilere karşı tam bir “Yahudi annesi” gibi davranır. Hiçbirinin kendinden biraz uzaklaşmasına, hele kendisinin uygun görmediği tavırlar takınmasına izin vermez.

Ve şimdiye kadar başarılı olmayı da başarmıştır. Söz konusu yavru ideolojilerin hiçbiri anasının eteğinin dibinden uzun süre ayrılmamıştır. En fazla “yaramaz çocuk” havasına girenleri dahil.

Onun için Türkiye’de “liberal”, “muhafazakâr”, “sosyalist”, “radikal”, “komünist”, “İslâmcı” gibi ideolojiler, fazla bir şey anlatmazlar. Bunlar hepsi, ebeveyn çağırdığı anda, çağırdığı yerde hizaya gelirler.

Çünkü, tek tek ideolojilere gelmeden önce, “siyasî ideoloji” dediğimiz o genelleme, Osmanlı toplumunda, devletin çaresizleştiği ve kendisini sarmalayan koşullarla, özellikle de “dış düşman”la, yani Batı’yla başa çıkamadığı bir ortamda doğmuştur. Bu çaresizlik, “siyasî ideoloji” denen şeyi doğurmuştur. Onun için Genç Ruslar mücadele yıllarını “bu devleti nasıl yıkacağız?” arayışıyla geçirirken Jön Türkler’in sorusu “bu devleti nasıl kurtaracağız?” sorusudur.

Öteki ideolojiler, yani özgül siyasî görüşler, Jön Türkler’in bu temel sorusunun teknik tarafını tamamlamaya yönelik konudur aslında. Yani, Prens Sabahaddin ile Ahmed Rıza arasında, amaç konusunda önemli bir ayrım olduğu söylenemez. O amaca “merkeziyetçi” yöntemle mi gidilecek, “adem-i merkeziyetçi” yöntemle mi? Kavga burada çıkar.

Şüphesiz, kavga bir kere çıkınca, biraz kavganın doğası gereği, belki biraz da bizim siyaset geleneğimizde tartışma adabının pek iyi bilinmemesinden ötürü, kızıştıkça kızışır, pozisyonlar kemikleştikçe kemikleşir ve sonunda taraflar tamamen farklı “amaçlar” savunuyormuş gibi birbirlerine girebilirler. Ama kavganın şiddeti, herkesin ne kadar birbirinin aynı olduğu olgusunu bulandırmamalı.

Bütün bu özgül ideolojilerin doğduğu Batı’da durum böyle değildir. O ideolojileri şekillendiren düşünürler, bir bakıma “mutlak” saydıkları öncüllerden yola çıkıyorlardı. Adam Smith ekonomik ilişkilerden, serbest piyasadan, burada olanları son analizde herkesin çıkarına göre düzenleyen “gizli el”den söz ederken, İngiltere’nin, Fransa’nın vb. değil, dünyanın düzenini açıkladığını düşünüyordu. Marx için proletarya böyle bir öncüldü. Dinci siyasî ideolojiler için de elbette din mutlaktı. Kimse, bunları bir “millet”in kurtuluşunun çaresi olarak düşünmemişti; bunu yapmak, gene yeni türeyen bir ideoloji olan “milliyetçi” görüşe taraftar olanların işiydi.

İttihat ve Terakki’nin içinde sağdan sola bütün ideolojileri barındırdığını söyler ve buna şaşarız. Oysa bu doğru değildir, çünkü “bütün ideolojiler” dediğimiz şey ortada yoktur. Hepsi o dönemin Osmanlı milliyetçiliğinin varyantlarıdır. “Milliyetçilik” de zaten “devletin bekası”nın ideolojisidir.

1905’te, 1911’de, 1917’de buna şaşmamız için fazla neden yoktu gene de. Ya da, en azından, 2001’de, 2002’de kendilerini “demokratik sol”, “liberal” ve “milliyetçi” (“faşist” dememek için) diye tanımlayan partilerin koalisyonu kadar şaşırtıcı değildir. Bu üçü, siyasî olgunluk düzeylerini çok geliştirdikleri için mi o kadar süre bir arada durabildiler? Hayır, ama resmî Türk milliyetçiliğinin platformuna ayak bastıkları için ve bastıkları sürece, dayanabildiler.

Demek 1902’de beri değişen fazla bir şey yok. “Yahudi anne” ve “Türk baba” (yani “Devlet”) çocuklarını iyi terbiye etmişler.

SOL VE MİLLİYETÇİLİK: TÜRKİYE’DE

Türkiye’de solun yaygınlaşmasını ancak 1960 sonrası dönemde görüyoruz. Biz de yazının şu noktasında, konuya bu aşamadan sonraki haliyle bakalım. İlk kayda değer “sol” yayın Yön dergisidir ve Yön “kapitalist olmayan yol”dan ulusal kalkınmayı savunan bir çizgiye sahiptir. Bu dönemin sosyalist partisi olan Türkiye İşçi Partisi, evrensel ölçülerde “sosyalist” olmaya en yakın siyasî örgüt olmuştur. Ama burada da “ulusal” temalar, sloganlar her zaman ötekilere oranla daha ön planda yer almıştır. Bunda, şüphesiz, böyle sözlerin toplumda hemen fark edilir bir şekilde ilgi toplamasının payı vardır. Örneğin, Aybar’ın Meclis’teki ünlü “şu kadar metrekare toprak Amerikan işgalindedir” sözü, TİP’i topluma en geniş biçimde tanıtan sözlerden biri olmuştur. Yalnız TİP çerçevesinde değil, bütün kollarıyla Türkiye solu, “anti-emperyalizm” vadisinde en fazla yol almıştır.

“Ulusalcılık”, kısa süre içinde TİP’e “soldan” cephe alan Marksistler’in, yani “Millî Demokratik Devrim” hareketinin de başlıca dinamosu haline geldi. Bu hareket, Yön gibi, yolu açacak hareketin ordudan (bir bütün olarak değilse de, ordu içindeki genç “Sol Kemalist”lerden) geleceğine inanıyordu. MDD içinde yer alan ama belirli konularda ayrı görüşleri olan Kıvılcımlı çizgisi de bu beklentide onlarla birleşiyordu. Dolayısıyla, milliyetçi ideolojiyle yetişmiş bu “devrimci subay”lara, onların meşrebine uygun bir “sosyalizm” versiyonu anlatılmalıydı. Yani bu, “Kemalizm”, “milliyetçilik” ve “sosyalizm” karışımı bir şey olmalıydı.

Ama bu subayları harekete geçirecek dinamik gücü de üniversite gençliği meydana getiriyordu (zihinlerde egemen model hâlâ 27 Mayıs’tı). Onlara sunulacak reçete de aynı karışımı içermek durumundaydı.

Peki, bu karışımı ortaya çıkaranlar bir “Makyavelizm” mi yapıyorlardı? Başka türlü düşündükleri halde taktik nedenlerle mi böyle davranmayı tercih ediyorlardı? Pek çok alanda Makyavelizmden yüksüneceklerini söylemek mümkün değildir; ama burada olabileceği kadar içtendiler, çünkü onlar da Marksizmi böyle öğrenmişlerdi.

Altmışların sonunda Türkiye solunu hareket ettiren hedef anti-emperyalizmdi. “Tam bağımsız ve gerçekten demokratik” Türkiye için “ordu-gençlik elele” verecek ve “millî cephede” buluşacaktı. Bunlara karşılık “enternasyonalizm” de SSCB’nin farklı bir sosyalizm uygulamaya cesaret eden Çekoslovakya’yı işgal etmesini onaylamak oluyordu.

“Altıncı Filo’yu denize dökmek” gibi ulvi bir amaç söz konusu olunca, bu girişime halktan adam kazanmak için, bu deniz askerlerinin “Türk orospuları”nı beceriyor olmasına dayalı ajitasyon yapmak, büyük bir deha eseri olarak görülebiliyordu.

Yetmişlerin başında anti-emperyalist solun başlattığı çeşitli gerilla eylemleriyle birlikte 12 Mart Muhtırası verildi ve bir askerî müdahale dönemine girilmiş oldu.

Sol eylemcilerin büyük çoğunluğu 12 Mart döneminin askerî hapisanelerinde “millî” demokratik devrimci ve/veya cuntacı olarak geçmişleriyle yüzyüze geldiler. Bu dönem, Türkiye’de Marksistler’in Kemalizm ve o tür milliyetçilikle en zorlu -ve belki tek- yüzleşmeyi yaşadıkları dönem oldu. Bu hesaplaşma buradan geçen bireylerin yetmişler boyunca Marksizm içinde yaptıkları tercihleri de belirledi. Ancak bu yıllar aynı zamanda Marksizm içinde bölünme ve rekabetin de azami dereceye tırmandığı, faşist hareketle dağınık ve sonuçsuz bir silahlı çatışmanın yaşandığı, kısaca birçok bakımdan sapla samanın karıştığı bir dönemdi.

Seksenler Türkiye solunu büyük ölçüde marjinalize etti. Daha küçük bir “devrimci” kesim, bu dönemde varlık gösteren PKK’nın etki alanına girerken, bu “Kürt millî mücadele” örneği soldaki daha kalabalık kesimleri bilinen milliyetçi pozisyonlara geriletmediyse de, belirli bir sessizliğe itti. Ama doksanların büyük kısmını dolduran İslâm/laisizm tartışmaları, Avrupa Birliği tartışmalarıyla birleşerek, Türkiye solunun önemli bir kısmını doğduğu yere doğru yöneltti. Şu sıralarda adına Türkçe’de “ulusalcı sol” denen, “Nasyonal sosyalizm” olarak tercüme edildiğinde yerine daha iyi oturan, kalabalık olmasa da gürültülü bir kesim var.

SOL VE MİLLİYETÇİLİK: DÜNYADA

Kısaca özetlemeye çalıştığım bu durum Türkiye için tam bir “yerli üretim” sayılabilir. Ama yalnız Türkiye’ye özgü bir fenomen olduğu söylenemez.

Solun tarihinde, “Bizim için sınıf mı önce gelir, ulus mu?” tartışmasının ilk ciddi örneği 1. Dünya Savaşı öncesinde Zimmerwald’da yaşandı ve komünist/sosyal-demokrat ayrımına giden bölünme burada ortaya çıktı. Ama, sonradan, komünizm içinde de milliyetçilik kendine yeniden yer edindi. Bunun başlangıcı da aslında “Tek Ülkede Sosyalizm”in resmen kabulüdür. Bu an, o formülde yatan durumun bir zorunluk olmaktan çıkıp “iyi bir şey” anlamını kazanmaya başlamasıyla, belirleyici bir “an” haline gelmiştir. Stalingrad Savaşı’nın kazanılmasından sonra Komintern’in lağvedilmesi de aynı sürecin daha ileri (ve perçinleyici) aşaması sayılabilir.

Dolayısıyla şu anda sosyalizm milliyetçilik karşısında iki sıfır yenik durumda. Kimilerine göre zaten maç bu sonuçla bitti. Bana göre maç devam ediyor; ama sosyalizm tarafında beraberliği yakalayacak mecal ya da “taktik” halen görünmüyor.

Stalin’le birlikte Sovyetler Birliği, enternasyonalizm’i, bütün dünya komünistlerinin Sovyet politikalarını kayıtsız şartsız desteklemesi yükümlülüğü olarak anlamaya başladı. SSCB’nin sözünü dinletebildiği “ülkeler” zaten böyle davranmak zorunda kalmıştı. Çin ise buna karşı çıktı. Ancak Çin, “enternasyonalizm” anlayışına daha da uzaktı.

SSCB’de Stalin, ÇHC’de Mao, yaşarken putlaştırılmışlardı, ama ölümlerinden sonra hem heykelleri vb. ortalıktan kaldırıldı, hem de politikaları değiştirildi. Ama “millî” kategorisi içine alınabilir politikalarında, biraz daha “millî” hale getirilmek dışında, bir değişiklik yapılmadı. Çünkü partileri meydana getiren kadrolarda da aynı anlayış egemendi.

1989’da Berlin Duvarı’nın yıkılmasını, birçok komünist rejimin yıkılması izledi. O zamandan beri bölgesel olarak ortaya çıkan, kimisi çok kanlı sonuçlara yol açan “yeni milliyetçi” hareketlerin hepsinin başında “eski komünist” önderler var. Milosevic ve Tudjman bunlardan ikisi. Meciar onlardandı. Aliyev, içlerinde en yüksek rütbeye tırmanmış olanı.

Marx, sermayenin, hegemonyanın uluslararası boyutlarını görmüştü. Sermayeye karşı emeğin örgütlenmesinin de uluslararası olması gerektiğini düşünüyor ve her şeyden önce bunu savunuyordu.

Hangi eseri olduğunu şimdi hatırlamıyorum, ama gençliğimde okuduğum bir yazısında Polonya’dan söz ediyor, orada sömürülen yarı-serf köylü açısından, kendisini sömürenin bir Rus mu, yoksa Polonyalı toprak beyi mi olduğunun, belirleyici bir önemi olmadığını söylüyordu. Ama şimdiki durumda Polonyalı toprak beyi de Marx’a karşı bir sıfır önde.

Çünkü, özetlediğim bu gelişmeler sonucunda dünyada sosyalizm, uluslararası sermayeye karşı emeğin uluslararası örgütlenmesi ve mücadelesi olmaktan çıktı. Uluslararası kapitalizme karşı ulusal tepki haline geldi.

Son analizde SSCB’nin yaptığı buydu: Kapitalist olmayan ulusal kalkınma. Bütün yapısıyla ulusallığa çok daha yatkın olan Çin bunu daha açık seçik bir politika haline getirdi ve son aşamada ulusal kalkınma kısmının, “kapitalist olmayan”dan da önemli olabileceğini gösteriyor. Türlü tezahürleriyle “üçüncü dünyacılık” da yeni bitkiyi suladı, besledi.

SONUÇ

Türkiye’de, Batı’daki gibi bir sosyal demokrasi hiçbir zaman olmadı. Onun için Avrupa sosyalizminin temelinde ne de olsa var olan enternasyonalizm burada görülmedi. Bugün de, bu siyasî etikete sahip çıkanlar, aslında milliyetçi olanlar. Kemalizm’i Türkiye’ye özgü bir sosyal-demokrasi biçimi olarak yorumluyor veya Osmanlı tarihine de Edebali yoluyla (!) sahip çıkıp “Anadolu solu” gibi tuhaf kavramlar icat ediyorlar.

Marksist sol ise “Berlin Duvarı sonrası”nın şokunu atlatamamış bir durumda, yeni bir çıkış yolu aramakta. Kimileri için bunu bulmak çok güç olmadı. “Solumsu” ideolojileri içinde milliyetçi özü daha belirtik biçimde taşıyanlar (Aydınlık hareketi ve benzerleri gibi) üzerlerindeki sol süsleri çabucak bertaraf edip koyu bir milliyetçilikte karar kılmakta herhangi bir zorluk çekmediler. Böylece, döngü varması gereken hedefe, yani “nasyonal sosyalizm”e ulaştı.

Ancak, milliyetçilikle bu kadar rahat bir ilişki içinde yaşamayan “Marksist sol” da bugünkü dünyanın çeşitli eğilimleri karşısında nerede duracağına karar veremiyor. Sosyalizm olarak bellediği “anti-emperyalizm” retoriği hâlâ çok etkili. “Uluslararası kapitalizme karşı ulusal tepki” mantığından uzaklaşmakta zorlanıyorlar. “Küreselleşme” gibi süreçler karşısında “anti-emperyalist” pozisyonlarda Ortodoks itirazları seslendirmenin muhafazakâr rahatlığını tercih ediyorlar. Dünyada globalizasyona cephe alan çeşitli hareketler arasında uluslararası kapitalizme karşı sosyalist enternasyonalizmi güçlendirmek isteyen kişiler ve gruplar olduğunu tahmin ediyor ve bu eğilimin öne çıkmasını umuyorum. Ama bugünün ideolojik-politik konjonktüründe, basından oldukça bulanık bir biçimde izleyebildiğimiz bu protesto eylemleri daha çok milliyetçilik akımına güç kazandırıyor, çünkü dünya kamuoyunun büyük bölümünde böyle algılanıyor.

Sonuç olarak, dünyada ve Türkiye’de solun enternasyonalizmi yeniden tanımlaması daha bir süre gecikecek gibi görünüyor. Ama bunun olmaması, solun da olmamasıyla eşanlamlı bir şeydir. Zaten şu andaki durum da bu: Büyük dağınıklık, şaşkınlık, kararsızlık sürüyor. Çıkış “ulusalcı sol” gibi faşizan savrulmalarda olmayacağı gibi, Blair tipi “başarı”larda da değil. Yeni bir dünya düzenini, evrensel sosyal adaleti, tutarlı ve inandırıcı bir biçimde tasarlayabilmeli, programlaştırabilmeliyiz. Ama yolun fazlasıyla başındayız.