Postmodern dünyada savaşlar da postmodern anlayışa göre cereyan ediyor; reel politika ve reel çıkarlar, kabul edilebilir, “makûl” sayıda insan zayiatını bile “hoşgörebiliyor!”. Ekonomik ve stratejik çıkarlar ön plana çıkıyor; savaşlar sadece ekonominin karmaşık rakamlar dünyasının bir parçası olabiliyor. Savaşın asıl öznesi insanlar ve insan hayatı ise bu hesap dünyasında birer dipnot olarak alıyor yerini.
Savaş söz konusu olunca ideolojik duruşumuz, dünyayı algılayışımız, tepkimizi ve tavrımızı da belirliyor. “Savaş” kelimesi sosyalistler için farklı anlam içerebiliyor. “Sınıf savaşı” sosyalistlerin reddedemedikleri ve destekledikleri bir olgu. Tarihin çeşitli dönemlerinde “sınıf savaşı” adı altında verilen kanlı mücadeleler son kertede savaşı ortadan kaldırmayı amaçlıyor; bütün dünyadaki burjuvazinin yenilip, mülksüzleştirildiği zaman savaşın imkânsız hale geleceği düşünülüyor.
Ancak bugün dünyanın, sermayenin ve işçi sınıfının geldiği noktayı, sosyalizmin bunalımının hâlâ aşılamadığını düşünecek olursak, “sınıf savaşının” altyapısının, burjuvazi, uluslararası sermaye ve işçi sınıfının değişen yapısı nedeniyle, en azından şimdilerde ortadan kaybolduğunu söylemek abartılı olmaz. Ama bu yine de sosyalistlerin, anlayış olarak savaşa toptan karşı çıkmadıkları olgusunu da ortadan kaldırmaz: Yani sosyalistler bugün hâlâ haklı-haksız savaş ikilemini yaşamakta; savunmaktadır.
Kötülüklerin “kaynağı”nı özel mülkiyet olarak kabul edenler, özel mülkiyetin ortadan kaldırılması halinde düşmanlıkların dolayısıyla savaşlarında ortadan kalkabileceğini; emperyalizmin de doğası gereği savaşarak kendi varlığını ayakta tutabileceğini savunurlar. Ancak dünyanın geldiği noktada klasik tanımıyla sınıf savaşları yaşanmadığı gibi, emperyal amaçlar güden ülke ya da ülkeler diğer ülkenin sadece işçi sınıfını ve emekçilerini değil tüm insanlarını hedef almaktadır. Bu yüzden son yıllarda tanık olduğumuz savaşlara “sınıf” perspektifinden bakmak bizi farklı tutumlar almaya “klişe”lere, dolayısıyla tepkisizliğe kadar götürebilir ya da bizim ve bizim olmayan savaşlara. Üstelik saldıran ve saldırıya marûz kalan tarafların “işçi sınıfları” da birbirini kolayca boğazlayabilmektedir. Birçok sosyalistin işçi sınıfının “yeterli bilince ulaşamaması”, “emperyalizmin oyununa gelmesi” şeklindeki açıklamalarla kolaycılığa kaçması da sıkça rastlanan bir durumdur. Üstelik dünyanın şu durumunda tam bir emperyal gücün olduğu ve her türlü “kabadayılığı”, “haydutluğu” fütursuzca yapabildiği sır değildir.
Soğuk Savaş döneminin ardından yükselen milliyetçilik akımlarının etkisi ile özellikle eski reel sosyalist coğrafyada, pandora’nın kutusu açıldı; reel sosyalizmin, etnik grupların bilinç altında yaşattıkları düşmanlıkları hiçbir zaman aşamadığı ortaya çıktı. Bu durum sosyalistleri savaş karşısında nasıl bir tavır alacakları konusunda tamamen kafa karışıklığına itti.
Dünyanın herhangi bir coğrafyasında yaşanan savaşın gerekçeleri, savaşan tarafların milliyetleri, dinleri, ait oldukları etnik gruplar hep savaş karşısındaki tutumumuzu belirledi. Ama sosyalistlerin dünyanın herhangi bir yerindeki savaşa temelden karşı çıkması; barışta olduğu gibi savaşta da mazlumlardan yana tavır koyması gerektiğini, tüm sosyalist solun kabul edeceği varsayımından yola çıkıyoruz.
Ancak, geçtiğimiz 10-15 yılda şahit olduğumuz kanlı savaşlarda sosyalistlerin ideolojik olarak yönünü çok net belirleyemediğini görüyoruz. Belki bazı savaşlara daha çok karşı çıkıyoruz, bazıları ise başkalarının ilgi alanına “girdiği” için bizleri pek fazla ilgilendirmiyor; ya da savaşan taraflardan birine ideolojik olarak daha yakın hissettiğimiz için sesimizi fazla yükseltmiyor, kabul etmesek de susmayı tercih ediyoruz. Son yıllarda örneklerine çokça rastladığımız farklı tutumlar aslında geçmişte de yaşadıklarımızdan pek farklı değil. Sosyalistlerin büyük bir kısmı Amerika’nın Vietnam’ı işgâline haklı olarak karşı çıkarken, Sovyetler Birliği’nin Afganistan’ı işgâl etmesi ya da Prag Baharı’nın Kızılordu’nun tanklarının altında ezilmesi “sosyalist dayanışma” olarak algılanabiliyordu.
Soğuk Savaşın sona erip, reel sosyalizmin yıkılmasının ardından ideolojik olarak tıkanma yaşayan sosyalistlerin dünyayı algılama ve yorumlama konusunda yine çifte standarda düştüğü ve dünyadaki yeni gelişme ve dönüşümleri bildik klişelerle açıklamaya çalıştıkları görülüyor.
Yıllarca süren ve 200 bin kişinin hayatına mal olan Soğuk Savaş ertesinin en kanlı savaşı Bosna ve ardından gelen Kosova savaşında yaşananlar unutulmuş değildir. Bosna savaşı, savaşın bir insanlık suçu olduğunu gösteren en önemli ve en yakın örneklerden biriydi. Başlangıcı ile ilgili onlarca neden sayabileceğimiz Bosna savaşında yaşananları açıklamak için sosyalistler yine onlarca gerekçe saymışlardı. “Yeni dünya düzeninde emperyalistlerin halkları birbirlerine kırdırdığı”, “savaşın, sosyalizmin Avrupa’daki son kalesini yıkmak için çıkarıldığı” ve benzeri argümanlarla açıklanmaya çalışanlar, sonunda Miloseviç gibi Sırp milliyetçiği üzerinden politika yapan “faşizan” bir liderin sosyalistliğini bile savunur hale gelmiş, ikircikli davranmışlardı. En büyük gerekçe Türkiye’deki İslâmcı kesimini Bosna savaşına -hayır demese bile- sahip çıkması, sahiplenmesiydi. Bosna’yı İslâmcıların etki alanı olarak değerlendiren sosyalistler, “Bosna’da savaşa hayır” mitinglerinde biraraya gelmediler; yürüyüşlerinde “savaşa hayır” sloganı atmadılar. Hiçbir zaman bütünüyle İslâmi bir kimlik taşımayan bu savaşta, İslâmi bir çıkış noktası aramayan insanlara, sosyalistler genel olarak uzak durdu. Sosyalist solun bir kısmı da Kosova savaşı sırasında Amerika’nın Sırbistan’ı bombalaması nedeniyle savaşı hatırladı. Ama savaşın tümüne değil, Amerika’nın bombardımanına karşı çıkıldı; çifte standart, bizden ve bizden olmayan ayrımı bu savaşta Türkiyeli sosyalistlerin ikircikli ve dürüst olmayan tavrını ortaya çıkardı; turnusol kağıdı oldu. Ama son kertede savaşa karşı duruşlar Amerika’nın tavrına göre belirlendi.
Çeçenistan’daki savaşta da aynı tavrı izledik. Çeçen gerillaların “İslâmi” bir dava uğruna savaşmalarının ötesinde, Rus askerlerinin insanlık dışı davranışları hangi ideolojik mantığa sığabilirdi ki? Sosyalistlerin buradaki sessizliğinin ana nedenlerinden biri de tarafların birinin İslâmi kimliğini öne çıkarması, Türkiye’de milliyetçi-İslâmcı çizgi tarafından desteklenmesi diğer yandan psikolojik olarak savaşan taraflardan birinin Sovyetler Birliği’nin mirasçısı olarak algılanması ve ana aktörlerden birinin Amerika olmamasıydı. Çeçenistan’da gerillaların “şeriat” uğruna bağımsızlık savaşı iddiaları, sivillere yönelik kanlı eylemlerini haklı çıkarmadı. Ancak her iki tarafın vahşetini durdurmak için taraf olmak gerekmiyordu. Doğrudan savaşa karşı çıkmak ya da yaşanan insan hakları ihlâllerini gündeme getirmek yeterliydi; kaçımız savaşa karşı mücadele eden Rus annelerini hatırlarız.
Sadece Amerika’ya karşı çıkılarak da savaşa karşı olunmayacağı ortada; tıpkı sadece İsrail’e karşı çıkarak yaşananlara karşı çıkılmayacağı gibi. Sosyalistlerin her dönemde kendilerini Filistin’e ve Filistin sorununa yakın hissetmeleri kadar doğal bir şey olamaz. Ancak bu İsrail-Filistin arasında yıllardır süren savaşta -son aylarda Filistinlilerin yaşadıkları koşullar nedeniyle cinnet geçirmek üzere olduklarını unutmadan- Filistinli bazı grupların yaptıkları hataları, insan hakları ihlâllerini, Arafat’ın zaman zaman yoğunlaşan diktatörce davranışlarını ve Filistinli silahlı grupların sivillere, özellikle çocuklara karşı giriştikleri bireysel “terör” eylemlerini görmemezlikten gelmeyi gerektirmiyor. İsrail’in bölgede var olan ve var olacak bir olgu olduğu gerçeğinden yola çıkarak, sosyalist solun aslî görevinin Filistinlilerin yanında olmak kadar İsrail içinde yıllardır Likud Cephesi’nin uzlaşmaz, şiddet yanlısı politikalarına karşı mücadele eden, ciddi girişimlerde bulunan barış yanlısı grupları desteklemek olduğunu, sayıları az da olsa işgâl topraklarında askere gitmeyi reddeden İsraillilerin bulunduğunu da unutulmaması gerekiyor. Bölgedeki kan gölünü kurutmak için Filistinlilere destek kadar İsrail’deki barış yanlısı onlarca grubu görmek, ilişki kurmak ve yakın olmak zorunluluğu vardır. Bu, savaşı durdurmayacak olsa bile bölgede yaşanan savaş ve şiddete karşı durmak anlamında ortak bir Filistin-İsrail barış cephesi oluşturabilecektir. Savaşa karşı olmak her düzeyde cesur eylemlilikle anlam kazanıyor. Dolayısıyla 1967 sınırlarının ilerisinde, işgâl altındaki topraklarda askerlik yapmayı reddeden İsrailli yedeklerin tavrı savaşa karşı olmak anlamında çok önemli ve bizatihi savaşın kendisine karşı girişilen bir eylemdir. İsrailli barış yanlılarının işgâlci-yerleşimcilerin silahlarına karşı etten duvar örerek, zeytin toplamalarına yardım etmeleri az bir şey midir? Ancak, karşı olduğumuz her şeyin yekpare bir anlayışı temsil etmediğini artık bilmemiz gerekir.
Bütün dünyayı ilgilendiren ama yanı başımızda olması nedeniyle bizi daha fazla düşündüren bir savaş için geriye doğru sayıyoruz. Irak’ta bir savaş yaşanacağından herkes hem fikir, insanlığın ve uygarlığın ulaştığı bu noktada yaşanacak bir savaşa karşı neredeyse hiçbir şey yapamayacak olmamızı bilmek de sadece sosyalist olarak değil, insanlığın geldiği nokta açısından düşündürücü. Baştan beri söylediğimiz gibi savaşlara sadece ve sadece ideolojik olarak durduğumuz yerden açıklama getiremiyoruz; bizi kâr zarar hesabı yapan reel politikçilerle aynı kefeye koymasa da çok da uzağa düşürmüyor. Sosyalistler olarak savaşa sadece ve sadece insanî nedenlerle karşı çıkmak durumundayız.
Yaşanacak savaşın gerekçesi sadece Irak’ın kitle imha silahlarına sahip olduğu bahanesi değil. Topyekûn bir değişikliği; Irak’taki Baas rejiminin yıkmayı, Saddam Hüseyin’i devirmeyi öngörüyor. Taraflar belli: Afganistan savaşında aradığını bulamayan, hayal kırıklığına uğrayan ve 11 Eylül’ün intikamı için yola çıktığı halde kamuoyunu tatmin edemeyen Bush yönetimi ile diktatörlüğü tescillenmiş, kendi halkına karşı kimyasal silah kullanmaktan çekinmeyen ve halkına yıllarca acı çektiren bir diktatör. Çelişkili gibi görünse de Ortadoğu’ya yeniden şekil vermeye çalışanlar bize, dünya çapında bir diktatör ile yerel bir diktatör arasında seçim yapma zorunda bırakıyor? Böyle bir seçimi tâbiî ki, yapmamalıyız. Her ne kadar böyle bir tartışma bazıları tarafından savaşın “felsefi” boyutu olarak algılansa, “savaşa karşı çıkmak Saddam Hüseyin’i, diktatörlüğünü savunmaktır” düz mantığı ile düşünülse bile sonuç olarak bize dayatılan bu ikilemi kabul etmek durumunda olmamalıyız. Irak savaşını dört gözle bekleyen bazı Kürt grupların Saddam Hüseyin diktatörlüğünün yarattığı cehennemden, Halepçe gibi bir katliamı yeniden yaşamanın korkusuyla savaşı desteklemeleri de işte bize dayatılan bu ikilemin acı sonuçlarından birisi. Ama iki kötü nasıl bir iyi etmeyecekse Amerika’ya sarılarak bu cendereyi aşmak da o kadar yanlış.
Eski çelişkilere geri dönecek olursak; “Müslüman” Boşnaklara, “Müslüman” Çeçenlere verilmeyen destek bu kez Müslüman Iraklılara niçin veriliyor? Bazı sosyalistler açısından şüphesiz ki buradaki saldırganın Amerika olması önemli. Ama sadece Amerika olduğu zaman mı savaşa karşıyız?
İnsanlık ailesinin birer üyesi olarak bize dayatılmaya çalışılan dünya düzenine karşı tüm dünya coğrafyasındaki savaşlara karşı durmak, boş sloganların içini doldurmak, barış için çabalamak tüm “vicdanlı” sosyalistlerin görevi olmalıdır. Sosyalizm ancak vicdani olduğunda tüm dünya için bir insanlık projesi olacaktır.