Görünmeyen Kıta Afrika'nın Sürdürülebilirliği Üzerine...

Dünya atlaslarından ‘Afrika kıtasını çıkartalım’ önerisine nasıl tepki gösterirsiniz?... Büyük olasılıkla ‘akla-mantığa sığmayan, hattâ aptalca, kötü bir öneri’ olduğunu söylersiniz. Ancak, gerçek hayatta, özellikle uluslararası ekonomi, siyaset ve toplumsal arenada yapılanlar/(belki de) yapıl(a)mayanlar tam da yukarıdaki öneriyi destekler mahiyette. Özellikle de Sahra-altı Afrika olarak adlandırılan bölgede yer alan ülkeler için hayat gün be gün daha da zorlaşmakta, bölgede yaşam, kıtayı adeta haritalardan silercesine biraz daha kısalmakta.[1] Bölgede yıllardan beri çeşitli şekillerde yardım faaliyetlerinde bulunan UNEP, UNIDO, UNDP, UNECA2 ve IMF/Dünya Bankası gibi kuruluşların çabalarının, bugün gelinen noktaya baktığımızda, çok da işe yaramadığını görmekteyiz; Afrika, başta yoksulluk, açlık ve sağlıklı suya erişim problemi olmak üzere, ülke-içi çatışmalar[3] ve doğurduğu göçmen/sığınmacı sorunu, sıtma, tüberküloz ve HIV/AIDS gibi sağlık sorunları ve elbette son on yıldır dramatik bir şekilde kötüye giden ekonomik performans sorunu gibi pek çok sorunla başa çıkmak zorunda. Dünya Sağlık Örgütü (WHO) rakamlarına göre, açlık, kuraklık ve kötü sağlık koşullarından 2002 yılı itibariyle Afrika’nın güneyinde günde 12-14 milyon insan etkilenmekte, özellikle yetersiz sağlık koşulları ve yetersiz beslenme sonucunda çocuk ölümleri yüzde 50 oranında artış göstermektedir. HIV/AIDS ise, pek çok bölgede yaşam süresini otuzlu yaşlara indirmiş durumda, örneğin, sadece Sahra-altı Afrika, dünyada AIDS ölümlerinin yaklaşık 80’inin gerçekleştiği bir bölge.

Öte yandan doğal kaynakların ve ekosistemin tahribatı sonucu ortaya çıkan çevresel bozulma da giderek artmakta; Afrika, dünyanın diğer bölgeleriyle kıyaslandığında doğal kaynaklarını çok daha hızlı bir şekilde kaybetmektedir. Örneğin, her yıl ortalama 1.3 milyon hektar ormanın yok olduğu tahmin edilen Afrika’da 1980’lerde 39 milyon hektar tropik orman yok edilmiş. 1950’li yıllardan bu yana, yüzde 65’i tarımsal arazi olmak üzere, toprak erozyonundan tahmini olarak 500 milyon hektar alan etkilenmiş. Sağlık koşullarına sahip olmayan su arzı, kıtada giderek daha fazla insanı etkilerken, bunun sonucunda sağlık ve sağlıklı gıdaya erişim ciddi bir şekilde problem olmakta. Bugün için sadece 14 ülkenin (herhangi bir şekilde) su problemi bulunmakta, kalıcı bir çözüm bulunmadığı takdirde, 2025 yılında bu rakama 11 ülkenin daha ekleneceği belirtilmektedir. UNDP rakamlarına göre, Afrika’da 300 milyondan fazla insanın, Sahra-altı Afrika’da ise nüfusun yüzde 51’inin, sağlıklı suya erişim problemi var ve durum giderek kötüleşiyor.

Bu arada 21. yüzyıl boyunca yoksulluğun artış göstereceği tahmin edilen tek kıta da Afrika. Yoksullukla birlikte hareket eden ancak tarımsal koşulların iyileştirilememesinden de kaynaklanan açlık problemi ise Afrika’nın adeta vitrindeki sembolü olmuş durumda. 2000 yılı itibariyle dünyadaki açlık probleminin yüzde 44’ü Afrika’da yaşanıyor, trendin bu şekilde sürmesi durumunda bu rakamın 2015 yılında yüzde 73 olacağı tahmin ediliyor. Bir başka çalışmaya göre de, 2050 yılında Afrika’da 30 milyon insan daha açlıkla karşı karşıya kalacak ve nüfusun yüzde 18’ini daha açlık riski bekliyor olacak.[4] Bu arada, Afrika son derece hızlı bir şekilde kentleşmeyi de sürdürmekte. 1950’de yüzde 14.5 olan kentleşme oranı 1980 ve 1990 yıllarında sırasıyla yüzde 28 ve yüzde 34’e yükselmiş durumda, söz konusu bu rakamın 2020’de yüzde 50 olacağı tahmin ediliyor. Bu durum da yoksulluğun artmasında etkili unsurlardan biri olarak kabul edilmelidir. Bir yandan yoksulluğun bu şekilde artışı bir yandan gelir dağılımının dramatik bir şekilde bozulması, uluslararası yardımları hayatî hale getirirken, kıtanın kendine yeterliliğini sağlamaya yönelik çabalar yok denecek kadar az. Kaldı ki, uluslararası yardım taahhütleri de beklenenin çok altında. Afrika’ya gelen özel yabancı sermaye son derece düşük düzeyde ve halen kullanılan malî kaynakların yüzde 95’i kıtanın kendi öz kaynaklarından kullanılmakta. Örneğin, 2001’de doğrudan yabancı sermaye yatırımları Sahra-altı Afrika için GSYH’nin yüzde 8.1’ine ulaşmış durumda; söz konusu bu oranın 1990’lardaki yüzde 1 ile kıyaslandığında ciddi bir artış olduğunu söyleyebiliriz; ancak diğer gelişmekte olan ülkelerle kıyasladığımızda ve ihtiyaç duyulan rakamlara baktığımızda, bölgenin yabancı sermayeyi çekmede son derece başarısız olduğu ortadadır. Kaldı ki, yabancı sermayenin daha önceki yüzyıllarda Afrika kıtası için ne anlama geldiğini hatırlayacak olursak, özlenen yabancı sermayenin ne denli yararlı olacağına da şüphe ile bakmak gerekir. Buna karşılık Afrika’nın milyarlarca doları bulan dış borçları giderek artmakta. 1990 yılında GSMH’nin payı olarak Kuzey Afrika’nın dış borcu yüzde 45.7 Sahra-altı Afrika’nın ise yüzde 63 iken, 2000 yılında, Kuzey Afrika’nınki yüzde 31.2’ye düşmüş, ancak Sahra-altı Afrika’nın rakamı yüzde 66.1’e yükselmiştir. 1998 yılı itibariyle Afrika’nın dış borcu 324.7 milyar dolar iken Sahra-altı Afrika’nın rakamı bunun yüzde 70’i yani 230 milyar dolar. Bu, Sahra-altı Afrika’nın, problem içinde artan bir problem olan konumunu örnekleyen önemli bir gösterge olarak değerlendirilmelidir. Sonuçta, Afrika’nın problemlerine yönelik uzun-soluklu çözümler giderek daha önemli hale gelmekte ve aynı zamanda da zorlaşmaktadır.

EKONOMİK SÜRDÜRÜLEBİLİRLİK NE KADAR MÜMKÜN...

Her ne kadar 1980’ler Afrika için kayıp yıllar olarak nitelendiriliyorsa da, 1990’ların ikinci yarısından itibaren kıtanın reel GSYH’de ortalama yıllık yüzde 4’lük bir artış söz konusudur. 1990’ların ilk yarısında kıtadaki büyümenin nerdeyse durma noktasına geldiğini[5] göz önüne alacak olursak, bu artış ilk bakışta olumlu bir izlenim verir. Ancak söz konusu ekonomik performansın ardında, hepsi de geçici olan, uygun hava koşulları, malların uluslararası fiyatlarındaki yükselmeler ve kimi ülkelerde gözlenen siyasî istikrar vardır. Kıtanın oldukça yüksek sayılan yıllık yüzde 2.8 oranındaki nüfus artış oranını[6] da göz önünde bulunduracak olursak, bu rakamın kıta için önemi daha iyi anlaşılabilir. Bu arada tüm bu olumlu gözüken gelişmelere rağmen, reformlarında başarılı oldukları iddia edilen Gana ve Uganda gibi ülkelerin 2000’li yılların başında ancak 1970’lerdeki kişi başına düşen gelir performanslarını yeniden yakalayabildiklerini de söylemeliyiz. Yine aynı dönemde kıtanın ihracatındaki büyüme yıllık yüzde 8’e ulaşırken, kıtada yeni bir iyimserliğin de temelleri atılmaktadır... Ancak iki nedenden dolayı, bu iyimserliğin uzun süreli olmayacağını ve gerçek unsurlara dayanmadığını söyleyebiliriz. Bunlardan ilki, kıtanın tasarruf düzeyinin söz konusu bu iyimser atmosferi desteklemeyecek olmasıdır. Özellikle de Sahra-altı Afrika ülkelerinin tasarruf-yatırım trendleri, bu ülkelerin sürdürülebilir bir büyüme kalıbı içine girebilmelerinin zor olduğunu göstermektedir; 1991-1996 yılları arasında GSYH’nin yüzde 13.7’si olan yatırımlar yüzde 5.7’lik bir tasarruf oranı ile elbette ki desteklenemeyecektir. İkincisi ise, Afrika’da ekonomilerin dışsal şoklara karşı hâlâ çok kırılgan olmasıdır.

Söz edilen bu nedenler, kıtanın yeni iyimserliğine neden şüphe ile baktığımızı açıklamak için doğru ancak yeterli nedenler değildir. Yeterli hale getirecek en önemli göstergelerden biri/ilki Ekonomik Sürdürülebilirlik Endeksidir.[7]

Söz konusu bu endekse göre, Afrika ülkeleri son derece düşük sürdürülebilirliğe sahiptir, sadece 5 ülke[8] 5’in üzerinde endeks değerine sahiptir. Söz konusu bu ülkelerin ortak noktası, uzun bir süredir siyasî istikrara sahip olmalarıdır; bu durum, Afrika söz konusu olduğunda daha da önemlidir. Örneğin sıralamaya giren 47 Afrika ülkesinden 24’ü 3.5 endeks değerinin altındadır ve bu ülkeler arasında yer alan en kötü durumdaki on ülke[9] uzun bir süredir siyasî istikrarsızlık ve iç savaşlarla mücadele etmek zorundadır.

Öte yandan Afrika’nın ekonomik anlamda sürdürülebilirliğinin önemli engellerinden biri de, hemen hemen tüm gelişmekte olan ülkelerin içine sokulmaya çalışıldığı liberalleşme ve özelleştirme atmosferidir. Özellikle bazı Afrika ülkelerinde gözlenen sanayisizleşmeyi ticaretteki liberalleşme ve özelleştirme çabaları ile ilişkilendirebiliriz.

Her ne kadar ticaretteki liberalleşmeye bağlı olarak dış ticaretin GSYH’deki payı 1990’da yüzde 16.5’ten 2001 yılında yüzde 23.4’e yükselmiş olsa da, aynı dönem içerisinde dünya ticaretinin de çok hızlı artması nedeniyle Afrika’nın payı aslında azalmıştır. Örneğin, Afrika’nın dünya ihracatındaki payı 1980’de yüzde 4.6’dan 1999’da yüzde 1.6’ya Sahra-altı Afrika’nınki ise yüzde 2.5’ten yüzde 0.9’a düşmüştür. Aynı şey ithalat için de geçerlidir. Dolayısıyla tüm dünyada olduğu gibi Afrika’da da liberalleşme ve özelleştirmenin insan hayatını daha iyiye, daha güzele, insanca yaşamaya ve refaha yöneltmediği ortadadır; toplumun en tepedeki yüzde 1’inin en aşağıdaki yüzde 40’ından daha fazla kazandığı bir toplumda başka türlüsü de beklenmemektedir.

ÖMÜR BOYU YOKSULLUK...

Her on Afrikalıdan dördünün mutlak yoksulluk[10] içerisinde olduğu Afrika kıtasında, tahmin edileceği gibi yoğunlaşma yine Sahra-altı Afrika’da olmakta; 48 ülkenin yer aldığı bölge dünya nüfusunun yüzde 10’unu barındırdığı halde dünya gelirinin yüzde 1’ini dahi elde edememekte. 2000 yılı itibariyle yıllık ortalama 568 dolar olan bölgenin kişi başına düşen geliri, genel olarak Kuzey Afrika’nın ve Ortadoğu’nun yüzde 29’u, Latin Amerika’nın yüzde 15’i, Doğu Asya ve Pasifik bölgesinin yüzde 60’ı kadar. UNECA verilerine göre de, bölge nüfusunun yüzde 52’si mutlak yoksulluk sınırının altında yaşamakta. Aynı verilere göre Kuzey Afrika’da bu rakam yüzde 22. Sahra-altı Afrika’nın kırsal bölgelerinde sorun çok daha yaygın ve akut bir hal almış durumda; burada nüfusun yüzde 59’u mutlak yoksulluk sınırı olarak tespit edilen aylık 29 doların altında yaşarken, kentsel bölgelerde rakamlar görece biraz daha iyi; kentsel nüfusun yüzde 43’ü 43 dolar olan aylık yoksulluk sınırının altında yaşıyor. Afrika’nın genelinde ise, kırsal alanlarda nüfusun en düşük yüzde 40’ı toplam harcamaların ancak yüzde 16’sını yapabiliyor, en yüksek yüzde 20’lik dilim ise yüzde 48’ini harcıyor. Kentlerde ise durum farklı değil, nüfusun en düşük yüzde 40’ı toplam harcamaların yüzde 15’ini yaparken, yüzde 20’lik dilim toplam harcamaların yüzde 50’sini harcıyor. Bu arada uluslararası arenada durumu değerlendirecek olursak, dünya nüfusunun bir başka yüzde 10’luk dilimini barındıran G-5 (ABD, Japonya, İngiltere, Fransa, Almanya) ülkelerinin dünya gelirinin yüzde 60’ını elde ettiklerini görmekteyiz. Bu rakamlar dünyanın, globalleşmeyle birlikte hızlanan ve korkunç boyutlara ulaşan, çoğu zaman kelimelerin dahi ifade edebilmekten/yorumlayabilmekten aciz kaldığı bozuk gelir dağılımını açık bir şekilde ortaya koymaktadır. 20. yüzyıl biterken Sahra-altı Afrika’nın[11] 364 dolar olan kişi başına GSYH’ye karşılık İtalya’nın 20.190 dolar ve İsveç’in ise 25.222 dolarlık gelirleri söz konusudur. Bozulan gelir dağılımının Afrika’nın kendi içindeki görüntüsü de aynı paralellikte; kıta nüfusunun en yukarıdaki yüzde 20’lik dilimi toplam gelirin yüzde 50’sini alırken, en alttaki yüzde 20’lik dilim yüzde 6’lık bir gelir payına dahi zor ulaşabilmektedir.

AFRİKA DEMEK TARIM DEMEK

Afrika’da tarım sektörü iyi işlemiyorsa, Afrika’da da pek çok şey işlemiyor demektir. Bu cümle, Afrika ile ilgili hemen tüm rapor, araştırma ve dokümanlardan ortaya çıkartabileceğimiz bir cümle. Dünya Bankası raporlarına göre, kıtanın GSYH’nin yüzde 40’ı tarımdan elde ediliyor, ancak daha önemlisi işgücünün yaklaşık yüzde 70’i tarımda çalışıyor ve çiftçilerin hemen hepsi küçük çiftçi durumunda. Dolayısıyla Afrika’yı tarım sektörü ile bu denli özdeşleştiren öncelikle istihdamdaki bu rakam.

1950’li ve 1960’lı yıllarda tarımsal performansı çok daha iyi olan Afrika, özellikle 1970’lerin ikinci yarısından itibaren tarımsal performans açısından düşüşe geçmiş durumda. 1965 yılında, ekilebilir arazide birim başına, Güney ve Güneydoğu Asya’dan çok daha fazla traktöre sahip olan Afrika’da 1995 yılı itibariyle söz konusu bölgelerin dörtte biri kadar traktör bulunmakta. Her türlü geçimi tarımdan sağlanıyor olmasına rağmen, tarıma ve kırsal altyapıya yapılan yatırımların son derece az olmasından dolayı, 1965’ten beri Afrika’nın ekilebilir topraklarının sadece yüzde 4’ü sulanabilirken, Asya’da bu rakam yüzde 15 şeklindedir. Afrika bu denli tarıma bağlı/bağımlıyken, tarım sektörünün bu denli kötü performans sergilemesinin ardında dayatılmaya çalışılan, sadece Afrika ülkelerine değil, dünyadaki tüm gelişmekte olan ülkelere uygulanan yapısal uyum programlarıdır. Çünkü “program ... küresel piyasa sisteminin çıkarlarına doğrudan hizmet etmeyen ekonomik faaliyetlerin tüm kategorilerine sistemli bir şekilde zarar vermektedir”.[12] Bir başka ifadeyle, piyasa sisteminin işleyiş sistemi içine girmemiş hiçbir şeyin yaşam hakkı yoktur.

Öte yandan uzun süreli kuraklıkların neden olduğu çölleşme Afrika’nın temel problemlerinden biri; Afrika, özellikle de Kuzey Afrika, hızla çölleşmekte, bu da tarımsal performans açısından son derece olumsuz, acil önlem alınması gereken bir husus. Söz konusu bu önlemler alınmadığı için, sadece Kuzey Afrika’da 432 milyon hektar arazi (toplam arazinin yüzde 57’si) çölleşme tehdidi altında. Bu arada, kuraklığın ardından gelen sağanak yağışların toprağın verimli üst tabakasını alıp götürmesi de tarım sektörünün bir başka problemi. Bütün bunlara bir de düşük uluslararası fiyatlar[13] eklenince, Afrika’da tarım sektörü hem miktar hem de değer olarak olumsuz unsurlarla baş etmek zorunda kalmaktadır.

Öte yandan tarım, kıtada yer alan pek çok ülkenin temel sektörü olmasına rağmen, Afrika, dünyada kendi kendine gıda yeterliliğine sahip olmayan tek kıta konumunda. 1980’lerin başlarından itibaren tahıl piyasalarının Dünya Bankası’nın denetiminde kuralsızlaştırılması ve tarıma yönelik sektörel uyum modeli kıtada gıda güvenliğinin bu boyutlara gelmesine neden gösterilmektedir.[14] Sahra-altı Afrika’ya yapılan gıda yardımı,[15] neredeyse kıtanın tamamına yapılan tahıl ithalatına dönüşmüştür. Şüphesiz bunun ardında, özellikle gelişmiş ülkelerin fütursuzca desteklenen tarım üretimi sonucu oluşan fazlanın ihraç edilmesi problemi vardır,[16] ve elbette bu gelişmeye Afrika kıtasının katkısı olduğunu yadsıyamayız . Örneğin, tarım sisteminin biraz da geçmişten gelen yapısı nedeniyle tarım sitemi değiştirilmeksizin Afrika’da sürdürülebilir büyümeye yönelik bir üretim sistemi değişikliğinden söz edilememektedir. Bunun için ne yapılabilir sorusuna, öncelikle üretim sistemi içindeki etkinsizliğin çok iyi tanımlanıp analiz edilmesi gerektiği cevabı verilmekte. Bu cevap aslında tüm azgelişmiş ve gelişmekte olan ülkelerdeki yapısal üretim problemlerinin araştırması gereken bir durum. İkinci olarak, destek hizmetler ve altyapı sorunlarının halledilmesi geliyor; böylelikle tarımda adeta darboğaza giren yatırım yetersizliğinin aşılıp, pazarlama faaliyetleri güçlendirilebiliyor. Bugün Afrika’da yolların sadece yüzde 21’i yapılmış durumda, bu da ürünlerin pazara, yeni teknolojilerin de çiftçilere ulaşmasının önündeki en büyük engellerden biri olarak duruyor. Ancak, Afrika’da tarımsal altyapı eksikliklerinin bu denli büyük boyutlara gelmesinde yine 1980’li yıllar boyunca uygulamaya çalışılan kırsal gelişmeye yönelik tasarruf tedbirlerinin de payı bulunmaktadır. Sonuçta, altyapı yetersizlikleri Afrika’da iş yapmanın maliyetlerini arttırırken, kaynakların etkin kullanımını ve diğer ülkelerle rekabet edebilirliğini de olumsuz etkilemektedir. Ancak bundan daha önemlisi, Afrika’nın arazi sisteminin doğru dürüst çalışmıyor olmasıdır. Bu anlamda özellikle arazi imtiyaz sisteminin yeniden ele alınıp yasal çerçevede dikkatlice ve şeffaf olarak yeniden düzenlenmesinden söz ediyoruz. Bu imtiyaz sisteminin araziyi ekonomik olmayan parçalara bölmesi sonucunda, hem etkin olmayan arazi yönetimi ortaya çıkmakta hem de teknolojinin girişi zorlaşmaktadır. Tarımdaki bu zayıf performansın temel nedenlerinden biri olarak görülen bu konuda son on beş yıldan bu yana, özellikle teşvik yapısındaki aksaklıkları ortadan kaldırmaya yönelik bir çaba söz konusudur. Ancak Afrika’da tarım hâlâ gerekli hızlı ekonomik büyümeyi sağlayabilecek performansı yakalayabilmiş değil. Bu nedenle Afrika’nın bir an önce “doğru piyasa fiyatlarını” arama sevdasından kurtulup, kendine özgü bir kalkınma yolu bulması gerekmektedir. Bunu hem kendisi için gerekli tarımsal araştırma, altyapı, eğitim ve kredi gereksinimi için yapmalı, hem de IMF/Dünya Bankası reçetelerinin dayattırıldığı diğer ülkelerden çok farklı bir noktada olduğu için yapmalıdır.

BALTA GİRMEMİŞ ORMANLARDAKİ MEDENİYET KAPANI

Afrika denildiğinde, biraz da Amerikan filmlerinin teşviki ile akla önce safari ve vahşi doğal yaşam gelmektedir. Ancak Afrika’da bunların ötesinde çok zengin bir doğa ve doğal kaynak bulunmaktadır, örneğin Afrika bilinen 50 bin bitki, 1000 memeli hayvan ve 1500 kuş türüne ev sahipliği etmekte, ayrıca 2000 yöresel bitki türü ve 8000’den fazla tropik ormanlara özgü yüksek bitki ile sadece Madagaskar’da 300’den fazla yöreye özgü memeli tür bulunmaktadır. Aynı şekilde mineraller açısından da son derece zengin olan kıtada başta altın ve elmas olmak üzere bakır, kalay, boksit, manganez, uranyum ve ham petrol çıkartılmaktadır. Her ne kadar, son yıllarda söz konusu türlerde ve karasal habitatta hızlı bir bozulma ve tükenme yaşansa da, Afrika hükümetleri hâlâ çevre için özellikle de koruma alanları için pek çok zengin ülke hükümetinden daha fazla para harcamak zorundalar ve harcamaya da devam ediyorlar. Örneğin, Avrupa ve Kuzey Amerika hükümetleri ulusal bütçelerinin yüzde 0.08’ini bu alanda harcarken, Afrika için bu rakam yüzde 0.19 şeklinde daha yüksek bir oranda gerçekleşmektedir. Böylelikle, dünyadaki biyolojik çeşitliliğin yüzde 30’unun korunması bir anlamda sağlanmaktadır; ‘bir anlamda’ diyoruz çünkü, dünyanın diğer bölgelerinde olduğu gibi, Afrika’da da koruma kimi zaman sadece kağıt üzerinde kalmaktadır. Yasak avlanmalar, ormanlık alanlarının tarım arazisine açılması, su yollarının değiştirilmesi, toprak erozyonu, taze su kaynaklarının kirlenmesi, biyolojik çeşitliliğin azalması gibi bir dizi olumsuz unsura paralel tarımsal üretimdeki azalma da kıtanın çevre ile ilgili problemlerini çözmede giderek daha da zorlanacağının göstergesi.

Afrika’nın söz konusu bu çevresel problemlerinin bir kısmı global gelişme ve değişen koşullardan kaynaklanırken bir kısmı da kıtanın kendi iç sorunları olarak ortaya çıkmaktadır. İkinci problemle ilgili olarak, Gündem 2117 ve UNCED[18] faaliyetleri sonucunda bazı ülkelerde ulusal çevre plan ve politikaları hazırlanıp uygulamaya konulmuş, bu doğrultuda her türlü kirliliğin izlenmesi, doğal kaynakların korunması, nüfus kontrolü, eğitim-öğretim, arazi ıslahı konularında çalışmalara başlanmıştır. Kimi ülkelerde Çevresel Etki Değerlendirmesi (ÇED) yasası çıkartılmış, katı atıkların yönetimi, biyolojik çeşitliliğin korunması, orman ve suların kullanılması yönetmeliklere bağlanmıştır.

Söz konusu bu faaliyetlerin yanı sıra, uluslararasındaki çevresel konvansiyonlara aktif katılımda olan Afrika ülkelerinin yüzde 96’sı 1992 Rio Konvansiyonunu onaylamış ve uygulanması yönünde bazı adımlar atmıştır. Aynı çerçeve içerisinde Afrika’daki 46 ülke Viyana Konvansiyonuna, 47’si ise Montreal Protokolüne taraftır.

Elbette unutulmaması gereken önemli bir avantaj da kıtanın dezavantajı gibi gözüken bir durumdan kaynaklanmaktadır, yani sanayisizleşme, kıtanın CO2 salınımının son derece düşük düzeylerde olmasına sağlamaktadır. Gerçekten de Afrika dünyadaki toplam CO2 salınımının sadece yüzde 3.5’ini yaymaktadır, ve bu rakamın 2010 yılında yüzde 3.8 olacağı tahmin edilmektedir. Buna karşılık, Afrika’nın sürdürülebilirlik anlamında ihtiyacı olduğu temel alanlardaki problemleri, kıtayı dünya ekonomisi ile entegre etme çabalarına nerdeyse paralel olarak artmaktadır.

Kuraklık ve Çölleşme

Afrika’nın yaklaşık üçte ikisi nerdeyse kıraç arazi görüntüsü sergilemeye başlamıştır, dolayısıyla kıta, toplam arazisinin üçte birinin tamamen çölleşmesi tehdidi ile karşı karşıyadır. Özellikle Sudan bölgesi, Afrika’nın güneyi ve Akdeniz havzası bu durumdadır. Daha önce de belirtildiği gibi, örneğin Kuzey Afrika’da toplam arazinin yüzde 57’si çölleşmektedir. Tarım arazilerinin verimsizleşmesinde ve çölleşmede, erozyon,[19] tarımda kullanılan kimyasalların yarattığı kirlilik ve topraktaki tuzluluk artışı, sertleşmeler önemli etkenlerdir. Afrika’da gıda yetersizliğine çözüm amacıyla bazı bölgelerde çiftçilerin yılda üç ürün yetiştirmesine olanak sağlayan sulama sistemleri yüzünden tuzluluk sorunları ortaya çıkmıştır. Tuzlanma ise hem ürünün ziyan olmasına hem de toprağın verimsizleşmesine neden olmaktadır. Söz konusu bu verimsizlik, gıda üretiminin ortalama yıllık artışını yüzde 2 ile sınırlandırırken, doğal olarak kıtanın kişi başına düşen gıda üretiminde de önemli düşüşleri beraberinde getirmektedir. 1996 yılında Roma’da toplanan Dünya Gıda Zirvesi, Afrika’daki açlığın temel nedeni olarak toprağın verimsizleşmesi üzerinde durmuş ve çözümün kıtanın kendi doğal kaynaklarını daha etkin yönetilmesinde olduğunu vurgulamıştır.

Biyolojik Çeşitlilik ve Ormanlar

Daha önce de söylediğimiz gibi, Afrika fauna ve florası son derece zengin bir çeşitliliğe sahip. 520 milyon hektar alanı kaplayan ormanlar ve orman ürünleri ise pek çok Afrika ülkesi için ekonomik açıdan çok önemli. Örneğin, Demokratik Kongo Cumhuriyeti, Afrika’nın toplam ormanlarının yüzde 20’sine ve tüm orman ürünlerinin yüzde 17’sinin üretimine sahip ve orman ürünleri bu ülkenin ekonomik açıdan en önemli geçim kaynağı durumundadır. Bu nedenle ormansızlaşma, kıtanın mutlaka çözüm bulması gereken konularından biridir. Kıtada ormansızlaşmayı hızlandıran nedenler aslında dünyada bu problemle karşı karşıya kalan ülkelerinkinden çok da farklı değildir; nüfus hareketleri, yoksulluk, arazi imtiyaz sistemi ve arazi spekülasyonları, otlak açma ve tarım arazisi oluşturma çabaları, yakacak odun gereksinimi, sığınmacılarla ilgili problemler, petrol ve maden arama çalışmaları, doğal iklim olayları ve orman yangınları kıtadaki ormansızlaşmanın temel nedenleridir. Örneğin, dünyada çevresel anlamda en çok yıkıma uğramış bölgelerden biri olarak gösterilen Madagaskar’da köylüler, gıda üretimi için ormanları yakıp tarla açtıkça, bir zamanlar zengin ormanlarla kaplı olan ada kıraç bir görünüm almaya başlamıştır. Bir zamanlar adanın yarısına yakın kısmı ormanlarla kaplı iken, bugün Madagaskar’ın sadece yüzde 10’dan az bir kısmı ormanlıktır.Yapılan tahminlere göre, adada yılda 200 bin hektarlık orman yok olmaktadır.[20]

Denizlerde ve Kıyılardaki Ekosistem

Afrika’nın bozulamaya başlayan ve çevre problemleri arasına giren konularından biri de kıtanın denizlerinde ve kıyılarındaki hızla kirlenmedir. Özellikle plansız bir şekilde Afrika kıyılarında kurulmaya başlayan yerleşim alanları, karayolları, limanlar ve boru hatları, yüksek miktarda krom, cıva, fenol, asit ve klor içeren petro-kimya tesisleri ve son olarak denize herhangi bir nedenle dökülen petrol beraberinde kirliliği de getirmiş, lagun, mangrov ağaçlıkları,[21] bataklık ve bunlara ait biyolojik çeşitliliğe zarar vermeye başlamıştır. Bu durum, özellikle geçimlerini söz konusu habitat üzerinden yapılan turizm gelirlerine bağlayan küçük adaların halkları açısından hayatî önemdedir.

Su Kaynakları

Su ile ilgili problemler temelde iki şekilde karşımıza çıkmaktadır. Bunlardan ilki sulardaki kirlenme diğeri ise su arzındaki yetersizlik. Her ikisi de Afrika’nın ekosistem çeşitliliğine[22] ciddi ölçülerde zarar vermektedir. Su yetersizliğinin nedenleri arasında, doğa koşullarının dışında dikkati çeken en önemli unsur Dünya Bankası programı uygulamalarında, suyun yoksullaşan çiftçilere belirli bir fiyat karşılığı satılması gereken bir metaya dönüşmesidir.[23] Afrika’nın pek çok ülkesinde devlet, finansman zorlukları nedeniyle su kaynaklarının yönetim ve korumasından çekilmek zorunda kaldığından, su noktaları ve kuyular ya bakımsızlık nedeniyle kurumuş ya da özelleştirme sonucunda yerli tüccarlara/zengin çiftçilere satılmıştır. Özellikle yarı kurak bölgelerde devletin su işinden çekilmesi ve suyun bu şekilde ticarileştirilmesi, su arzını istikrarsızlaştırırken, sonuçta gıda güvenliğini etkileyerek ‘insan-yapımı’ kıtlıklara yol açmıştır.

Zehirli Kimyasallar ve Tehlikeli Atıklar

Ocak 1991’de Afrika ülkeleri arasında, Tehlikeli Atıkların Sınır Ötesi Hareketlerinin Kontrolü ve Afrika’ya İthaline Yasak getiren Bamako Konvansiyonu imzalanmış, ancak 2000 yılı itibariyle sadece 10 Afrika ülkesi onaylamış bulunmaktadır. Bamako ve Basel Konvansiyonlarının varlığı, özellikle Batı ve Orta Afrika ülkeleri arasında bir erken alarm sisteminin gelişmesine önayak olmuştur. Ayrıca, anlaşmaya göre, Avrupa hükümetleri, uluslararası STK’lar, şirketler ve gerektiğinde bireyler Avrupa’dan Afrika’ya tehlikeli atık hareketlerini Afrika’nın diplomatik kuruluşlarına bildirmek durumundadır. Onlar da bu bilgiyi Afrika’daki gerekli ve yetkili mercilere bildirmektedirler. 1990’ların başında kurulan bu sisteme rağmen, Afrika hâlâ yoğun bir şekilde kurşun, cıva gibi ağır metaller ve DDT gibi zırai ilaçların sorunlarıyla uğraşıyor. Konu ile ilgili en ilginç nokta, bu maddelerin gelişmiş ülkelerde kullanımlarının yasak olmasına rağmen, içlerinde Afrika da olmak üzere sadece gelişmekte olan ülkelere ihraç edilmesi koşuluyla üretimleri devam ettirilmektedir.

SONUÇ

Bugün Afrika’nın sürdürülebilirliğini tartışırken aslında çok da yeni bir şeyi tartışmıyoruz. Nasıl ki, globalleşmenin kapsadıkları gerçekte son on beş-yirmi yılın ürünleri değilse ve bu olgu kapitalizmin -biraz da öngörülen- yenilenme ve yeniden güç kazanma faaliyetlerinin sonucu ise, sürdürülebilirlik için de benzer değerlendirmeyi yapabiliriz. Gerçekten de, sürdürülebilir kalkınma ve/veya sürdürülebilirlik kavramının kapsamına giren üç faktörden ikisinin, yani ekonomi ve toplumsal açının birlikteliği çok eskilere dayanmasına karşın, üçüncü faktör çevrenin bu birlikteliğe katılması nispeten yenidir. Kaldı ki, insan sağlığını tehdit eden ve çevrenin bozulmasına neden olan her türlü etkinin varlığı uzun bir süredir bilinmesine rağmen, konu ile ilgili muhalefetin sürdürülebilir kalkınma adıyla ortaya çıkması, -ne tesadüftür ki- günümüz gelişmiş ülkelerinin sanayileşmelerini tamamlamalarından ve nispeten daha az kirletici/tahrip edici olan hizmetler sektöründe uzmanlaşmaya başlamalarından sonraya kalmıştır. Bu çerçeveden bakarsak sormamız gereken soru, Afrika’ya ne zaman sıra geleceği, şeklindedir. Ancak böyle bir soru ve cevabının Afrika’nın sorunlarına çözüm niteliği taşımayacağını da biliyoruz. Nitekim, 2002 yılının Ocak ayında 43 Afrika ülkesinin katılımıyla yapılan Afrika Sosyal Forumu sonucu çıkan Bamako Deklarasyonu’nda da “Farklı bir Afrika’nın Mümkün” olabileceği ve egemen neo-liberal kuralların Afrika’nın değer ve isteklerine zıt ve uygun olmadığı belirtiliyor. Forumda globalleşme adı altında Afrika’ya dayatılmak istenen sistemin Afrika için hiç de adil kurallar getirmediği, kaldı ki, uluslararası finans sermayesine entegre olmanın faturasının Uzak Doğu Asya ülkelerinde veya Arjantin’de yaşanan krizler gibi oldukça ağır olduğu ve Afrika’nın bu tür krizleri kaldırabilecek yapıda olmadığı, dolayısıyla Afrika’nın gelişmiş dünyanın kendi kuralları ile oynamaya çalıştığı bu tür girişimleri toptan reddetmesi ve kıtanın kendi kaderini kendi elleri arasına alması gerektiği vurgulanmakta. Elbette ki, bu tür vurgulamalar ilk değil; yıllarca süren yağma, hırsızlık, esaret, sömürgecilik, yeni-sömürgecilik ve ırk ayrımcılığından sonra şimdi de neo-liberal tahribatla uğraşan Afrika için son olmayacağa da benziyor...

[1] Örneğin, Kenya’da nüfusun yüzde 30.6’sının 40 yaşına gelmeden ölüyor, söz konusu bu oran, Nijerya’da yüzde 33.8, Gana’da yüzde 20.6, Güney Afrika’da yüzde 25.9.

[2] Hepsi de Birleşmiş Milletler kuruluşları olan bu organizasyonlar: UN Environment Programme (BM Çevre Programı), UN Industrial Development Organization (BM İktisadi Kalkınma Örgütü), UN Development Programme (BM Kalkınma Programı) ve UN Economic Commission for Africa (BM Afrika için Ekonomik Komisyon).

[3] 1970 yılından beri Afrika’da, çoğunluğu ülke-içi çatışmalar olmak üzere 30 savaş yapılmıştır. Örneğin sadece 1996 yılında, 53 Afrika ülkesinden 14’ü silahlı çatışmaya katılmış ve o yıl dünyadaki savaş sonucu ölümlerin yarısından fazlası bu savaşlarda gerçekleşirken sonuçta ortaya 8 milyon göçmen çıkmıştır.

[4] Dinyar Godrej, Küresel İklim Değişimi, Metis Yayınları, İstanbul, 2003, s.65.

[5] 1990-1994 arasında yıllık ortalama GSYH’deki büyüme yüzde 0.9’dur. Kıtanın iki lokomotif ülkesi olan Güney Afrika ve Nijerya’yı çıkardığınızda büyüme rakamları daha da olumsuz hale gelmektedir.

[6] Ancak söz konusu bu nüfusu artışı, yüzde 1.6 olan dünyanın ortalama nüfus artış oranından oldukça yüksektir.

[7] Ekonomik olarak sürdürülebilirlik, ekonominin uzun dönemli yapısal değişmesiyle bir başka ifadeyle ekonomik kalkınmasıyla uyum içinde düzenli üretim yapabilme kapasitesi demektir. 36 göstergeden oluşan Ekonomik Sürdürülebilirlik Endeksi, ülkelerin sürdürülebilir büyümesi, insangücü sermayesinin gelişimi, yapısal farklılaşmaları, dışarıya bağımlılığı ve makroekonomik istikrarı gibi unsurları gözlemlemektedir. 1 ile 10 arasında yapılan değerlendirmede rakamın büyümesi ekonomik sürdürülebilirlik düzeyinin de artıyor olması anlamına gelir.

[8] Mısır, Maritus, Seyşel adaları, Güney Afrika ve Tunus.

[9] Sierra Leone, Çad, Nijer, Gine, Burundi, Orta Afrika Cumhuriyeti, Uganda, Etiopya, Mali ve Demokratik Kongo Cumhuriyeti .

[10] Kabul edilebilir asgari bir yaşam standardının altına düşenler mutlak yoksul kategorisinde değerlendirilmektedir. Asgari yaşam standardını ise, “geçinilebilecek bir gelir” olarak yorumlamak mümkün, “geçinilebilme” kavramı ise, çoğunlukla insanoğlunun fiziksel varlığını idame ettirebilmesi için gerekli kalori miktarı (günde 2230 kalori) ve iki gıda-dışı gereksinim, barınma ve giyecek kalemlerini içermektedir. Bu tanımlamalar çerçevesinde BM’in hesaplamalarına göre mutlak yoksulluk yıllık gelirin yaklaşık 370$’ın altına düşülmesidir.

[11] Söz konusu bu rakam, Güney Afrika Cumhuriyeti hariç bir rakamdır. Bu ülkeyle birlikte rakam 530 dolardır. Afrika’nın genel olarak geliri ise 691 dolardır. Ancak 2001 yılı itibariyle rakamlarda düşme söz konusudur, Sahra-altı Afrika’nın kişi başına düşen GSYH’si 2001 yılında 300 dolara düşerken, Güney Afrika ile birlikte 461, tüm Afrika’nınki ise 664 dolardır.

[12] Michel Chossudovsky, Yoksulluğun Küreselleşmesi. IMF ve Dünya Bankası Reformlarının İçyüzü, İstanbul: Çiviyazıları, 1999, s. 129.

[13] Fiyatların dış ticaret hadlerini Afrika’nın aleyhine çevirmesi, kıtanın dünya ticaretinde kaldığı marjinal konumu açıklamada önemli bir unsurdur.1970=100 kabul edilerek hesaplanan endeks rakamlarına göre, tarımsal hammaddelerin dünya fiyatları 1975’te 180.9, 2000 yılında ise 245.2’dir, gıda fiyatları aynı yıllar itibariyle 278.7’den 204.9’a düşerken, kıtanın önemli ithal kalemlerinden sanayi malları fiyatlarında 185.3’den 361.7’ye yükselme söz konusudur. Dolayısıyla Afrika ihraç malları fiyatlarında bir düşüş, ithal malı fiyatlarında ise yükselme ile, yani dış ticaret hadlerinde kendi aleyhine bir seyir ile mücadele etmek durumunda kalmıştır.

[14] Michel Chossudovsky, 1999, s. 129.

[15] 1970’lerin başında Afrika’ya nerdeyse hiç gıda yardımı yapılmıyordu ve daha ilginç olanı, 1970’lerin sonlarından itibaren örneğin Somali’ye yapılan gıda yardımı 1980’lerin ortalarına kadar gıda tüketiminden yüzde 35 daha fazlaydı. Bkz. Hossein Farzi, “Food Aid: Positive and Negative Effects in Somalia”, The Journal of Developing Areas, Ocak 1991, s.265.

[16] Michel Chossudovsky, 1999, s. 127-128.

[17] 1992 Rio zirvesi sırasında kabul edilen Gündem 21 (Agenda 21), aralarında Türkiye’nin de bulunduğu 170’in üzerinde ülke tarafından benimsenen 40 bölümlük, 21. yüzyılda çevre ve kalkınma sorunlarıyla başa çıkılmasına ve sürdürülebilir gelişmenin gerçekleştirilmesine yönelik eylem alanlarını tanımlayan bir dokümandır.

[18] UN Conference on Environment and Development: BM Çevre ve Kalkınma Konferansı.

[19] Toprak erozyonu önemli bir sorundur; 2.5 cm.’lik bir üst toprak tabakasının oluşması yaklaşık 500 yıl almaktadır, bugün aşınan ve telafisi mümkün olmayan bir şekilde yok olan bu tabakadır.

[20] Wayne Ellwood, Küreselleşmeyi Anlama Kılavuzu, Metis Yayınları, İstanbul, 2002, s.87.

[21] Mangrov ağaçları, tropik bölgelerde deniz sularının tarım alanlarına doğru taşmasına engel olmaktadır. Mangrov, iklim değişiklikleri ve insanların karides yetiştirme amaçları nedeniyle yok olma tehlikesi ile karşı karşıyadır.

[22] Genetik çeşitlilik ve tür çeşitliliği ile birlikte biyolojik çeşitliliğin bir unsuru da ekosistem çeşitliliğidir. İlk ikisi daha çok bitki ve hayvanlar arasındaki çeşitliliği ifade ederken, ekosistem çeşitliliği belirli bir alanda yaşayan canlılarla o alandaki yaşam ortamını oluşturan hava, toprak, su gibi cansız varlıkların oluşturduğu karmaşık ilişkileri ifade eder. Bu ilişkiler içinde, hangi tür ekosistem olursa olsun, suyun önemi büyüktür. Bkz. Barboros Gönençgil, “Biyolojik Çeşitlilik ve 2003 Dünya Tatlı Su Yılı”, Türkiye Çevre Koruma ve Yeşillendirme Kurumu Dergisi, sayı:16, Haziran 2003, s.3.

[23] Michel Chossudovsky, 1999, s.128.