Tarihçi Theodor Mommsen, 19. yüzyılın seksenli yıllarında, onun sözlerinin “arındırıcı” bir etki yaratarak “fayda sağlayacağı” söylenerek anti-semitizmle ilgili görüşlerini açıklamaya davet edildiğinde, şu cevabı vermişti:
“Akıl yoluyla herhangi bir şeye erişilebileceğini kabul ediyorsanız, yanılıyorsunuz. Geçmiş yıllarda buna bizzat ben de inanmıştım ve anti-semitizmin korkunç alçaklığını protesto etmeyi sürdürüp durdum. Ama yararsızdır bu, tamamen yararsız. Benim veya başka herhangi birisinin söyleyecekleri, son kertede birtakım savlardan ibarettir; mantıkî ve etik savlardır ve hiçbir anti-semit bunlara kulak asmaz. Onlar sadece kendi nefret ve kıskançlıklarını, en aşağı güdülerini işitirler. Başka her şey, geçersizdir onlar nezdinde. Akıl, hukuk ve ahlâk karşısında sağırdırlar. Onlara tesir edemezsiniz... Korkunç bir salgındır bu, kolera gibi. Ne izah ne de tedavi edebilirsiniz. Sabırla beklemek zorundasınız, zehir kendi kendini yiyip bitirene ve bulaşıcılığını kaybedene dek.”[1]
Mommsen’in bu sözlerine “Önyargı Üzerine” adlı (1961 tarihli) kısa makalesinde atıfta bulunan Max Horkheimer, onun son cümlesini şu sözlerle yorumlar:
“Zehir kendini yiyip bitirmemiş, korkunç etkisini icra etmiştir.” Ve şunları ekler: “Zehrin artık tüketilip bittiği inancı, geleceğe ilişkin aşırı bir iyimserliktir. Otoriter karakterin koşulları, yiteceğine, her yerde çoğalmıştır. Ailenin çok bahsedilen geri çekilişi, aşırı dolu okullardaki sıkıntı, özerk düşünmeyi, fanteziyi, belirli bir maksada bağımlı olmayan tinsel etkinlikten zevk almayı geliştirmeye müsait gelişmeler değildir. Nüfus artışı, teknolojinin bizzat kendisi, insanları işyerinde de işyeri dışında da, fabrikada da trafikte de, işaretlere dikkat etmeye zorluyor; belirli bir biçimde, sinyallere reaksiyon veren bir aygıt olmaya zorluyor. Hep işaretlere bakan birisi için sonunda her şey birer işarete dönüşür - dilin ve düşüncenin kendisi bile. Her şeyi şeyleştirmeye itilir, o. Bu, insanın iç özgürlüğüne elverişli bir durum değildir. Doğa üzerindeki egemenliğin artışına, malûmatın çoğalmasına ve kendisine herhangi bir şeyin gösterilmesine izin vermeyen fakat yine de her yapılana iştirak eden keskin zekâlara rağmen, kendi deneyimini ve kendi mutluluğunu yaratma yeteneği yaygınlaşmamıştır. Yaşam standardının ve tam istihdamın zamanla her şeyi telâfi edeceği inancı, yanıltıcı olabilir.”[2]
ANTİ-SEMİTİZM... İDEOLOJİNİN EN ALÇAKLAŞMIŞ BİÇİMLERİNDEN BİRİDİR
Mommsen’in kullandığı salgın mecazına ve Horkheimer’de bir anlığına dünya-tarihsel felâket bağıntısının tınısına rağmen, Frankfurtlu düşünürün yorumu, anti-semitizmi toplumsal bir temele oturtan bir paradigmayla temayüz eder. Anti-semitizm, Horkheimer’e göre metafizik bir şeyi işaret etmez, -“akıl, hukuk ve ahlâk” karşısındaki bütün direnciyle beraber- (başarısız) toplumsallaşma mekanizmalarına ve nevraljik toplumsal yapılara dayandırılamayacak bir yanı yoktur. Karşıtına çevrilen tarihsel mutluluk vaadi anlamında bir Aydınlanmanın Diyalektiğini, muzaffer olmuş irrasyonalite karşısında teslimiyet olarak kabul etmez o; aksine bu onu, anti-semitik önyargıyla mücadelede “aldatıcı” olabilecek olanı anlamakta daha aceleci bir ısrara sevk eder. Burada yaptığımız serimlemede bu noktayı öne çıkartmak fuzulî sayılmamalıdır, zira günümüzün ayan beyan anti-semitizminden duyduğumuz tiksintiye rağmen, onun karşısındaki (her ne kadar samimi olsa da) hiddetli tepkinin şeyleştirici karakteriyle de yüzleşmemiz gerekmekte. Çünkü sadece anti-semitizmin kendisi ideolojinin en aşağılık biçimlerinden biri olmakla kalmaz, onun eleştirel görünümlü alımlamasının da esaslı bir ideolojik maske taşıdığını görebiliriz. İsrail’in devlet ideolojisi, yani siyonizm bağlamında, bu olasılık neredeyse yapısal olarak mevcuttur.[3] Çünkü siyonizm, merkezî kaziye [postüla] olarak diasporanın inkârıyla temellendirildiği oranda (öte yandan, siyonizmin varoluş mantığını yabancı belirlenimli bir uğrağa borçlu olması anlamına geleceği için, birçok siyonist tarafından tartışılan bir noktadır bu), bu kaziyenin dayanağı öncelikle modern anti-semitizmin çıkışıdır. Tabiî bu, politik siyonizmin 19. yüzyıla uzanan tarihinde pozitif itkilerin, örneğin geleneksel dinsel Siyon aşkından (chibat zion) ve Siyon özleminden (kisufe zion) kaynaklanan unsurların bulunmadığı anlamına gelmez.[4]
SİYONİZM VE ANTİ-SEMİTİZM
Yine de, kendi kaderini belirleme itkisinin ex negativo [bir olumsuzlamayla], tam da diasporadaki varoluşun, yaşam dünyasıyla ilgili, reel katlanılamazlığından doğduğu gözardı edilemez - Doğu Avrupa pogromlarının geleneksel caniyâne şiddet biçimleri de vardır, Batı ve Orta Avrupa anti-semitizminin, gitgide kurumlaşan toplumsal dışlamaya dayalı burjuva modeli de vardır bunun ardında. Fakat siyonizm anti-semitizme tepki göstererek, anti-semitizmden nedensel olarak türetilen bir zorunluluk olarak Yahudi halkının kendi millî yurdunu kurma kaziyesini ortaya koyduysa; o halde, siyonizmin sadece (belirli ölçüde) varlığını anti-semitizme “borçlu” olmakla kalmayıp, belirli bir andan itibaren anti-semitizmin zaten başlamış bulunan tarihsel pratiğine ve bununla içiçe geçen anti-semitik ideolojik üretime düpedüz muhtaç olduğu, reddedilemez. Bu nokta asla yanlış anlaşılmamalıdır: Bir Yahudi devletinin kurulmasına çabalayan aktif siyonistler Yahudilere karşı anti-semitik tecavüzleri arzuluyor falan değildiler. Buna karşılık, anti-semitizmin bulaşıcılığı onlar açısından hiç de elverişsiz değildi, zira onların politik-ideolojik hedeflerine hizmet ediyordu. Diasporadaki Yahudilerin uğradığı fizikî zararlar değildi yani onların meselesi; anti-semitik pratiğin teşvik ettiği, Yahudilerin diasporadaki varoluşunun bir geleceğinin olamayacağı kanaati doğrultusundaki bilinç oluşumuydu.
Ne var ki, siyonizmin devlet-öncesi döneminde henüz büyük ölçüde, siyonizmin diğer büyük kaziyesinin -yani Yeni Yahudi denen kişiliğin/kimliğin yaratılmasının (ki Yeni Yahudi kavramı da başlangıç olarak ‘diaspora Yahudisi’ kalıbının negatifiydi elbette)- kısmen teorik olarak berraklaşmış bir ilkesel tamamlayıcı matrisi olarak kullanılan bu bilinç, İsrail devletinin kurulmasından sonra varoluşsal bir zorunluluğa, aynı zamanda, buna bağlı olarak, elle tutulur somutlukta bir ideolojik tasarıma dönüştü. Çünkü, diasporayı inkâr etme talebinin geçerliliği için ültimatom niteliğinde bir tarihsel kanıt lâzımsa, bu, Şoah [Auschwitz - ç.n.] vasıtasıyla nihâî olarak sağlanmıştı sanki. Auschwitz’den sonra hiçbir Yahudi, diasporadaki varoluşunda halkının başına gelen felâketi ve bu dehşet içerisinde Doğu Avrupa’da (daha derin bir anlamda “dünyada”) vatansız konumuna düşmüş Yahudiler için bir millî sığınağın nesnel zorunluluk haline gelmiş olduğunu tartışamazdı. Çok geçmeden, en konuşulamaz olanı bile değişim değerine çeviren kaskatı bir ideolojiye dönüşecek olan da, işte tam bu zorunluluk boyutudur. Çünkü, Şoah bile Yahudi halkının büyük kısmını İsrail devletinin kurulmasıyla sunulan siyonist seçeneğin cazibesine ikna etmeye yetmemişti; dahası, İsrail devleti (ziyadesiyle şaşırtıcı inşâ performansına rağmen) diasporada kalan Yahudiler üzerinde sürekli bir tehdidin varlığına muhtaçtı, kendi kendini teyid için. Ve tehdidin yeni ölçeği Auschwitz’le belirlendiğine, canavarlık böylelikle görünür kılındığına göre, dehşet kısa zamanda dejenere olarak bizzat sava (argümana) dönüştü; ve bu sav adım adım tehdit altında olmanın ideolojisi halinde katılaşarak, sahici tehdit kaynaklarından giderek uzaklaşan bir kendini kurbanlaştırma fetişi haline geldi. İsrail’in her yeni askerî zaferiyle “güvenlik” doktrininin nasıl biraz daha ağırlık kazandığını, askerî güvenliğin sağlanmasında koşullar iyileştikçe “güvensizlik” propagandasının İsrail’in Yahudi nüfusununun gündelik bilincine daha fazla kazındığını izlemek şaşırtıcıydı (hâlâ da şaşırtıcıdır). Böylece, başlangıçta klasik siyonist ideolojinin yapısal mirasının bir parçası olan şey, yani onu ex negativo temellendiren bir boyut, İsrail’in resmî devlet politik pratiğinin kurumlaşması içinde, sürekli kendini yeniden kurarak katılaşan ideolojik tasarımlar biçimini aldı: “Dünyadaki” Yahudiler üzerindeki tehdit ve İsrail üzerindeki “Araplar” tehdidi.
İSRAİL’DE ANTİ-SEMİTİZM SÖYLEMİNİN KONJONKTÜREL CANLANMASI
Bu iki tehdit nevraljisi de sahici bir tarihsel çekirdekten mahrûm değildirler: Şoah vuku bulmuştur ve İsrail’in mevcudiyetinin her evresinde Arap devletlerinin düşmanlığına marûz bulunduğu tartışma götürmez. Yahudilere veya İsrail’e dönük el üstünde tutulan tehditlere ideoloji karakterini veren, bunların propaganda yoluyla ebedîleştirilmesidir - ki bu arada, bahsedilen hakikat çekirdeğinin güncel geçerlilik talebi (ve elbette dolaysız aciliyet talebi) az veya çok yitmiştir. Çünkü, nicedir, İsrail’in varlığını askerî olarak tehdit etmeye muktedir herhangi bir Arap devletinden -şayet aynı anda kendi kendini de yok etmeye karar vermemişse- söz edilemez. (İsrail’in bekasının Filistinliler tarafından gûya tehdit edildiği iddiası üzerine burada boşuna nefes tüketmeye gerek yok.) Çirkin suratını hep yeniden gösteren güncel anti-semitizmin Şoah’a veya hep düşünüldüğü gibi bir Şoah tehdidine bağlanması da fazlasıyla şaşırtıcı olacaktır: Dünya üzerinde hiçbir yerde anti-semitizm, birey olarak Yahudi’yi, İsrail’in politikası nedeniyle İsrail’de olduğundan daha fazla tehdit altında tutmamaktadır. İsrail’in onyıllardır sürdürdüğü dış politikanın ve bununla içiçe geçen, barbar bir işgal rejimini ayakta tutma ve sürdürme politikasının aşikâr sonucudur bu. Söz konusu dış politika, çoktan bir fetişe indirgenmiş “tehdit” ideolojisini kullanmaktadır. Bugün dünyanın hiçbir yerinde, “diaspora”daki Yahudilere yönelik anti-semitik kollektif tehdit, -İsrail’in poltikasının sorumluluğunu paylaştığı- bir bölgesel savaşın ihtimalinin gerçekleşmesi halinde Yahudileri bekleyen kollektif felâketin bir küçük kesiriyle bile mukayese edilemez. Ortadoğu’daki tarafların hiçbirinin böyle bir savaşa girişmekte çıkarının olmayışı, Yahudiler üzerindeki nesnel kollektif tehdidin, her daim bulaşıcı olan ve sahiden de yılmadan mücadele etmeyi gerektiren anti-semitizmden çok daha evvel, bu potansiyel savaş olduğu gerçeğini değiştirmez. İsrail’de anti-semitizm söyleminin konjonktürel canlandırılmasının işlevi, başka şeyler yanında, bu gerçeği örtmektir. Çünkü, eğer İsrail başbakanı açıkça, politikasına Avrupa’dan yöneltilen her eleştirinin itiraz kabul etmez biçimde anti-semitik olduğunu iddia ediyor, hattâ bu (anti-semitik) eleştiriyi işittiğinde Avrupa Holocaust’unun nasıl gerçekleşebildiğini kavradığını ileri sürmeye vardırıyorsa işi;[5] ya -İsrail’in devlet reisi olmasına rağmen- Şoah’ın mâhiyetini ve dünya-tarihsel “anlamını” bugüne dek hâlâ doğru dürüst kavrayamamış bir politikacının sıkıştığında başvurduğu eblehçe bir gevezelik söz konusudur, ya da bu popülist belâgatle, bünyesi itibarıyla kendi içinde farklılıklar taşıyan İsrail’deki anti-semitizm söyleminin ideolojik karakterini belirleyen ve İsrail’in Yahudi yurttaşlarının büyük kısmının kültürel bilincine az veya çok damgasını vuran veçhesini kullanmaktadır -ki daha büyük ihtimal de budur.
ANTİ-SEMİTİZM İSLÂMIN BÜNYEVİ ÖZELLİĞİ HALİNE GELİYOR
Çünkü İsrail anti-semitizm söyleminin meselesi, “anti-semitik diaspora”daki Yahudilerin korunması değildir âdet olarak. Onun meselesi siyonizmin savunusudur; “diaspora”nın, son yıllarda muhtelif nedenlerden ötürü gittikçe daha tehditkâr biçimde sallanmaya başlayan “İsrail” öz-bilincini onaylayan bir temel olarak ebedîleştirilmesidir. Burada açıklandığı üzere, daima “anti-semitizm”in ideolojik bir nüfuz altındaki alımlamasına başvurmak zorunda olan bir davadır bu. Böylesi bir alımlamanın tam da insanları aşağılayıcı bir politikayı haklılaştırabildiği ve destekleyebildiği gerçeğiyle (İsrail Başbakanı bunun şahâne bir örneğidir), İsrail’in Yahudi nüfusunun çok büyük kısmı asla yüzleşmemiştir. Aksine, Şoah mutatis mutandis [zorunlu bazı değişikliklerle] ideolojik olarak siyonist devletin varlık nedenine dönüştürülmüş olduğu için; politik olarak araçsallaştırılmış “anti-semitizm”, bir politik şiddet öznesinin ve barbar fatihin doğrusu pek övünülesi olmayan imgesinin “dünya” nezdindeki yansımasının telâfisi için etkili bir araç olarak gösterdi kendini. Bu bağlamda, son yıllarda gözle görülür biçimde güçlenen “İslâmî anti-semitizm”, nihâî bir tatmin zannına kapılınmasına yol açabilir. İki şeyi biraraya getiriyor ya bu: Avrupa’da serpilen “anti-semitizmle” Ortadoğu’daki askerî tehdidi; yani “Şoah” koduyla “güvenlik doktrinini”... İdeolojik olarak onyıllardır sınanan kendini-kurbanlaştırma edimi için yeni ve neredeyse ideal bir temel! Özcü [essentialist] bir tavır izleniyor burada. Anti-semitizm (özellikle medyada) İslâmın bünyevî özelliği olarak açıklanıyor. Bu yapılırken, İslâmın tarihsel olarak hiç de, tüm Garp ve Hıristiyan kültür kuşağını yüzyıllarca etkisi altında tutan, nihayetinde de nasyonal-sosyalist soykırıma varan o şiddetle koğuşturucu, dahası tenkilci Yahudi nefretiyle temayüz etmediği gibi temel bir vakıaya pek fazla takılınmıyor. Şark menşeli İsrail Yahudileri, geldikleri ülkelerde Müslüman çevreleriyle komşuluk ilişkilerinin 1948’e kadar ne kadar iyi olduğunu anlatırlar. Keza Ortadoğu ihtilâfının ötesine geçen açıklama kalıpları, yani İslâm dünyasında yayılan anti-semitik belâgatin, “Batı”nın kapitalizmle özdeşleştirilen ve çevrim ortamı itibarıyla “Yahudi”yle eşlenen (ki bu, tipik Avrupâî bir anti-semitik figürdür) modernliğine karşı post-kolonyal bir tepkiye bağlı olduğu yorumu da gözönüne alınmıyor. İslâmî “anti-semitizmin”, Arap dünyasındaki artık sahiden şaşırtıcı bulunmaması gereken anti-siyonizmin bir tezahürü olduğu ve bu hıncın yeni biçiminin bunun ötesinde, İsrail’in işgal ettiği topraklardaki baskıcı politikası ile -her zamanki gibi şiddetli- anti-İsrail tutumu basitçe biraraya getirdiği yönündeki açıklamalar ise tamamen yasaktır.
Anti-semitizm arkaikleştirildiği içindir ki, ideolojik olarak yakınılan “İslâmî anti-semitizm” fenomenine belki de açıklık getirecek olan dolaysız nedensellik bağıntılarına izin verilmiyor. Hele ki, anti-İsrail hıncın uyanmasında İsrail’in açık seçik sorumluluğunu gündeme getirecekse...
Burada önümüze koyduğumuz türden açıklamalar, daima, bir ‘ya/ya da’ ikiliğinin kutupsallığına sıkıştırılmanıza yol açıyor. Ya (yine) bulaşıcı anti-semitizm vardır, o halde bu fenomenin araçsallaştırıcı alımlanışı ikincil bir meseledir; ya da anti-semitizmin ideolojikleştirilmesi, “anti-semitik” değişim değerine indirgenerek işlevselleştirilmesi ön plandadır, o halde anti-semitizmin tezahürlerini dert etmeye gerek yoktur, bunlar sadece politik olarak şişirilmiş şeylerdir. Tek başına bu iki pozisyondan birinde ısrar etmenin neticesi iyi değildir; kararlı bir ‘hem o, hem bu’ tavrını koymak gereklidir. Nasıl anti-semitizmle, açık seçik veya örtülü biçimde kendini gösterdiği her yerde mücadele etmek gerekiyorsa, ki bunu yaparken sisler arkasındaki bir örtük söylemin açık manifestolara dönüşmesinin yapılarına ve süreçlerine şimdiye kadar olduğundan daha fazla dikkat etmek gerekecektir; anti-semitizmin uyandırdığı ürpertili nefretin ideolojikleştirilerek alımlanmasının ve Şoah hatırasının yabancı [dışsal] belirlenimli tikel çıkarlarca kullanılmasının sürekli bir eleştirisi de gereklidir. “Anti-semitizmin”, insanları ezmeye dönük bir politikanın süreklileştirilmesini sağlayacak propagandif bir dehşet imgesi olarak kullanıldığı, kurbanların hatıralarının böylelikle büyük ölçüde kirletildiği, bu durumun daima yeni kurbanlar üreten bir politik ve toplumsal gerçekliğin rasyonelleştirici haklılaştırımına dönüşerek yozlaştığı görülüyorsa, özellikle gereklidir [bu ikincisi]. Anti-semitik zehrin günün birinde “kendini tüketip” tüketmeyeceğine ilişkin bir öngörüde bulunamayız öyle kolayca: onun reel tarihi fazlasıyla çok boyutlu, ana ve yan yolları fazlasıyla virajlıdır. Ancak, anti-semitizmle mücadelenin, üzerinde konuşulamayacak olanın dışsal belirlenimli bir araçsallaştırılması haline gelmesi, yalın bir “anti-semitizm”-ideolojisine dönüşerek paslanması halinde, bu zehrin tüketilmesine yaklaşılamayacaktır bile.
Inamo sayı 38 (Yaz 2004)
[1] Akt. Max Horkheimer, “Über das Vorurteil”, Gesammelte Schriften içinde, Cilt 8, Frankfurt a.M., s. 199.
[2] A.g.e., s. 199 vd.
[3] Burada söz konusu olanın bir olasılık olduğunu, yani böyle olabilecek ama olamayadabilecek bir şey olduğu açıkça vurgulayalım.
[4] Karş.: Moshe Zuckermann, “Anti-semitismus, Zionismus und Assimilation”, Osnabrücker Jahrbuch, VI/1999, s. 187-196.
[5] İsrail’in gündelik kültürünü bir sel gibi basan geçerli ideolojik belâgatin sadece tek bir örneğidir bu. Bu türden daha yüzlerce örnek verilebilir.