Maraba yaya kendisi atlı köyden kasabaya giderlerken ağanın, pisliğini yerse ata binerek ödüllendirileceğini söyleyip marabası ile bahse tutuşması, ve ikisi de birer kez bahsi kazanıp, yine ağa atlı maraba yaya kasabaya yaklaşırlarken marabanın önce de böyleydik, o halde bu bokları niye yedik diye sorduğu ünlü fıkra; Ağustos’tan itibaren bir buçuk ay ülke gündemini işgâl eden şu mahut “zina vak’ası”na tıpatıp oturmuyor mu?
Elbette bu benzetme, bütün o fırtınanın gerçekten de zina konusu etrafında koptuğu, ne amaçla ne elde edilmiş oldu gibi soruların cevabı, hepimizin gözü önünde olup bitenlere bakılarak verilebiliyorsa doğru, yerindedir. Ama bunca gürültü patırtı, gerginlik, demeç düelloları, rest çekmeler, uyarılar, başkentler arası görüşme trafiklerinin sonunda dönüp dolaşıp aynı noktaya gelmesinde bir tuhaflık yok mudur? Her şeyden önce bu patırtıyı başlatan, kolayca bastıracakken uzatan, ardından uzlaşmaya varıp ortalığı yatıştırmışken, üstelik rest çekme havasıyla gerginliği tırmandıran, bir hafta geçmeden de yelkenlerini indirmiş gözüken AKP’nin ve liderliğinin, bütün bu yalpalamalar, yüzgeri etmeler, kararsızlıklar karşılığında elde ettiği zerre kadar bir yarar var mıdır?
Bize, sahnede görülenlerden, gösterilenlerden başka bir şey yok, mesele zina konusuydu, o da bereket versin hasarsız halloldu diyenler, bu açıklamaya inanmamızı isteyenler, meselenin “AKP tabanına”, “muhafazakâr halkımızın taleplerine” cevap vermek, onlar adına bir taviz kopararak tepkilerini yatıştırmak isteyen bir grup AKP milletvekilinin işi olduğunu, AKP yönetiminin de bunu engellemeyerek o tabana “sizi anlıyoruz” mesajı vermek istediğini söylüyorlar. İyi de, o zaman Meclis açılırken CHP ile hemen yapıverdikleri uzlaşma, o anlayış mesajı ile yetinme kararı verdiklerini göstermiyor mu? Böyleyken ve uzlaşma üzerinden üç dört gün geçmiş ve hiç sesini çıkarmamışken, dış geziden dönen Başbakanın talimatı ile toplanıp, görüşme süreci neredeyse bitmek üzere olan kanun tasarısını geri çekmek, Meclisi tatile sokmak ve medyayı ve CHP’yi AB’ye jurnalcilik yapmakla suçlayan, AB’ye karşı da “içişlerimize karıştırmayız” milliyetçi efelenme diskuruna geçmek nasıl bir kararlılık numunesidir? Bu mesajın verildiği milliyetçi, muhafazakâr “halkımız” bir hafta geçmeden o efe Başbakanı Verheugen’in aferinini alırken beşuş çehresiyle “TCK’yı derhal çıkaracağız” derken gördüklerinde ona olan güvenlerini kaç kat arttırmış olabilirler acaba?
Eğer AKP ve Başbakan Erdoğan, TCK’ya “zina suçu” eklemeyi, tam da bu yasa Mecliste görüşülürken Türkiye’ye gelen AB raportörünün verilecek rapor lehinizde olacak mealindeki sözlerinden “bu iş olup bitti” sonucunu çıkarıp öyleyse bir emri-vaki ile, türban, İHL ve YÖK bahsinde beklentilerini karşılayamayıp bir de sükût-u hayale uğrattığımız dindar-muhafazakâr seçmenlerimize bir jest yapalım, bir teselli ödülü verelim diye düşünüp, girişimde bulundu ise neden hiç direnmedi? Gerçi AKP ve Erdoğan TCK tasarısını zina suçunu eklemek için geri çektiklerini açıkça hiç söylemedi, sadece yeteri kadar imâ ile yetindiler ise de, etraftan gelen ve niyetin bu olduğunu iddia eden sözleri de suskunlukla karşılayıp, “sükut ikrardan gelir” sözü uyarınca davrandılar. İyi de, şimdi “Dimyata pirince giderken evdeki bulgurdan olunmamış mıdır? AKP ve Erdoğan, “muhafazakâr”lara yönelik üç girişiminin hepsinde de yüzgeri etmiş olmasının o kesimler nezdinde zaten epeyce düşmüş prestijini, güven duygusunu bu dördüncü cayma ile büsbütün tüketeceğini hesaplayamayacak derecede bir siyasal gaflet içinde olabilir mi? Eğer Erdoğan ve AKP, o kesimler nezdinde yitirdilerse, yeniden uzlaşma zeminine dönerek ve karşılığında AB’den açık söz alarak, AB’ye üyelik işi tehlikeye mi giriyor diye yüreği ağzına gelen kesimleri rahatlatarak puan kazandı deniliyorsa; o kesimlerin böylesi “oynak” bir kadro ve politikaya ne denli güven ve sadakat gösterecekleri sorusunun de cevabı verilmelidir.
Bir soru da AB raportörü Verheugen’in tutumuna ilişkin sorulabilir. Kaldı ki, aslında bu soru, şu “zina vakası” sırasında Avrupa’nın karar merkezlerinin ve etkili medyalarının tutumunu kapsayacak biçimde sorulmalıdır ama şimdilik gerek yok. Verheugen’in gerek Türkiye ziyaretinde ve gerekse Brüksel’de Başbakan Erdoğan’la randevu ertesinde, bir raportörden, temsil ettiği diplomatik konumdan beklenmeyecek, hiç alışık olunmayacak biçimde ve bunu da belirterek, Türkiye’nin üyeliğine angaje bir dil kullanması, daha önce verdiği “kibirli” görünümün ve tutumun aksine, Erdoğan’la uzlaşma ertesinde, aşırı sevecen ve ferahlamış bir ifadeyle çıkması da manidar değil midir? Bunu “zina suçu”nu atlatmış olmanın coşkusuna bağlamak ne kadar derin bir aklın ürünüdür?
Eğer bu sorulara zina vakası esnasında ortada olup bitenlere bakarak bir açıklama getirebiliyor ve bununla tatmin olabiliyorsak, mesele yok. Ama buradan Türkiye’yi yöneten AKP kadrosunun gayet endişe verici sayılması gereken bir siyasal basiretsizlikle malûl olduğu sonucu da çıkar. Bir kavşak noktasında, karmaşık ihtimallerle, belirsizliklerle yüklü bir gelecekle karşı karşıya olup, kendine bir kulvar açma problematiği ile yüz yüze olan bu ülke adına yüreğimizi ağzımıza getirecek bir basiretsizlik türü olur bu da.
Fakat eğer başka bir ihtimal söz konusu ise, Ağustos-Eylül döneminde, kamuoyu bu zina tantanası ile meşgûlken, bir başka deyişle önüne bu oyunun oynandığı bir perde gerilmiş, dikkatler o yöne çevirtilmişken, o perdenin gerisinde, bambaşka bir tartışma, pazarlık sürüyor idiyse... AB ve başta hükümet olmak üzere Türkiye’nin yüksek karar mercileri önümüzde oynanan o zina oyununa dair sözleri ile değil, tutumları ile birbirlerine mesaj verip biraraya geldiklerinde ve bizlerin bilgisi dışı kanallarda konuşup tamamen farklı bir konuyu, bir pazarlığı mı sonuca bağlıyorlardı? Bu varsayım ve sorudan hareketle yapılabilecek bir açıklamanın somut kanıtları önümüzde değil. Ama, Türkiye’nin yukarda belirttiğimiz durumu gözönüne alındığında, o ihtimal ve soruya dayalı bir “senaryo” tasarlamanın da hiç değilse zihin açıcı bir yararı vardır. O bakımdan denemeye değer.
Şu verileri gözönüne getirelim: ABD’de başkanlık seçimini kim kazanırsa kazansın -ki Bush kazanacak gözükmekte- şimdiden Irak’a ilişkin bazı ipuçları ve bir sonraki adımının ne olacağına dair sinyalleri verilen “terörizmle mücadele” stratejisinin ve bunun bir parçası olan Büyük Ortadoğu projesinin yürürlükte kalacağı belli olmuştur. ABD’nin Irak’ta alelusul bir seçim yaptırıp, petrol bölgesinin ve nakil hatlarının güvenliği için bazı önlemler aldıktan sonra, bu ülkedeki kaos hâlâ sürse de 2005 yılı içinde askerlerini çekmeye başlayabileceğinden bahsedilir olmuş ve aynı sıralarda da “yeni hedef”in İran olacağı duyurulmuştur. İran’a Irak’taki gibi bir savaş ve işgâl planının uygulanmayacağı, muhtemel bir İran operasyonunda başka bir yöntemin devreye sokulacağı da -Irak tecrübesi ışığında- kolayca kestirilebilir. Bunun nasıl bir yöntem olabileceğine dair ipuçlarını şu mahût Büyük Ortadoğu projesinin konseptinden çıkarabilir miyiz? Malûm, bu proje, konusu olan ülkelere askeri kuvvet ve işgâlle yürütülecek bir müdahalenin değil, “yerli ayak”ların “demokrasi ve özgürlük taleplerine yardımcı olacak” türden bir müdahalenin esas alınması üzerine kurulmuş, kurgulanmıştır.
Irak’ta ABD işgâl gücünün azameti karşısında ayaklarına kapanacak bir yerli ayak beklerken Sünni-Şii tüm Arapları kendine karşı ayaklandırmayı becermiş bir ABD’nin İran’da bunu denemeye bile kalkışamayacak kadar dersini aldığı ortada olduğuna göre bu yerli ayak işinin bir taşerona ihtiyacı olacağı da açıktır. ABD’nin ve onunla bu BOP’de işbirliğine meyilli Avrupalı hempalarının İran’ın çevresine bu ihtiyacı karşılayacak adayları bulmak için bakındıkları da tahmin edilmez değildir.
Mecliste “zina suçu”nun TCK’da yer alıp almayacağı konusunda AKP ve CHP’nin bir ön görüşme yapacağı 14 Eylül günü, Başbakan Erdoğan, bir günlük bir “iş görüşmesi” için İran’ın, komşusu Tacikistan’dadır. Tacikler İran kökenli bir halk olup ülkede İranî kültür egemendir. Başbakan Erdoğan burada iş konuşurken onun adına CHP yetkilileri ile görüşmeye giden baş yardımcısı Abdullah Gül, CHP ile zina suçunun TCK’da yer almaması konusunda uzlaştıklarını açıklar ve ardından hızla kanunu görüşmeye başlayan Meclis iki gün çalışır ve kanun tam çıkmak üzeredir ki, AKP grubu Başbakandan gelen talimat üzerine son iki maddesi kalmış kanunu geri çeker. Tepkiler üzerine AB karşıtlarından duymaya alışık olduğumuz milliyetçi bir üslûp tutturarak “içişlerimize karışamazlar” diye diklenir ve hattâ “AB, Türkiye için olmazsa olmaz değildir” gibi gayet manidar bir cümle de sarf eder.
Sonra da susar, bekler ve 23 Eylül’de Brüksel’de AB yöneticileri ile görüşüp işi sonucuna vardıracaklarını bildirir. Ve o güne kadar geçecek bir hafta boyunca ne kendisi ne de AKP üst yönetimi zina konusunda bağlayıcı hiçbir söz etmeksizin sağa sola cevap yetiştirirler sadece. Bekleme müddeti dolar ve Başbakan “görüşme konusu zina suçu ve bunun İslamî şeriatle ilgisidir” görüntüsünü pekiştirmek istercesine yanına sırf Diyanetle ilgili devlet bakanını alıp Brüksel’e gider ve kısa bir görüşmeden sonra “mutlu son” dünyaya ilân edilir: “Zina suç sayılmayacaktır.”
Son iki paragrafta 14-23 Eylül sürecini, o dönem tüm sahneyi kaplayan “zina meselesi” üzerinden anlattık. Senaryo bu ya, bir de şu “Tacikistan’daki iş görüşmesi” üzerinden anlatmayı denesek? Örneğin şöyle desek; Başbakanımız Tacik yetkililerine teklif edilen ve ilk etapta İran’ı ilgilendiren büyük bir “ihale”ye birlikte katılma teklifi götürmüştü. Bu ihalenin getirisi kadar riski de yüksekti. Zira, bu, İran’da “yerli ayak” temini işi, her ne kadar sivil, ekonomik görünümlü bir iş olarak tasarlanmış ise de; İran’da bir iç savaşa veya İran’la çatışmaya bile dönüşebilirdi. Kısa değil, orta vade angajmanı gerektiren bir teklifti. Örneğin Türkiye bu teklifi üstlenirse -AB ile, onun aksını oluşturan Almanya-Fransa ile ilişkileri gerginleşebilir, üyelik süreci askıya alınabilir, hatta kesilebilirdi. Ama buna mukabil teklif de gayet ciddi, red cevabı verilmesi zor ve tehlikeli bir “merci”den gelmekte ve çok cazip, örneğin Türkiye’nin AB aday üyeliğinden sağlayacağı maddi desteğin de üzerinde ön ödemeler ve ilave kazanç ve kaynak kapıları içermekteydi. Erdoğan’a “AB olmazsa olmaz değildir” dedirten ve eğer AB’den bunu dengeleyici bir taviz koparılamazsa, AKP’nin kamp değiştirip, “millî hassasiyetler” üzerinden AB karşıtlığı zeminine kayacağı imâsını yaptırtan da bu olmalıdır. Zina-namus demagojisi bunun için seçilmiş olabilir.
Tacikler ve bu arada aynı iş için nabızlarının yoklandığını varsaymamız gereken Hazar çevresi ülke yönetimleri herhalde düşünme süresi istemişlerdir ve belki de hâlâ düşünmekteler.
Bu ihale, teklif ve temaslar AB’nin ilgili çevreleri tarafından bilinmez, takip edilmez değildir. TCK’nın Meclis’te görüşüleceği günlerin arefesinde Türkiye’ye gelen Verheugen de bunlardan biri, en azından temsilcisi olmalıdır. Onun ve temsil ettiklerinin Türkiye’den, hükümet ve iktidar partisinden “zina suçunu düşünüyoruz” sözleri edildikçe bunu “ABD teklifini düşünüyoruz” diye tercüme ettiklerini, cevaben “zina suçu olmasın” derken de o teklife yanaşmayın uyarısında bulunduklarını, bu arada da Türkiye’nin buna karşılık istediklerini müzakere ettiklerini farz edersek, görünüşe uymayan ama olup bitenlerin altındaki mantığa pekâlâ oturan bir şemadan söz etmiş olmaz mıyız?
“Senaryo” anlatmayı burada keselim. Ama belirtmek gerekir ki, bu senaryo tamamen hayal ürünü ise, başta da işaret ettiğimiz gibi; AKP ve hükümeti sadece TCK’ya zina suçu eklemeye teşebbüs eder gibi yapmışsa; kararlılık ve dirayetten nasipsiz bu tutum ve davranışı ile hem seçmenlerinin nazarında, hem de onun “merkez parti” konumunu tescil edecek egemen sınıf ve zümreler indinde liyâkatinden kuşku duyulur hale gelmekten başka hiçbir şey kazanamamıştır. Hızlı tren faciası esnasında, siyasal yaklaşımı ve beceri zayıflığının krizi yönetememek biçiminde kendini gösterdiğine işaret ettiğimiz AKP en az onun kadar akılda kalacak bir örnek, bir kanıt daha vermiş olmaktadır böylece.
Pek de denilemez ama, bu AKP’nin sorunudur deyip geçebiliriz. Fakat eğer şu zina tantanasının ardında, yukarıda bahsettiğimize benzer bir “senaryo”nun yattığı ihtimali mümkün, doğrulanabilir ise... burada yalnızca içeriği uğursuz bir plan söz konusu değildir. O plan üzerinden yürütülen “yüksek siyaset” usûlü de toplum olarak ne denli aşağılandığımızın işaretidir. “Yüksek siyaset” denilen şeyin topluma sünnet çocuğu muamelesi yapılarak, icrasına o kadar da yabancı sayılmayız. Ama, toplumların önüne demagojik oyuncaklar atılıp, bu perdenin gerisinde “asıl mesele”nin kotarılması alışıldık bir uygulamadır. Ancak bu “gelenek”te oyuncaklarla “asıl mesele” arasında dolaylı da olsa bir bağ, bir çağrıştırma yine de vardı. Oysa eğer Türkiye’de zina tantanası altında “yüksek siyaset” manevraları yapılmışsa, yapanlar bunu bile çok görmüş olmalıdırlar. Bu usûl, toplumun önüne oynasın diye oyuncak atmak bile değil, toplumu, toplumun siyasete katılımı kurumunun bizzat kendisinin alay edilesi bir oyuncak derekesine düşürülmesidir.