PKK’nın silahlı eylemlere son verme kararı, AB’ye tam üyelik hedefinin yarattığı toplumsal ortam ve bunun harekete geçirdiği hukuksal ve siyasal süreçler sayesinde 2000’li yıllara toplumsal barış ve demokratikleşme konularında büyük umutlarla giren Türkiye, son aylarda yeniden çatışma zamanlarının tedirgin atmosferini solumaya başladı. Yaklaşık on beş yıl süren ve toplumsal, siyasal, ekonomik ve etik açılardan ağır tahribata yol açan çatışmaların durmasından sonra, toplumun önemli bir kesiminde bu dönemin geri dönmemek üzere kapandığı şeklinde bir kanı açık ya da örtülü olarak egemen olmaya başladı. Bu hava Kürtlerin geniş bir kesiminde “barış” parolası üzerinden ifade buldu. Çatışmaların son bulmuş ya da yok denecek kadar azalmış olmasının toplumda yarattığı genel rahatlama, uzun bir süre bu dönemi tahlil etme ve adlandırma meselesinin ciddi bir biçimde gündeme gelmesini engelledi. Aynı rahatlama, dönemin gereklerine uygun düzenlemeleri yapma konusunda deyim yerindeyse bir rehavete dönüştü. Oysa bu rahatlamanın devamı, bu dönemi anlamaya yönelik çok boyutlu bir fikri çalışmaya ve dönemin gereklerini karşılamaya elverişli çok yönlü icraat zincirine bağlıdır. Bu yazıda, Türkiye’nin “Kürt sorunu”nda hangi aşamada bulunduğu, bu aşamayı belirleyen ana faktörlerin ve temel dinamiklerin neler olduğu/olabileceği, bu aşamanın hangi yöne nasıl evrilebileceği, hangi aktörlerin ne gibi tutumlarla gelişmeleri nasıl etkileyebileceği gibi soruların farklı bakış açıları ve yeni boyutlarla tartışılmasına katkıda bulunmak amacıyla, somut olaylara ve durumlara değinmeden genel bir teorik çerçeveyi özetle sunmaya çalışacağım.
GENİŞLETİLMİŞ BARIŞ KAVRAMI:
NEGATİF BARIŞ-POZİTİF BARIŞ
Devletler arası savaşlar gibi iç çatışmalar da ebediyen sürmez, bir gün sona erer. Çatışmaların sona ermesi ya da sistematik ve yaygın olmaktan çıkması, “barış durumu” olarak nitelenen yeni bir dönemin de başlangıcını oluşturur. Batının akademik dünyasında saygın bir yeri olan, fakat ülkemizde yeterince, hatta neredeyse hiç bilinmeyen “barış araştırmaları” (peace studies, Friedensforschung) alanının terminolojisinde, çatışma sonrası dönemler için genellikle “negatif (olumsuz) barış” terimi uygun görülür. Aslında “barış” kavramı, geleneksel barış araştırmaları ekolünde uzun yıllar uluslararası ya da devletlerarası ilişkiler çerçevesinde ele alındı ve “savaş”ın karşıtı olarak kullanıldı. 1960’ların ortalarından itibaren gelişmeye başlayan ve “eleştirel barış araştırmaları”[1] olarak adlandırılan yönelimde, bu dar kapsamlı “barış” kavramı yerine, iç çatışmaları da kapsayan yeni kavramlar ortaya atıldı. Barışın toplumsal (iç) boyutunu da tahlillere dahil eden bu kavramsallaştırmalardan biri “negatif barış - pozitif barış” ayrımıdır. “Negatif barış”la kastedilen, “savaşın veya örgütlü fiziksel şiddetin diğer biçimlerinin yokluğu”dur. Çatışmaları yaratan nedenlerin değil, sadece çatışmaların ortadan kalktığı bir durumu ifade eden “negatif barış”, doğası gereği kırılgan ve riskli bir yapıya sahiptir. Bu yüzden, “negatif barış” için “eksik barış”, “mezarlık barışı” gibi nitelemeler de kullanılır. Sadece fiziksel değil, “yapısal şiddet”in de tasfiye edildiği ve en genel tabirle “adalet”in tesis edildiği bir durum olarak tanımlanan ”pozitif barış”a geçişi sağlayacak düzenlemeler yapılmadıkça, çatışmaların yeniden canlanması ihtimali ciddi bir tehdit ve yıkıcı bir tehlike olarak varlığını korur. “Negatif barış”, esas olarak “bir şeyden kurtulma, bir şeyi savuşturma tasavvuru”na dayanırken; “pozitif barış, eksik olan bir şeyleri inşa etme fikri”ni içerir, yani kurucu ve yaratıcı edimlerle belirlenir. Burada “barış”ın karşıt kavramı artık “savaş” değil, bütün tezahür biçimleri içindeki “şiddet”tir. Bu kavramsallaştırmanın öncülüğünü yapan, barış araştırmaları alanının en önemli isimlerinden Norveçli bilimadamı Johan Galtung, şiddettin birbiriyle ilişkili, birbirine bağlı/bağımlı üç türü olduğunu belirtir: Doğrudan şiddet, kültürel şiddet ve yapısal şiddet. Galtung’un özgün katkısı, doğrudan veya yapısal şiddeti meşrulaştırma işlevi gören kültürel özellikler olarak açıklanan “kültürel şiddet” ile belli bir özne tarafından icra edilen fiziksel şiddet olarak tanımlanan “doğrudan şiddet” kavramlarından çok, “yapısal şiddet”e ilişkin tahlilinde yatar. Temel insani ihtiyaçların, potansiyel olarak mümkün olanın altında bir düzeyde karşılanmasına yol açan önlenebilir bir ihlal olarak tanımlanan “yapısal şiddet” kavramı, “şiddet”in kapsamını ciddi bir belirsizliğe ve karışıklığa yol açacak denli genişlettiği ve kullanışsız olduğu yönündeki yaygın eleştirilere rağmen, birçok konuda yol gösterici olma özelliğine sahiptir. “Pozitif barış” kavramı da, “mevcut olan” (somut) ile “mümkün olan” (potansiyel) arasındaki mesafeye vurgu yapan geniş kapsamlı şiddet tahlili çerçevesinde daha belirgin bir anlama kavuşur. Buna göre “pozitif barış”, yaygın örgütlü şiddete yol açan sebepleri ortadan kaldırma ve “yapısal şiddet”e son verme hedefiyle var olur. Bu durumda, “mevcut olan” ile “mümkün olan” arasındaki mesafe büyüdükçe yapısal şiddet artar, pozitif barıştan uzaklaşılır. Bu yaklaşımda pozitif barış, bir “durum”dan ziyade, bir “süreç; yani “somut” ile “potansiyel” arasındaki mesafeyi azaltan eylem ve tutumların diyalektik birliği olarak görülür. Galtung, “şiddet üçgeni” adını verdiği bu yapının herhangi bir köşesinde tezahür eden şiddetin, diğer köşelere sıçramakta gecikmeyeceğini ve diğer şiddet biçimlerini harekete geçireceğini belirtir. Örneğin “doğrudan şiddet”, daha önce oluşmuş “kültürel şiddet”in etkisiyle ortaya çıkabileceği gibi, doğrudan şiddet aynı zamanda “kültürel şiddet”i de besler. İşte “pozitif barış”, şiddetin bütün bu tezahürlerini ortadan kaldırmaya yönelik bitimsiz bir diyalektik süreçtir ve bu sürecin barış doğurması bütün aktörlerin en genel anlamda “barış değerleri”ne uygun edimlerine bağlıdır.[2]
ETNİK SORUNLARDA/ÇATIŞMALARDA NEGATİF BARIŞIN DEĞERİ
Barış kavramına ilişkin bu epeyce basitleştirici belirlemelerin, gediksiz bir mutabakata konu olan kabuller ve tartışmasız ilkeler olmaktan çok, çeşitli düzlemlerde kullanılabilecek tahlil anahtarları olduğunu hatırlatalım. Bireysel şiddetten ekonomik çıkar amaçlı örgütlü suçlara, devletler arası savaşlardan farklı sebeplere (sınıfsal, etnik) dayalı iç çatışmalara uzanan geniş bir yelpaze, bu kavramsal avadanlığın yardımıyla incelenebilir. Her bir durumun benzer ve farklı yanlarına, çatışmaların yaşandığı toplumların özgül tarihsel özelliklerine ve güncel şartlarına göre değişik önlem paketleri, düzenleme biçimleri ve çözüm modelleri gündeme gelir. Konumuzu ilgilendiren “etnik temelli yaygın örgütlü iç çatışmalar” bakımından öncelikli sorun, şayet çatışmalar durmuşsa, yani negatif barış durumu ortaya çıkmışsa, bunun devamını sağlayacak, yani çatışmasızlık ortamını belli bir istikrara kavuşturacak önlemlerin alınmasıdır. İçinde bulunulan dönemin hangi ölçütlere göre niteleneceği, gerçekten “negatif barış” olarak adlandırılıp adlandırılamayacağı bazen bir “ön sorun” oluşturabilir. Örneğin taraflardan biri çatışmaların bittiğini düşünürken, diğer taraf farklı düşünüp davranabilir. Kuşkusuz bu gibi durumlarda, “negatif barış”ın konsolide edilmesini sağlayacak önlemlerin belirlenmesi ve alınması zorlaşır, kırılganlığı artar. Buna rağmen, çatışmalar nesnel olarak durmuşsa, yeniden çatışma ortamına dönülmesini önleyecek asgari tedbirlerin ne olduğu, benzer sorunları yaşayan çeşitli toplumların deneyimlerinden hareketle belirlenebilir. Bu gibi durumlarda, çatışma ihtimalini asgariye indirmek, aynı zamanda hem geçmişe hem de geleceğe yönelik düzenlemeler içeren bütünlüklü bir program ve samimi politikalar oluşturmaya ve izlemeye bağlıdır. Böyle bir programın temel taşlarını ya da özünü şu şekilde belirlemek mümkün:
• Bir defa geçmiş yok sayılamaz, acılar hiç yaşanmamış gibi davranılamaz. Çatışmalarda hayatlarını kaybeden insanların hepsi hakkında, başta taraflar arasında olmak üzere toplumun genelinde saygılı bir dil kullanmak, özellikle kayıp yakınlarının yasına saygılı davranmak, siyasal olduğu kadar insani bir gerekliliktir. Böyle bir dilin yerleşmesi, kayıplar ve acılar üzerinden gerginlik hesabı yapan siyasal manevraların başarı şansını büyük ölçüde azaltacağı için, çatışmalara dönüş yollarından birini de tıkamış olacaktır. Daha kapsayıcı anlamda “geçmişle yüzleşme” iç çatışmalardan yeni çıkmış toplumlarda son derece önemli, bir o kadar da hassas bir konudur ve ayrıca ele alınmayı gerektirir. Şimdilik şu kadarını söyleyeyim ki, geçmişi canlı tutma çabası ya da unutmaya karşı direniş, öfkenin sıcak kalması ve intikam duygularının canlı tutulması gibi yıkıcı bir amaca değil, “tarihsel adalet”i tesis etme ve siyasal yapıyı demokratik kültür temelinde yeniden inşa etme gibi saik ve hedeflere yönelik olursa ancak, demokratik barış için vazgeçilmez değerde katkı sunar.[3]
• Çatışmaların yoğun yaşandığı yerlerde, çok sayıda insan “yerinden edilir”, “sürgün” veya “iç mülteci” haline gelir. Ayrıca çatışma bölgelerinde yaşamı sürdürmenin maddi temelleri de ciddi zarar görür. İşte çatışma döneminin yarattığı bu tür ağır yaraları saracak önlemler, çatışma ihtimalini azaltacağı gibi, geleceğin sağlam bir zemin üzerinde kurulabilmesine de önemli katkı yapacaktır. Çatışma mağdurlarının rehabilitasyonu sorununun, barışın toplumsal ve psiko-sosyal boyutu açısından gerçekten yaşamsal nitelikte olduğu, barış çalışmalarında ulaşılan güvenilir bilgilerin başında gelir.[4]
• Negatif barışın kaderini belirleyen en önemli sorun, silahlı örgüt mensuplarının durumudur. Bu konu, barış araştırmalarında “çatışma deneyimi içinde yetişen grupların ve bireylerin dönüşümü” başlığı altında ayrı bir vurguyla ele alınır. Bu sorunun nihai çözümü bakımından, sosyalleşme ve siyasallaşma deneyimini şiddet pratiğinde yaşamış grup ve kişilerin düzenli, yasal, olağan siyasal aktörlere dönüşmesini sağlayacak düzenlemelere özel bir işlev biçilir.
POZİTİF BARIŞA GEÇİŞ YOLLARI
“Negatif barış”, normal olarak geçici bir durum, en iyi ihtimalle bir geçiş dönemidir. Arzulanması ve amaçlanması gereken şey, buradan “pozitif barış”a geçmektir. Ancak hassas ve kırılgan bir çatışmasızlık hali olan negatif barışta, gerekli önlemler alınmazsa, eski durumun canlanması da ciddi bir ihtimaldir. Şu halde, negatif barışın belli ölçülerde konsolide edilmesi “pozitif barış”a geçebilmek için yaşamsal önem taşır. Ancak negatif barıştan pozitif barışa giden yol zahmetsiz ve doğrudan değildir; bu yürüyüşte zikzaklarla, iniş-çıkışlarla karşılaşmak hiç de sürpriz sayılmaz. İç çatışmalara ilişkin araştırmalar, çatışma dönemlerinde şiddet ortamından beslenen çıkar ağlarının oluştuğunu, bu ağı ören güç odaklarının çatışmaları süreklileştirme yönünde her düzeyde etkili faaliyetlerde bulunduklarını ortaya koyuyor. Kolombiya’da yaşananlar bu durumun tipik örneği olarak kabul edilir.
Negatif barışı sağlamlaştıran önlemler alındıkça, çatışmalara neden olan veya gerekçe oluşturan sorunu “çözme” yönünde adımlar atmak nesnel olarak daha kolay hale gelir. Ancak burada da kolaycı bir iyimserliğe fazla yer olmadığını bilmekte yarar vardır. Çünkü etnik temelli sorunlar, belli bir anda belirli bir reçetenin uygulanmasıyla birden ve toptan sıhhate kavuşmak anlamında bir “çözüm”e elverişli bir yapıdan çok uzaktırlar. Bu tür sorunlarda, son derece karmaşık faktörler ve dinamikler kaygan bir zeminde sürekli ve değişken etkilerle bir arada bulunurlar. Genel anlamda kalıcı çözüm, esas itibariyle, herhangi bir dönemde bu bağlamda ortaya çıkabilecek çok çeşitli sorunların barışçıl ve yapıcı bir biçimde üstesinden gelmeyi sağlayacak oyun kurallarının ve kurumların, araçların ve mekanizmaların yaratılmasını ifade eder. Ancak bu genel formülün içini doldurmak ise, devletlerin soruna yaklaşımda tercih ettikleri ilkesel tutuma sıkı sıkıya bağlıdır.
TANIMA POLİTİKALARI
Farklı etnik gruplardan oluşan toplumlarda, devletlerin farklılıklar karşısında takınabilecekleri tutumları kabaca üç grupta toplamak mümkündür: Tasfiye etme, denetim altında tutma, tanıma. Toplumdaki farklılıkları asimilasyon, zorunlu göç, soykırım gibi yöntemlerle ortadan kaldırıp “homojen” bir toplum yaratmaya yönelik politikalar “tasfiye stratejileri” olarak nitelenirken; belli grupların toplumsal ve siyasal yaşama kendi kimlikleriyle katılmalarını önlemeye yönelik politikalar “denetim stratejileri” olarak adlandırılır. Toplumdaki farklılıkları çoğulcu yapının olağan, hatta olumlu özelliği olarak görme öncülüne dayanan “tanıma stratejileri”nde ise, kültürel aidiyetin bir hak olarak kabulü ve bunun yaşanması için gerekli siyasal ve hukuksal düzenin oluşturulması söz konusudur.[5] “Çözüm”den ne anlaşıldığı, seçilecek yöntemleri de belirler. Çoğulcu demokratik bir yapı içinde çözümden söz edeceksek; yıkıcı sonuçlar doğurduğu Türkiye de dahil olmak üzere değişik toplumlardaki acı tecrübelerle defalarca kanıtlanmış olan ilk iki tutumun tanıma politikası yoluyla aşılmasını hareket noktası olarak kabul etmemiz gerektiği açıktır. Bu durumda çözümün zeminini ve çerçevesini, farklılıkların barış içinde bir arada yaşamasını sağlayan ve bunun devamlılığını mümkün kılan kurumsal düzenlemeleri, hukuksal garantileri ve siyasal mekanizmaları yaratmak oluşturacaktır.
KÜLTÜREL HAKLAR
Tanıma stratejisine dayalı demokratik çözüm, siyasal sistemi yeniden yapılandırma sonucunu doğuracak çok boyutlu düzenlemeler yapmayı gerektirir. Kültür ve kimlikle ilişkili haklar, bu düzenlemelerin en önemli unsurunu oluşturur. Bu haklar, çok kültürlü toplumlarda, çoğunluktan veya diğer topluluklardan dil, din, gelenekler, kültürel pratikler gibi nedenlerle farklılaşan grupların kendi özelliklerini ve özgüllüklerini yaşayıp geliştirmelerini güvence altına alma hedefine yöneliktir. İster “azınlık hakları” olarak, ister başka bir şekilde kavramlaştırılsın, bununla kast edilen, kültürel aidiyetin bir hak olarak kabulü öncülünden hareketle, herkesin kendi kültürünü kendini ait saydığı topluluğun diğer üyeleriyle birlikte korumasına, hayata geçirmesine, geliştirmesine, değiştirmesine ve gelecek nesillere aktarmasına imkan tanıyan haklara sahip olması gerektiğidir. Çok kültürlü toplumlarda, devletin ulus olarak tanımladığı ve siyasal açıdan özdeşleştiği grup ya da gruplar, bu haklara kendiliğinden sahip olurlar. Buna karşılık diğer halk toplulukları veya azınlıklar kendi kültürel kimliklerini koruyup geliştirebilmek için özel düzenlemelere ihtiyaç duyarlar. İşte bu haklar, bu ihtiyacın hukuksal ve siyasal karşılığını oluşturur. Uluslararası hukuk tarafından çeşitli alanlara ilişkin zengin bir haklar demeti olarak düzenlenmiş bu imkanların en önemli özelliği, her bir ülkenin kendi özgül durumuna uygun seçenekler tercih etmesini sağlayacak bir esnekliğe açık olmalarıdır.[6] Bunların ülkenin özgül yapısına yaratıcı bir biçimde uyarlanması, “somut” ile “potansiyel” arasındaki mesafeyi hızla azaltmayı sağlayacak; bu ise, kalıcı çözüme (pozitif barışa) doğru ciddi bir atılım anlamına gelecektir. “Kültürel hakları” da kapsayan bir üst kavram olarak insan haklarını, “insanların acılarını azaltmaya yönelik bir barış projesinin temeli” olarak niteleyen Galtung’a burada da kulak vermek gerekir.[7]
SİYASAL TEMSİL
Tanıma politikasına dayalı demokratik çözümün bir başka önemli bileşenini de, siyasal temsil imkanı oluşturur. Bireylerin kültürel kimliklerinden vazgeçmek zorunda kalmaksızın, eşit muamele görme haklarının doğal bir uzantısı olarak da değerlendirilmesi gereken bu imkanın önündeki engeller, bir yandan demokratik siyasal yapının ve kültürün gelişmesini engeller, siyasal hayatın kötürümleşmesine yol açar; diğer yandan siyasal temsil imkanları bastırılan grupların aidiyet duygularını zedeleyerek toplumsal bütünleşmeyi zorlaştırır. Oysa aynı ülke üzerinde yaşayan farklı toplulukların birbirlerine ve kendilerine bakışlarını dönüştürecek bir ortamın oluşması, çözümün sağlam bir toplumsal zemine oturması açısından son derece önemlidir. Bu da, ancak tarafların birbirlerine ulaşabilecekleri, birbirlerini tanıyabilecekleri mekanizmaların sağlıklı işleyişiyle mümkündür. Demokratik hak ve özgürlükler, özellikle düşünce, örgütlenme ve siyasal faaliyet özgürlükleri bu çerçevede yaşamsal bir işleve sahiptir. Bunun gibi, aynı toplum içinde yaşayan farklı kültürel özelliklere sahip toplulukların bu özelliklerini toplumun bütünüyle özgürce paylaşmaları, önyargıların çözülmesini ve karşılıklı benimsemeyi sağlamak suretiyle toplumsal bütünleşmeyi de güçlendirir.
Kültürel haklar ve siyasal temsil, demokratik çözümün asgari unsurlarını oluştururlar. Bu temel üzerinde, çözüme yönelik başka önerilerin tartışılması elbette mümkündür. Esasen “pozitif barış” yolunda ilerledikçe, ihtiyaç olduğu düşünülen yeni düzenlemelerin yapılması; belli bir aşamada “çözüm” kapsamında yapılan düzenlemelerin yeniden ele alınması, düzeltilmesi, geliştirilmesi veya işlevsizliği anlaşılmışsa geri alınması de gündeme gelebilecektir.
İster negatif barışı istikrara kavuşturma, ister pozitif barışı tesis etme amacına yönelik olsun; her aşamanın gerektirdiği düzenlemeleri zamanında yapmak çok önemlidir. Örneğin henüz sıcak çatışmaların başlamadığı, ancak bu yola girildiğini gösteren ciddi bir gerginliğin yaşandığı bir zamanda bu gerginliği azaltacak, giderek izale edecek düzenlemeler, çatışmalar başladıktan sonra hiçbir işe yaramayabilir. Bunun gibi, çatışma sonrası dönemde atılacak belli adımlar çatışma ihtimalini azaltabilecekken, bunları geciktirmek ve gerginlik tırmandıktan sonra gündeme getirmek, istenen sonucu doğurmayabilir. Sıcak çatışma ya da yüksek gerilim dönemleri, her iki tarafta da “sertlik” yanlıların güçlenmesine ve genel olarak öfkenin egemenliğine elveriş bir ortam yaratırlar. Bu ortamda, daha önce “normal düzenleme”, hatta “iyiniyet” olarak görülebilecek “çözüm”e dönük hamleler, “zayıflık” belirtisi veya “taviz” olarak değerlendirilir. Böylece ortaya çıkacak kısır döngünün daha çok çatışma ve acı üretmesi ise neredeyse kaçınılmazdır.[8]
DİL VE BARIŞ
Şiddet deneyimini, tarihteki en vahşi örneği olan Nazi yönetiminin doğup büyüdüğü kasabayı (Klagenfurt’u) işgaliyle yaşayan Avusturyalı şair ve yazar Ingeborg Bachmann, hiçbir eserinde bu deneyimin somut görünümlerine yer vermedi; ancak şiddet dünyasından kurtulmanın anahtarlarından birini en özlü biçimde işledi: “Yeni bir dil olmadan yeni bir dünya yaratılamaz.” Sonuç olarak bu anahtarı hiç unutmamak, yeni bir dünyanın ancak yeni bir dille yaratılabileceğini her zaman hatırda tutmak gerekir. Bu dilin en doğal yolu, şiddetin açıkça ve mutlak bir biçimde reddinden; şiddeti teşvik edecek her türlü söylem, tavır ve uygulamadan kaçınmaktan geçer. Demokratik barış yönündeki çabalar ve somut hukuksal/siyasal adımlar da, bu yeni dilin oluşturulmasında yapıcı bir rol oynarlar. Zira bu çaba ve adımlar, aynı zamanda bir kollektif öğrenme sürecini de harekete geçirirler. Gerçi bir çözüme ulaşmak için belli asgari şartlara ihtiyaç vardır; ancak bizatihi düzenleme pratiği bu öğrenme süreci çerçevesinde çözüm çabalarını istikrara kavuşturacak kolaylaştırıcı faktörlerin oluşumunu teşvik edebilir. Bu açıdan çözüm isteği ile somut düzenleme süreci arasında karşılıklı bir etkileşimden söz edilebilir. Düzenleme sürecinin başlangıcında istek dışındaki nedenler de etkili, hatta bazen belirleyici olabilir; ancak bu istek, sürecin akışı içinde çözüm pratiğinin öğretici işlevi dolayısıyla gelişip belirleyici hale gelebilir. Demokratik barışa giden yolun açılabilmesi ve açık kalabilmesi ve bu barışa temel oluşturacak dilin yaratılabilmesi konusunda, başka toplumların yaşadığı tecrübelerden önemli dersler çıkarılabilir. Aynı şekilde, “dış faktörler” de bu çerçevede kolaylaştırıcı, hatta teşvik edici bir rol oynayabilirler. Ancak kurucu öznenin sorunu doğrudan yaşayan toplumun kendisi olduğunu, bu yolun ve bu dilin esas olarak bu toplumun içinden çıkacağını, başka toplumların tecrübelerinin basit bir kopyasına dayanan arayışların ve gerçek güvenceyi açık ya da örtülü, doğrudan ya da dolaylı bir biçimde “dış faktörler”de arayan tutumların kalıcı ve güven verici bir demokratik barış yürüyüşüne ve hedefine yarar değil zarar vereceğini önemle vurgulamak gerekir. Bunun için her kesimden siyasal kadroların, aydınların ve toplumsal barıştan yana herkesin iyi niyetli çabası, özverili katkısı büyük önem taşır. Özellikle devletin ve silahlı grubun “çözüm” konusunda istekli ve samimi olmadığı durumlarda, toplumu şiddet sarmalının oyun alanı olmaktan çıkaracak demokratik barış girişimleri “hayat kurtaran” bir işlev ve anlam kazanır.
[1] “Eleştirel barış çalışmaları” hakkında değerli bir kaynak olarak bkz. Dieter Senghaas, Kritische Friedensforschung, Frankfurt am Main 1971.
[2] Kaba bir özet olmaktan öteye gitmeyen bu belirlemelere ilişkin kapsamlı bilgi için bkz. Johan Galtung, Strukturelle Gewalt: Beiträge zur Friedens- und Konfliktforschung, Reinbek 1975; Johan Galtung, Frieden mit friedlichen Mitteln, Opladen 1998.
[3] Konuyla ilgili şu yazıya bakılabilir: Mithat Sancar, “Geçmişin Hesabı, Geleceğin İnşası”, Birikim içinde, sayı 134-135, Haziran/Temmuz 2000, s.92 vd. Türkiye’nin siyasal kültüründe unutmanın sistematikliği hakkında bir değinme: Tanıl Bora, “Unutuş Kumkuması”, Birgün, 3 Haziran 2005.
[4] Bkz. Volker Matthies, “Friedenskonsolidierung. Neue Aufgaben einer friedensorientierten Entwicklungspolitik” E+Z Entwicklung und Zusammenarbeit içinde, sayı 10, Ekim 1997, S. 256 vd.
[5] Bkz. Peter Waldmann, “Gesellschaften im Bürgerkrieg. Zur Eigendynamik entfesselter Gewalt”, Zeitschrift für Politik içinde, 1995, cilt 42, sayı 3, s.342 vd.
[6] Bu paragraftaki belirlemeler, Ulrich Schneckener, Auswege aus dem Bürgerkrieg. Modelle zur Regulierung ethno-nationalistischer Konflikte in Europa, Frankfurt am Main 2002, s.58 vd.ndaki açıklamalara dayanmaktadır.
[7] Johan Galtung, Bir Başka Açıdan İnsan Hakları, Çev. Müge Sözen, Metis Yay., İstanbul 1999, s.10.
[8] Bkz. Ulrich Schneckener, “Politiken der Anerkennung. Modelle zur Konfliktregulierung in ethnisch pluralen Gesellschaften”, http://afk-web.de/afk-preis-03-schneckener.pdf (17.6.2005)