Devrimin ne olduğu sorusuna nihai bir yanıt aramanın nafile olduğu kadar, devrim fikriyle taban tabana zıt bir çaba olduğunu belirtmek, Birikim’in alışılmışın üstünde kalın olan bu çift sayısında yer alan yazılardan oluşan geniş yelpazenin sergilediği bir tespittir. Bu tespiti, devrimi bir an değil, bir süreç olarak ele almanın bu sayıda yer alan yaklaşımların hemen hepsinin ortak bakış açısı olduğunu belirterek tamamlayabiliriz.
Marx, devrimin modern toplumun özüne ait olduğunu belirtir. Bunun bir anlamı, devrim fikrinin modernliğin içinde, kimi zaman günyüzüne çıkarak, kimi zaman yeraltından ama sürekli akmaya devam edeceğidir. Modernliğe içkin bir tahayyül ve eylemlilik olarak devrim, aklın mükemmeliyet içinde tamamlanması anı değil, modern toplumdan türeyen insanî ve toplumsal olanakların kuvveden fiile çıkması sürecidir. Bu bağlamda devrim esas olarak bir toplumsal tasarımdır. Birey/kişi ile topluluk/toplumun gergin karşılıklı ilişkisi içinde, kimi zaman kabaran kimi zaman sönmeye yatan bir mağmadır.
Devrimi, insanî yaratıcılığı o güne kadar görülmemiş boyutta zenginleştirme olanağı veren ve aynı zamanda bunu somut insanlardan esirgeyen modern toplumun aslî çelişkisini çözme tahayyülü olarak da tanımlayabiliriz. İnsanî eylemin yarattığıyla insanların yabancılaşmasının, insanların yarattığı/kurduğunun insanlar üzerinde bir dış gereklilik olarak tahakküm kurmasına son verilmesinin yolu insanların özerkleşmesidir. İnsanların etkinliğinin nitel ve nicel olarak artmasının insanın özgürleşmesini sınırlayan inanç sistemleri ve ilişki tarzlarını değiştirmesidir devrim.
Modern toplumun içinde devrim kavramının birbirini tamamlayan iki anlamı vardır. Devrim, bir yandan bir toplumsal varoluş ütopyasını dile getirir. Bu ütopyanın kurucu ilkeleri özerkleşme, eşitlik ve özgürlüktür. Diğer yandan, devrim kavramı bu ütopyaya ulaşmak için hayata geçirilen farklı eylemlilik türlerini belirtir. Bu ikinci anlamı ile devrim değil, devrimler vardır. Sadece devrim ütopyasına doğru ilerlemek için benimsenen eylem tarzları değil, ütopyanın içeriği de zaman ve mekanın göreliliğinden muaf değildir. İnsanların devrim ütopyalarının dile getirilmeyen, gölgede kalan yönlerinin de sorgulanması, ütopya olarak da devrimin tekil olmadığını ele verir.
Modernliğe içkin devrim tahayyülünün ana anlam noktaları bundan iki yüzyıl önce biçimlendi. 18. yüzyıl sonundan 19. yüzyılın ilk yarısına kadarki zaman dilimi içinde gerçekleşen toplumsal mücadeleler ve esas olarak işçi sınıfı mücadeleleri, sömürü kavramını ve bunun oluşumunu, yönetimin üreticiler tarafından ve üreticiler için kurulması fikrini, toplumun radikal biçimde dönüştürebileceği inancını, ücretli emeğin ortadan kaldırılması gereğini, burjuva devriminin özgürlük, eşitlik ve kardeşlik vaatlerine sahip çıkarak, onların soyut ilkelerden somut ilkelere kısmen dönüşmelerini talep ederek gündeme getirdiler. Dünya tarihinde ilk kez, ezilen, sömürülen bir sınıf, hem kendisini gelecek toplumun kurucu öznesi olarak tanımladı hem de “şimdi ve burada” toplumsal sistemin gidişatını belirleyen bir eylemlilik sergiledi. 19. yüzyıl ortasından günümüze, kapitalist sistemde toplumsal kazanımlar olarak tanımlanan gelişmeler, çalışma zamanının kısalması, ücretlerin artışı, sosyal güvenlik hakları, siyasal hakların kadınları kapsayarak genişlemesi, vb... Devrim perspektifiyle “bugün ve burada” siyasal-toplumsal mücadele verme gereğini uzlaştıran emekçi sınıfların mücadelelerinin ürünü oldu.
Devrimin gerçekleşebilir bir ütopya ve bu ütopyaya doğru evrilme uğraşı olarak ikili anlamının insanî tasarıma yerleşmesinin üzerinden iki yüzyıl geçti. Bu zaman zarfında bu ütopyanın içeriğinde büyük değişimler olmadı ama yaşanan tarih içinde devrimi yapmak fikrinde önemli değişiklikler oldu. Büyüklü, küçüklü devrimler yaşandı. Devrimi, tarihin bir anına sıkışmış radikal bir kopuş olarak gören yaklaşımların, devrim enerjisini siyasal iktidarı ele geçirme tasarımı içinde dondurmalarına şahit olduk. Devrimi, insanî yaratıcılığın özerkleşerek güçlenmesi dinamiğinin sürdürülmesi yerine, kaderci bir tarih tasarımının bize sunacağı iktidar fırsatını kollamak olarak yorumlayan “devrimci pratiklerin” siyasal-toplumsal alan üzerinde kurduğu tahakküm biçimleriyle tanıştık. Devrimi, bastırılmış şiddetin zincirlerinden boşanarak toplumun arılaştırması olarak gören püriten anlayışların devrimci şiddet pratiklerine şahit olduk. Devrimci pratiklerin olmazsa olmaz çoğulluğunu yadsıyan, onları yüce ve tek bir devrimci pratiğin tamamlayıcı türevleri olarak algılayan ve araçlaştıran siyasal iradelerin insanları özerkleştirmek yerine, yapıya, kuruma, partiye, öncüye bütünüyle bağımlı hale getirebildiklerini gördük. Yaşanan olumlu, olumsuz tüm devrim pratikleri, devrim fikrinin kendisinde de devrim yaşanmasına yol açtı. Bu nedenledir ki, devrimin dününü yeniden değerlendirmek, devrimin bugünkü durumunu anlamamız ve yarınını tasarlamamız için bir gereklilik olarak karşımızda duruyor.
Birikim’in bu sayısında, bir siyasal-toplumsal insanî tasarım olarak devrimin hem ütopya hem de bu ütopyaya doğru evrilme biçimlerinin çoğulluğunu öne çıkarmayı amaçladık. Devrimi bütünüyle izlenimsel bir yaklaşımla ele almanın, bunu bireysel ve/veya ortak deneyler ışığında irdelemenin, söylem ve metin analizleri ışığında “devrim çalışmanın”, soğuk bir analizle ya da sıcak bir pathos üzerinden devrimi konuşmanın, yaşamdaki pratiklere dayanan gözlemlerle nesnellik iddiasındaki yaklaşımların oluşturduğu geniş bir yelpaze oluşturuyor bu sayı.
Bu çeşitliliği, aynı zamanda devrimin çoğulluğunun, birey olarak insanla toplumsal ilişki ve karşılıklı etkileşim içinde varolan insan/kişinin o zengin iç gerginliğinin bir ifadesi olarak da görebiliriz. Devrim ne bir laboratuvar malzemesi, ne nesnel bir akademik uğraş, ne salt bir edebi deneme, ne de bütün bunlardan arınmış, saf bir siyasal eylemliliktir. Devrim, modern dönemde, insanî yaratıcılığın özerkleşmesine yönelik toplumsal dönüşümlerin ayrıcalıklı biçimi veya yöntemi olduğu için, bütün bunları içerir ama bunlardan herhangi birine indirgenemez.
Devrim iktisadi veya siyasal alana indirgenmiş, o alanın aklının gereklerine tabi olmuş öznelerle değil, çoğul varoluşunun zenginliğinin bilincindeki öznelerin tasarımı olarak algılıyoruz. Bu nedenle, sanayi emekçisi konumundan devrim tasarımına gidilebileceği gibi, fikrî emeğin farklı zenginliğinden, kadınlık durumundan, estetik-edebî bir arayıştan, eşitlik ve özgürlüğü hedef alan temel bir ahlakî değerden de devrimin öznelerinin oluşabileceğini iki yüzyıllık devrimler tarihinin başarılı ve başarısız örnekleri bize gösterdi.
Bu sayıda yer alan yazıların büyük çoğunluğu iktisadi, siyasal veya kültürel alanın herhangi birinin devrim açısından diğerleri üzerindeki özsel üstünlüğü ilkesini yüceltmeyi değil, farklı zamanlarda ama bütün bu alanlarda bulunan insanların yaratıcı zenginliklerinde gerçekleşecek atılım olarak devrimi yeniden düşünmeye bir çağrı içeriyor.
Devrim fikri ve pratiğinin modernliğe içkin olduğunu belirtirken, içinde bulunduğumuz zamanların modernlikten çıkışı yaşadığını, büyük anlatıların, öznenin, bütünlüğün anlamını yitirdiği postmodern bir döneme girdiğimiz iddiası da devrim fikri ve eylemliliğini yeniden düşünmeye bizi davet ediyor. Günümüz toplumlarında, özellikle kapitalizmin en gelişmiş olduğu toplumlarda insanların kamu alanına kısmen sırtını çevirdiğini, daha çok bireysel bir varoluş tasarımının gereklerine kendini teslim ettiğini, bu anlamda kısmî veya kategorik sorunlara bakıp, bütünü içeren sorunlarla yüzleşmekten kaçındığını veya bu sorunları kâh yok saydığını kâh bunları ciddiye almadığını görebiliyoruz. Tüketimin ve metalaşmış eğlence/boş zaman değerlendirmesinin egemen olduğu bu insan tipinin bugün devrimi tasarlamakta karşımıza çıkan en önemli engellerden biri olduğunu da görüyoruz. Bu da bize “devrim nedir?” sorusunu yeniden sormamız gereğine işaret ediyor.
Birikim’in bu sayısında yer alan yazıların çoğu, günümüz birey-insan anlayışının yaşadığı bu dönüşümü açık biçimde veya zımnen dikkate alarak, bunu sorunsallaştırarak devrim kavramına yaklaşmaya çalışıyorlar. Burada şunu hatırlatmak isteriz. Castoriadis’in bundan elli yıl önce dikkatle belirttiği gibi, kapitalist yapının önemli bir özelliği, insanların yaşamlarını dışarıdan, onların müdahalesi olmadan ve onların eğilim ve taleplerine aykırı biçimde belirlemesi ve düzenlemesidir. Ama aynı zamanda, kapitalizmin kendini yeniden üretebilmesi için, aynı insanların öz-örgütlenme yeteneklerine, bireysel ve toplu yaratıcılıklarına mutlak ihtiyacı da vardır. Castoriadis, bu çelişkinin, insanların insani-yaratıcı yeteneklerinin gelişmesine olan ihtiyaçla, onların varoluşlarının bütünüyle onların dışından bir kerteden belirlenmesi çelişkisi olduğunu hatırlatarak, bunun kapitalizmin her zaman devrime gebe olması sonucunu doğurduğunu belirtir. Bu da bize postmodern olduğu iddia edilen dünyada da devrim kavramının rafa kalkmadığını, kalkmasının mümkün olmadığını gösterir.
Ne var ki, devrimin rafa kalkmamış olması, bireysel isyanın, bireysel devrimin “devrim” olarak tanımlanıp tanımlanamayacağı sorusunu gündemden kaldırmaz. Ne de proletaryanın zaman içinde sınıf olarak erimesinin, devrimin de evrensel bir proje olarak erimesine yol açtığını inkar etmemizi gerektirir. Bu erimeyi, devrim tasarımımızı sınırlayan, hatta o tasarımı muhafazakarlaştırarak eylemsizleştiren topyekûn devrim anlayışının aşılması, devrim düşününün kendine çoğul ve zengin mecralar aramaya yeniden başlamasının bir fırsatı olarak da değerlendirebiliriz. Her şeyin dümdüz edilip, her şeyin yeniden inşasını yücelten “tabula rasa” fikrinin yaratıcı bir yıkıcılık yerine yıkıcı bir tahakküme kapı açabildiğinin bilincinde olarak, devrimi yepyeni bir insan yaratma tutkusunun boşalması olarak değil, varolan insanın insanileşmesinin önündeki engelleri kaldırma arzusu ve eylemi olarak tanımlıyoruz.
Evet, devrim, aynı zamanda bir arzudur. İnsanın insanileşmesi arzusudur bu. Bitip tükenmesi mümkün olmayan, sürekli yeniden başlamayı gerektiren bu arzunun modern toplumdaki adıdır devrim. Bu insanileşme uğraşına karşı çıkan güçlere, insanın kendi yarattığının tahakkümü altında kalmasını üreten ilke, sınıf ve anlayışlara karşı verilen mücadeleler, devrimci mücadelelerdir. Yerel, ulusal ve uluslararası planda verilen özgürlük ve eşitlik mücadeleleri özerkleşerek insanileşmenin küçük adımlarıdır. Günümüzdeki gelişmeler bu mücadelelerin ayrıcalıklı ve üstün bir alanı olmadığını, kadın-erkek ilişkileri kadar anne-baba ve çocuk ilişkilerinin, okul ve işyeri kadar ulusal topluluğun, ulusal topluluk kadar ulusüstü mücadele alanlarının önemli olduğunu gösteriyor.
Devrimin kendisi ve özneleri gibi, devrim eyleminin alanları da çokluğa işaret ediyor. Bunun bütünsüzleşme, parçalanma, çokluk içinde yitip gitme riski elbette var. Ama tüm bu risklerine rağmen, çoklukla çoğulluğun arasındaki ince ve kıvrımlı patikadan giderek devrim tasarımının kendine günümüzde yol aradığını yeni toplumsal mücadeleler bize gösteriyor.
Bu sayıda, sayının editörü Koray Çalışkan’ın verdiği ders çerçevesinde Boğaziçi Üniversitesi Siyaset Bilimi Bölümü lisans öğrencilerinin bir kısmının yıl boyunca sürdürdükleri, “Devrim Nedir?” konulu çalışmalara da yer veriyoruz.
Bu çalışma çerçevesinde, Türkiye’de devrimci hareketin düşünce dünyasını aydınlatmak amacıyla kısıtlı sayıda görüşme yapıldı. Bu görüşmeleri, bu düşünce dünyası hakkında bir fikir vermek, başka dünyalarda dile getirilen devrim tasarımlarıyla bu dünyayı karşılaştırmak için derginin bu sayısında yayımlıyoruz. Bu sayının oluşmasında emeği geçenlere, başta bütün bir yıl bu konuda hazırlık yapan öğrencilere ve bu dosya için sorduğumuz “Devrim Nedir?” sorusunu yanıtlayan yazarlara bu vesileyle teşekkür ederiz.
Birikim dergisinin yayın hayatına başladığı günden bugüne kadar, bu çoğulluğu ve zenginliği içindeki bir devrim anlayışının rehberliğinde, içinde bulunduğumuz anı, geçmişin ve mümkün geleceklerin ışığında anlama ve yorumlama çabası süregeldi. Devrimin kendisini sürekli sorgulamak bu çabanın olmazsa olmaz bir parçasıdır. Bu sayı, bu sorgulama çabasından küçük ama anlamlı bir kesit sunuyor.