Kim(lik) Vurduya Hayır

Bundan tam 13 yıl önce yayımladığımız Birikim’in 51. sayısı “Türkiye Çözülürken” üst başlığını taşımaktaydı.

Bu sayı, 1992, 1993’ün kanlı Nevruzlarını, Güneydoğu’da çatışmaların giderek şiddetlenip yaygınlaşmasını ve buna paralel olarak karşılıklı milliyetçiliklerin tırmanışını, Sünni-İslamcı hareketin yükselişini ve bunun Alevi kimlik hareketinin yanısıra “laik-Atatürkçü” “merkez”de yarattığı ağır tedirginliği ve sertleşmeyi, son olarak da Sivas-Madımak’taki o unutulmaz hunharlığı topluca ele almış olmakla birlikte; durumu, gelinen noktayı, “ağır bir siyasal/toplumsal buhran”, “kritik dönemeç” vb. “klasik” hüküm ifadeleri yerine “Türkiye toplumu çözülmekte” gibi alışık olmadığımız bir tespit/öngörü ile özetlemekte idi.

Bu tespit/öngörü, o yıllarda cereyan eden ve Türkiye toplumunun etnik, dinî, mezhebi ve sosyal bileşenlerinin karşı karşıya geldiği bu olay–çatışmaların şiddet ve yoğunluk derecesinden çok, o olay– çatışmalardaki “taraf oluş” hallerinde gözlemlediğimiz “yeni” ve son derece ürkütücü özellikten dolayı idi.

Sözkonusu özellik, Türkiye toplumunun bütün bileşenlerinin aralarındaki tüm farklılıklara, çatışmaya da dönüşen, dönüşebilecek tüm sorun, gerilim unsurlarına rağmen yine de birarada tutan, ne olursa olsun şu veya bu biçimde birlikte yaşanacağı duygusunu kabulünü veren tüm faktörlerin, özetle Türkiye toplumunun “harcı”nın ufalanması, tutarlılığını yitirmesi ve bu harç sayesinde bütün darlık ve aksaklıklarına rağmen işleyen iletişim, diyalog karşılıklı anlama, empati kanallarının giderek kapanması veya kopması ile ortaya çıkan bir tutuma işaret ediyordu.

Sonucu ise, toplumun sözkonusu bileşenleri arasında salt iktisadi çıkar ve zorunlulukların gerektirdiği bağlar dışında sözü edilir hiçbir ortak bağın kalmamasıdır, çözülüştür, toplum olmanın yıkımıdır.

“Türkiye Çözülürken” adlı sayıda, bu hale gelişin, tarihsel nedenlerini belirtmekle birlikte; bu “kuruluş” sorunlarını günümüzde bu ölçüde vahimleştiren etkenin, 1980’lerde dünya ölçeğinde esen neo-liberal dalga ve bu dalgayla şekillenen “küreselleşme” olduğunu bilhassa vurgulamıştık. Neo-liberal küreselleşmenin bu noktada en dikkate değer etkisi, yarattığı etnik, dinî-mezhebî veya yaşam tarzı kimliklerine çekiliş olgusudur.

Neo-liberal dalgayla, onun küreselleşmesiyle karşılaşan ulus-devlet toplumlarının hemen tümünde çoğunluk bir etnik, dinî-mezhebî topluluğun az çok veya şu ya da bu biçimde “ezdiği” başka etnik, dini-mezhebi topluluklar ya da yaygın/egemen bir yaşam biçiminin dışında duran azınlıkları zaten vardı. Bu durumun yarattığı sorunlar, her ne kadar tamamen çözümlenememiş olsalar da; temel hakların ve demokrasinin geçerli/yerleşikleşmiş oluşuyla orantılı olarak, genelde etnik, dinî/mezhebî... toplulukları dikine veya enine kesen siyasal-ideolojik hareketlerin içinde veya arasında süren tartışmaların, uzlaşma girişimlerinin kısacası bir diyalogun, bir diğerini anlama ve ikna çabasının, isteğinin konusuydular.

Büyük ölçüde neo-liberal dalganın etkisiyle, etnik, dinî-mezhebî... topluluklar, hemen her siyasal-ideolojik partide farklı oranda veya farklı kesimleriyle var olabilme pozisyonunu terk ederek ya özel olarak kendi kimliklerini temsile odaklanmış bir partiye yöneldiler ya da “klasik” partileri boşaltarak açıkça veya zımnen belirli bir topluluğun “kimlik hareketi”ni ifade etmek işlevine yoğunlaşmış “yeni” “parti”ler oluşturmaya başladılar. Geleneksel parti kurumlarının bu içeriksel başkalaşımına -aslında bu başkalaşımın kaçınılmaz gereği olan- bir anlayış-yaklaşım deformasyonu da eşlik etti. Partiler içinde ve arasında her şeye rağmen işleyen tartışma uzlaşma... diyalog kanalları şeklen var gibi gözükse de karşılıklı olarak kapandı. Partiler giderek tam anlamıyla -futbol kulübü taraftarlarının holigan/fanatikleşmesini andırır biçimde- birer taraf organizasyonu haline dönüştüler. Daha doğrusu bu tür “taraftar oluş” tarzının egemenliğine girdiler. Bu tarzın temel özelliği, “kendisi” olmayanları hatta kendisi içinde “kendi gibi” olmayanları doğallıkla ötekileştirmesi, kolayca düşmanlaştırabilmesidir. “Kendi”si içinde ve hele dışında kendinden en ufak sıradan farklılığı bile ötekileştirme, karşı olma nedeni sayabilen bir “kimlik” vurgusu ve hassasiyeti sözkonusudur. Bu, neo-liberal zihniyetin “kimliğe, kimlik tanımına, sızması”nın kaçınılmaz bir sonucudur. Bu zihniyetin ultra bireyciliğinin “güçlü” bireylere, yüksek statülere mensup bireylere tam oturabilmesine mukabil; o zihniyete teslim olan alt-orta sınıf bireylerde bir eksiklik, kaybetme korkusu yarattığını ve onların da bu güçsüzlüklerini telafi maksadıyla sığındıkları toplulukların kollektif kimliğini katılaştırdıklarını söyleyebiliriz.

Bu katılaştırma yönelimi, kimliğin “öteki”lerle aynı veya benzer öğelerini tasfiyeye “öteki”nin hemen görülen farklılıklarını bir düşmanlık, saldırganlık, tahakküm niyeti veya meydan okuma gibi algılama biçimine götürür. Bu tutum ve algılama biçimi içinde yol aldıkça da, toplumu birarada tutan ortak değerler, kurumlar, kurallar ve ilişki ağları kimlik hareketleri açısından araçsallıklarına, salt “kimlik çıkarı”na hizmet eden yönüne indirgenir. Ötekiyle ilişkinin reddine, hatta gereksizliğine kadar giden bu “kendi”ne dönüklük, karşılıklılık, ortaklık temelinde işleyen yapı, kurum, kural ve referansların yani kısaca toplumun her türden topluluklarını birarada tutan harcın çözülmesi demektir. Bu durumda, kimlik hareketleri, hâlâ şeklen varolan toplumsal - ortak kurum, kural ve - demokrasi gibi - referans sistemlerini kendilerine özel bir imtiyaz veya imkan sağlamadığı takdirde, salt araçsallaştırabildikleri yönüyle kaale almaya, eğer bunlar “öteki”lere imtiyaz/güç sağlar yönde işliyorsa reddetmeye, yok saymaya bile eğilimlidir. Bu eğilim aslında öteki(ler)i reddetmenin, yok sayma anlayışının bir sonucudur. Geçmişin etnik, dinî-mezhebî topluluklarının “kendi”lik bilinci “öteki”nden farkını ve dolayısıyla ötekini bilmenin, onunla farklılıkları nedeniyle -nefrete kadar bile varsa- duygusal bir ilgilenmenin sonucunda oluşuyorken; şimdi kimlikler, aslında nefretten bile korkunç olan bir “öteki”ne karşı duyarsızlaşmanın insani duygu çoraklaşmasının, aldırışsızlığın buzdan havasında katılaşıyorlar.


1990’lı yıllarda görünür hale gelen bu gidişat, yani insanların hatta kuruluşların, doğuştan, “öz”lerinde sahip oldukları, sonradan edinilemez, -edinilse dahi eklenti olabilen- özelliklerini başatlaştırdıkları bir kimliğe, kimlik hareketi ve tavır/düşünüş biçimine çekilmeleri süreci, Türkiye toplumunun geleceğini belirleyecek çevresel faktörlerin yeterince netleşmediği 2000’lere varan dönemde dalgalı bir seyir izledi. PKK isyanının askerî yenilgiyle sonuçlanması, Abdullah Öcalan’ın yakalanıp yargılanması Türk milliyetçi kimliğin hem yükselişini hem de teskinini (yatışmasını) sağlarken, Kürt milliyetçi kimlik hareketini de “eklenti”lerine, yani araçsallaştırabildiği ortak kurum ve referanslara ağırlık veren bir mecraya yönelmeye icbar etti. Sünni-İslamcı hareket, onu en büyük parti haline getiren bir yükseliş yaşadı ama güç ve etkisinin sınırlarının da görüldüğü -gösterildiği- bir 28 Şubat’la karşılaşmanın zorunlu kıldığı bir iç hesaplaşma sonucu, kendini, “çoğunluğun kimliği” biçiminde ve içinde ifade edeceği bir mecra (AKP) buldu. Gerçi yine “eklentilerle” örülmüş bu –muhafazakâr/demokrat– kimlik tasarımı içinde bile laik-Atatürkçü kimlik hareketinin -”devlet” konumundan- yürüttüğü tam saha baskının altındaydı ama aynı zamanda laik-Atatürkçülüğün de daha ileriye gidemeyeceğini, varolanı koruma sınırına çekildiğini bilmenin verdiği bir rahatlama hali de sözkonusuydu.

Bunların yanısıra, 2000’lerin tam eşiğinde yaşanan büyük Körfez depremi felaketinin bir toplum olma duygusunu, insani duyarlılık ve hasletleri depreştiren etkisi ve en “öteki”ler sayılagelmiş diğer milletlerin gösterdiği yardım ve dayanışma gayretinin sıcaklığı, kimlik hareketlerinin hayli belirleyici olduğu bir rotada seyreden Türkiye’deki toplulukların “öteki”ni düşmanlaştırma ve ona karşı duyarsızlık tavrında güçlü bir sarsıntı ve geriletme dalgası yarattı. Aynı etki, deprem felaketinin hemen ardından -ağır bir iktisadi krizin pençesinde de olmasına rağmen- AB’nin Türkiye’yi birliğe aday ülke ilan etmesiyle de güçlendi. Bunların etkisiyle ve bu süreçte adeta mutedil bir devrim görüntüsüyle tek başına hükümet olan AKP’nin başlangıçta enerjik bir demokratikleşme, restorasyon programı uygulayacağına dair uyanan umutların rüzgarıyla 2000’lerin ilk yılları kimlik hareketlerinin yatışmış göründüğü yıllar oldu.

Ancak, ABD’nin 11 Eylül sonrası “terörizmle mücadele” parolasıyla hegemonyasını pekiştirecek bir “yeni dünya düzeni/düzensizliği” kurmaya matuf hamlelerinin dolaylı, dolaysız etkileri, Irak’ın işgali ve yürürlüğe koyduğu BOP’un köşe taşlarından biri olması amacıyla Türkiye üzerinde yaptığı baskı; AB ülkelerinde Türkiye’nin üyeliğine karşı etkin ve güçlü bir popüler tepkinin boy gösterişi, AKP hükümetinin demokratik reformlar konusunda bir duraklama tavrına girmesi hatta “statüko”ya geri dönüş sinyalleri vermesi ve Irak’taki federal Kürt yönetimi olgusunun Kürt toplulukta, Kürt milliyetçiliği ve kimlik hareketi içinde yarattığı karmaşık mevzilenmeler ve bunun “Kürt sorunu”na ilişkin devlet politikasını ikircikli hale getirmesi, 2000’lerin ilk yılları Türkiyesi’nin yatışmış havasını değiştiren gelişmelerin belli başlılarıdır denilebilir.

Yaklaşık 2005 Sonbaharıyla birlikte -aslında 2004 yılı ortalarından itibaren- kıpırdanmaya başlamış olan “kimlik” eksenli hareketler, bu ortam-hava değişimi bağlamında neredeyse eşanlı olarak atağa geçtiler. Ancak bu kez, dikkat çekici farklılık, kimlik hareketlerinin, militanlarıyla sınırlı eylemlerden ziyade, temsil iddiasında oldukları toplulukları kitlesel tepkilere, “kendiliğinden” tavır almaya iten eylemlere, gösteri ve kampanyalara teşvik edici eylemlere yönelmiş oluşudur. 2005’in ilk aylarında Orhan Pamuk’a ve bir “Ermeni Konferansı” girişimine karşı Türklüğe -dolayısıyla “Türk kimliği”ne- hakaret ithamıyla başlatılan kampanya, protesto ve saldırı dalgası sürmekteyken; PKK da Öcalan’ın cezaevi koşullarının kabul edilemezliğini ileri sürerek “Öcalan irademizdir” sloganlı bir kampanya başlatıp, Güneydoğu şehir ve kasabalarından kalkacak yüzlerce otobüs dolusu Kürt’ü İmralı’ya ziyarete gitmeye çağırdı. Bu çağrı Öcalan’a yapılan muamelenin Kürtlüğe hakaret olarak algılanmasını, Kürt iradesinin yok sayılması olarak yorumlanması gerektiğine işaret ediyordu. Öcalan’a yapılan muamele bu bakımdan Kürtleri tahrik mahiyetindeydi; Tıpkı Orhan Pamuk’un sözlerini ve “Ermeni Konferansı”nı Türklük ve Türkler için tahrik nedeni sayan Türk milliyetçi çevreler gibi.

“Tahrik olma”nın toplumumuzda ne denli çok başvurulan bir meşruiyet gerekçesi olduğunu bilmekle birlikte; şu son bir iki yıl içinde, yukarıda bahsedilen organize “tahrik” tertiplerinin yanısıra, “kendiliğinden” kitlesel tahrik vak’alarının bilhassa sıklaşması da dikkat çekicidir. 1990’lı yılların en gergin dönemlerinde bile küçük muhalif grupların protesto eylemlerine sırt çevirmekle yetinen şehirlerin ahalisi, son bir iki yıldır, aynı grupların aynı tür eylemlerinden derhal “tahrik” oluvererek, güvenlik güçlerinin zor zaptettiği linç girişimlerine yatkın hale gelmiştir. Şüphesiz bunda geçmişte Türk milliyetçiliği sıfatıyla “devlete yardımcı”lık yapanların bu kez Türklük veya Türk kimliği adına “ahaliye yardımcı” olmalarının, bu tetikleyicilik işlevinin payını mutlaka gözönünde tutmak gerekir. Bir diğer nokta bu tür “kendiliğinden” tahrik ve linç girişimlerinde şehirdeki HADEP/DTP bürosunun da -olayla hiçbir ilgisi olmasa da- saldırıya uğramasıdır. Bu da kimlikler arenasında en yoğun ve başat çatışmanın ne ve nasıl olduğunun göstergesidir.

Ancak, daha 2004 Haziran’ında ilan etmiş olduğu ateşkes kararını kaldıran ama bunu 2005 yazında fiilen yürürlüğe koyup “aktif savunma”ya geçtiğini duyuran PKK, önce yollara, raylara döşediği mayın ve bombalarla can almaya başlayınca, artık ülkenin her yanında hissedilecek bir “tahrik nedeni” de sunmuş olmaktaydı. 2005 Sonbaharına girilirken, Türkiye-İran-Irak sınırlarının kesiştiği Hakkari yöresinde, Şemdinli, Yüksekova ilçelerinde bombalama silahlı saldırı eylemleri özellikle sıklaşmış, üç ay içinde kayıtlara geçen yirmiye yakın olayda çoğu güvenlik güçlerinden dokuz kişi ölmüş, onlarca ev ve işyeri ağır hasara uğramıştı. Bunların PKK tarafından tertiplendiğine inanılıyordu ama Kasım 2005’te Şemdinli Vak’ası patlak verdiğinde bütün bombalama vakaları tek tek incelenmiş ve en azından birkaçının daha devlet güçleri tarafından yapılmış olabileceği ortaya çıkmıştı.

Burada bilhassa işaret etmek istediğimiz nokta şudur. PKK’nın silahlı eylemlere yeniden başvurarak, bombalama ve suikastler tertipleyerek yaptığı şey, 1980’lerden ‘90’ların ortalarına kadar yürüttüğü gerilla savaşını yeniden başlatmak değildir, olamaz. Daha 5-10 yıl önce, erişebileceği en üst kitle destek düzeyi ve silah, militan gücüyle tartışmasız bir askerî yenilgiye uğratılmışken, silahlı mücadeleden bıkkın ve yorgun “taban”ıyla, azalmış militan akışıyla üstelik artık gayet deneyimli ve donanımlı Türk ordusu karşısında fazla tutunamayacağını mutlaka biliyor olmalıdır. Bu durumda sadece Türk Ordusu’nu Kuzey Irak’a çekerek ve oradaki federal Kürt yönetimini bu savaşa angaje ederek T.C. devletini askerî olmasa bile uluslararası siyaset zemininde zor duruma itmekten medet umabilir. Ama herhalde, gerek Türkiye’nin gerekse Kuzey Irak’taki yönetimin bu ihtimal karşısında tuzağa düşmeyip bir biçimde PKK’nın etkisiz hale getirilmesi noktasında uzlaşmalarının çok daha mümkün olduğunun da pekala farkındadır.

Nitekim, PKK’nın başvurduğu eylem türleri de ne Kürt halkını silahlı mücadeleye teşvik edici özelliktedir ne de –90’larda olduğu gibi,– Türk ordusunu tüm bölgeyi kapsayan kalıcı bir harekata icbar edecek güç ve yaygınlıktadır. Ama buna mukabil sözkonusu eylemler Türk halkını tedirgin edici, öfkelendirici ve “tahrik edici” türden olup, eğer Ordu ve güvenlik güçleri bunları vesile edip, büyük çoğunluğu ile silahlı mücadeleyi desteklemediği belli olan Kürt halkına orantısız bir baskı ve şiddetle davrandığı takdirde “tahrik olma”larına yetecek düzeydedir.

Dolayısıyla eğer PKK bir savaş başlatmış ise; bu halen sürdürdüğü biçimiyle devam edecek bir savaş değil; bunun doğrudan ve dolaylı biçimde tetikleyeceği bir iç savaştır. Açıkça söylenen bu olmasa bile şu son yıllarda Türkiye toplumunun tüm bileşenlerinin büyük kesimlerini sürükleyebilir hale gelmiş olan çeşitli biçim ve nüanslarıyla kimlikçi hareket ve düşünüş ortamında açacağı –zaten zorlanmakta olan– kapı bu olabilir. Halklar arası savaştır bu. Etnik kurtuluş veya “temizlenme” de denilebilir.

PKK bu yeni silahlı mücadele taktiğini, bir zamanlar bazı beyaz Türk kesimler tarafından fısıldanan “ver kurtul”cu bir bıkkınlık havası oluşturabilme amacıyla da uygulamak istiyor diye de düşünülebilir. Ancak 1980-90’lı yılların kabarmakla birlikte yine de belli sınırları aşmamaya özenli veya tembihli, Kürtleri rencide edici söylemlerden uzak durmaya çalışan geleneksel Türk milliyetçiliği ortamında, onun mecralarının yanında ver kurtulcu snopluk bile dile getirilebiliyordu. Ama neo-liberalizm enjeksiyonu ile tüm milliyetçilikler gibi -zaten yarım yamalak olan- insani değer ve duyarlılık eklentilerinden sıyrılıp kimlikçiliğe indirgenmiş olan 2000’li yılların Türk milliyetçiliği “kurtul”mayı verme biçiminde değil, kovma biçiminde tasarlayabilir sadece. Nitekim bu cenahın –diplomasi örsünden geçtiği için– kelimelerini dikkatle seçen think–tank yöneticisi sözcülerinden Gündüz Aktan bile artık çözümün Türkiye Kürtlerini Kuzey Irak’a sürmekten geçtiğini ilan edebilmekte; gerekçe olarak da “Türk milletinin tahammülünün sona ermekte olduğunu,” “... PKK/DTP’lilerin gitmesini isteme duygusu(nun) ‘kritik kitle’ oluşturma aşamasına” vardığını söyleyebilmektedir.

Aktan’ın diplomat jargonunca ifade ettiği o “kritik kitle aşaması” deyiminin bildik dildeki karşılığının linç de dahil köy, mahalle, semt basmaya, kanlı sokak çatışmalarına, yağma ve kovmaya hazır, yeterli çoğunluk demek olduğunu belirtmeye gerek var mı bilemiyoruz. Ama artık halka açık yerlerde, alenen söylenebilen, onlarca internet sitesinde adlı adınca yazılanlara şöyle bir göz atmak bile, kimlikçiliğe sürüklenmiş Türk milliyetçiliğinin nelere bilenmekte olduğunu gösterir. Birikim’in 191. (Mart 2005) sayısında Tanıl Bora’nın, artık bariz bir anti- Kürt linç boyutu kazanmış bu neo-Türk millliyetçiliğinin şimdilik sıradan birey ve grupların söz ve davranışları düzeyindeki tezahürlerini ele alan çarpıcı bir incelemesi yayımlanmıştı. Bir yıl önceydi ve ortada daha ne son bombalama ve çatışma haberleri ne de Şemdinli vakası vardı. Şimdi artık bireysel, grupsal ve yöresel tepkilerden genel ve kitlesel tepkiler eşiğine gelinmediğini düşünebilir miyiz?

Ancak Türk -kimlikçi- milliyetçiliğinin bu saldırgan ve saldırı eşiğinde havasının, -Kürt-kimlikçi-milliyetçiliği cenahında biçimce farklı simetriği, elbette doz farkıyla mevcuttur. Burada -“diaspora”dan konuşanlar hariç- şüphesiz azlık ve dezavantajlı konumda olmanın getirdiği alt perdeden bir üslup göze çarpıyor ise de; kimlikçi milliyetçiliğin temel özellikleri, idrak-düşünüş darlığı ve kendine odaklı duyarsızlığı aynen geçerlidir.

Aşağıda bu cenahın önde gelen sözcülerinin son zamanlarda ifade ettiği görüşlerin bazı dikkate değer olanlarını analiz ederken bunu apaçık biçimde görebileceğiz. Hemen belirtelim ki; Kürt kimlikçi söyleminin bu analizinde tespit edebileceğimiz temel özelliklere dair söyleyeceklerimiz Türk kimlikçiliği için de aynı derecede geçerlidir ve onun için de söylenmiş sayılmalıdır.

Önce “küçük” bir not. Bu yazının başlangıcında milliyetçiliğin neo-liberal içeriklendirilme biçimi olarak kimlikçiliğin, bu ideolojideki ötekileştirme, düşmanlaştırma özelliğini, daha aşağıya bir adımla -ötekileştirme/düşmanlaştırmanın tüm vahim sonuçlarını da kapsayan- bir “duyarsızlaşma” tavrına tahvil ettiğini belirtmiştik. Nitekim, daha önceki dönemin ezen/ezilen ulus milliyetçilikleri dili ve algısı içinde “Kürt sorunu” konuşulurken, ifade etmekten bile çekinilen kimi duygu ve gözlemler, işte bu “duyarsızlaşma” faktörü nedeniyle artık rahatça ifade edilebilmektedir. Gündüz Aktan’ın vaktiyle ancak Nihal Atsız gibi fanatiklerin ağzından duyulabilen “sabrımız taşıyor”, “sürelim gitsinler” mealindeki görüşlerini pervasızca, normalmişçesine yazabilmesi; pek de milliyetçi denemeyecek birçok aydın Kürt’ün bile “Kürtlerde, Türklerle birlikte yaşama arzu ve iradesinin bir hayli zayıfladığı” biçiminde özetlenecek sözleri, nesnel bir veri sayarcasına edebilmesi, bunun tezahürleridir.

Kimlikçiliğin siyasal anlayış ve yaklaşıma nüfuz edişinin birincil göstergesi ve sonucu, o siyasal anlayışın kurucu öğelerini kendi araçsal mantığına indirgemesi, bağlayıcılıktan yoksun basit birer eklentiye, kalıntı sıfatlara dönüştürmesidir. Örneğin, bu yüzden kendini milliyetçi bir liberalizm taraftarı olarak tanımlayan bir Gündüz Aktan bir Türk kimlikçisi olarak, “Türklük” adına konuştuğunda Kürtleri anavatanlarından kovma “özgürlüğü”nü kendine doğallıkla mübah sayabilmekte; aynı kürsüden konuşan ve eteğinde “Maocu”, “İşçi Partisi” gibi sıfatlar sarkan bir Doğu Perinçek, anti-komünizmiyle maruf -geleneksel- bir Türk milliyetçisinin bile sergileyemeyeceği bir hınçla bahsedebilmektedir “Kürt sorunu”ndan.

Ahmet İnsel’in Bilgi Üniversitesi’nce tertiplenen bir konferansta özetle dile getirdiği, biz Birikim yazarlarının yanısıra birçok sosyalist, liberal, İslamcı aydının da paylaştığını bildiğimiz “PKK’nın koşulsuz silah bırakması” eksenindeki görüşlerine karşı, kendilerini “Kürt sosyalisti” olarak sunan iki yazar Radikal İki’nin 16 Nisan sayısında bir cevap yayımladılar. Bu yazıda o sıfatlarının değil gereğini, herhangi bir izini dahi görmek imkansız. O nedenle bu beylere önce son derece basit, yani son derece temel bir noktayı hatırlatmak ve mümkünse bilmelerini istemek gerekiyor.

Bilhassa sosyalizm gibi insanı herhangi bir canlı türü değil de insan kılan, salt ona özgü olan değer ve arayışlardan köklenen ve bu köküyle büyük insanlık idealine açılan bir dünya görüşünden türeyen sosyalist sıfatı, o insanın taşıyabileceği başka sıfatların kesinlikle önünde gelmek ve sıfatlarını da belirlemek, yönlendirmek kaydıyla ancak taşınabilecek bir sıfattır. Bu temel şart, özellikle milliyetçilik gibi evrensel insani duygulara, değerlere neredeyse düşman ideolojilerin kendi av sahası saydığı konular üzerinde düşünür ve davranırken titizlikle uyulması gerekli bir kuraldır. Eğer bu gibi konular üzerinde sosyalist sıfatlı biri konuşuyorken, onun söylediklerini evrensel referanslara ve sosyalist perspektifine ne kadar uyduğu noktasından değil de taşıdığı etnik sıfata izafe ettiğimiz şeylere ne kadar benzetilebileceği noktasından ele alıyor; pekala yapılabilecek itirazlarımızı onun Türk (aydını, sosyalisti,...) oluşuna, yani Türklüğüne veriyorsak; bu yargılarımızda ne kadar isabetliyizdir meçhuldür; ama bunu yapan kişinin Kürtlük dışında herhangi bir referansının ve vasfının olmadığı da kesindir.

Bir diğer örnek Özgür Politika’da yayımlanan aynı temalı yazılardan biri. Bu yazıda, Türkiye’deki “liberal ve demokrat kesim”in tutumu eleştiriliyor. Onları “Kürtleri anlamamak”la itham ediyor yazar. Bu ithamın mantık yapısına geçmeden önce yazarın bu kesimi nasıl tarif ettiğine bakmak gayet öğretici. Yazara göre bunlar “... liberal ve ‘demokrat’ olarak bilinen ve bir dönem resmî devlet politikasıyla tam olarak bütünleşmeyen, zaman zaman Kürtlerle bir empati kurmaya çalışan bir tür ‘gri bölge’ olarak tarif edilebilecek” bir kesim imiş.

Kimlikçiliğin kendinden başkasını kaale almayan, başkalarını çeşitli derecelerde “öteki”lerden biri sayan ve ne olduklarına tamamen duyarsız olup, onları ve duruşlarını kendisinin döndürdüğü bir koordinat sisteminde o an nerede görünüyorlarsa oradan tarif eden ve kendi dönüşüne göre bu tarifini de hemen değiştirip bir önceki tarifini aklından silebilen bir yaklaşım olduğunu belirtmiştik. Bu bakımdan yazı sahibinin, liberal “demokrat” aydınları resmî politikayla örtüşmüş bir gri bölge olarak tarifi maalesef hiç de yadırgatıcı değil. Çünkü “Kürt kimliği”nin, Kürtlüğün sahib-i aslisi saydığı PKK “yeniden silahlı mücadele kararını” yürürlüğe koyup böylece koordinatları yeniden kendince ayarlayınca, on yıllardır aynı yerde duran, oradan bu silahlı mücadeleyi de, sorunu silahla bastırma politikasını da eleştiregelmekte olan o aydınların PKK’nın son tutum ve hamlesini bu duruşları gereği kınadıkları için “kimlikçi” koordinatında “gri bölge”de görülmeleri ve gösterilmeleri doğaldır*

İşte tam da bu nedenle, dünyayı, konu ve sorunları -her durumda aynı içerik verdiği- evrensel değer ve kriterler ile anlamaya çalışan -ancak böylece sıfatını hak eden- liberal, demokrat ve sosyalistlerin bir “kimlikçi”nin kendinden menkul standartlarına göre, “anlamış” sayılması zaten imkansızdır. Kimliğe kilitlenmiş olanlar verdikleri bu “anlamama” hükmünün gerekçesini, onların değer ve inançlarına bağlamak yerine, etnik kimliklerine atfetmeye fazlasıyla teşne olabilirler.

Kimlikçi yaklaşımın 1980’ler sonrasında başatlaşan bir tutum ve düşünüş biçimi olarak sadece geleneksel milliyetçiliği değil, dünyanın o yeni koşullarına uyarlanmaya çalışan her akıma da “sızdığını” bir kez daha belirtelim. Bunun sonucu olarak “eskiden” ideolojiler adına konuştukları şeyin -din, milliyet, mezhep, özgürlük, eşitlik...- bir düşünülme, yorum biçimi sayılıyor, kişileri de o yorum biçiminin temsilcileri olarak gösteren ifadeler kullanılıyor iken; şimdilerde ideoloji yerine ikame olunan kimlikçilik adına konuştuğu şeyin bizatihi kendisi, önde gelen kişiler de onun somutlaşmış özü imişlercesine takdim ediliyor. Bu nedenle örneğin Türk/Kürt milliyetçiliğinden yani bir düşünüş biçiminden değil, “Türklük veya Kürtlük”ten söz ediliyor. Türk milliyetçiliğinin bir fikrine veya davranışına yöneltilen eleştiri Türklüğe yöneltilmiş hakaret sayılabiliyor, eleştiri sahibi Türk ise “hain” oluveriyor. Öcalan, bütün hareket liderleri gibi eleştirilebilir bir kişi sayılmayıp şahsına “irade” ve “Kürtlüğün özü” statüsü atfedildiği için, ona, onun doğrudan temsilcilerine yönelik eleştiri de kimliğin en derin/kutsal yerine yapılmış bir saldırı olarak algılanıyor.

Kimlikçiliğin kavramlara, hatta kelimelere salt kendiyle sınırlı bir anlam/içerik vererek, onların genel anlamını kaale almaksızın kullanması da dikkate alındığında kimlik hareketleri ile, onları “rahatsız” etmeden konuşmak gerçek bir diyalog kurmak alabildiğine zorlaşıyor. Buna bir de Türkiye’nin özel yasal koşulları eklendiğinde, yani örneğin bağımsız bir Kürt ulus-devleti amacının serbestçe söylenememesi ve diğer ek yasakların etkisi de düşünüldüğünde, ortaya ima ve şifreleri çözmeyi gerektiren, haliyle yanlış anlamaya açık tuhaf bir dil çıkıyor. Kürt aydınları ile giderek “Kürt sorunu”ndan başka bir sorun konuşmaz ve hiçbir sorunu “Kürt sorunu”na endeksli olmadan, onunla ilgisi kurulmadan tartışamaz hale geldikçe, bu dili biraz olsun ferahlatabilmek, açmak imkanı da eriyip gidiyor. Bu ortam da diyalog değil monolog ürettirir ancak.

“Kürt sorunu”, bizim açımızdan, bu dergide başından beri vurgulandığı üzre, birinci planda tüm Ortadoğu halklarını kapsayan, onların, özellikle de bir ulus-devlet kurmuş addedilen halklarının bu durumlarını da sorunlaştırmalarını gerektiren, dolayısıyla “çözüm”ü de bu çerçeve içinde, halkların kaynaşması perspektifinde ancak mümkün olabilecek bir sorundur. Yani çok daha genel, geniş, derin bir sorunun bir yüzey yansıması, bir parçasıdır. O nedenle de Kürtlerin değil hepimizin eşit derecede sorumluluk ve hak sahibi olduğumuz bir sorundur. Bu bakımdan da Kürtler, Kürt sıfatını öne sürerek, adına alışkanlık icabı “Kürt” sıfatı eklediğimiz bu sorunun asli sahibi ve taşıcısı olduklarını, diğerlerinin de onlara yardımcı veya “düşman” rolünden birini seçeceklerini söyleyemezler. Bunu sadece, amacı bir Kürt-ulus devleti kurmaktan ibaret olan, bundan başka bir çözüm düşünememesi “doğal” olan Kürt milliyetçiliği söyleyebilir. Ezen ya da ezilen ulus milliyetçiliklerinin yol açtıkları vehametin niteliğinin aynı, niceliğinin farklı olabileceğini adı gibi bilen bir sosyalistin, milliyetçiliğin has siyasal ürünü olan mevcut ulus-devletlerin istisnasız tümüne ne ölçüde karşı çıkıyorsa, kurulacak yeni bir ulus-devlet girişimine de o ölçüde karşı çıkması, inançları gereğidir.

Bu bakımdan, bir ulus-devlet olarak TC devletinin anadili Kürtçe veya Türkçeden başka olan yurttaşlarına reva gördüğü muameleye her zaman karşı çıkmış ve karşı çıkacak olmamız, ne bir Kürt ulus devleti projesini ne de bu devletin yapışık iki ulus devlet gibi olması önerisini desteklememizi kesinlikle gerektirmez. Doğuştan, değiştirilemez veya çok zor değiştirilebilir, doğal, doğallaştırılmış özelliklerimiz üzerinden tanımlanan etnik ve -bir ölçüde- dinî/mezhebî aidiyetlerimizi sonradan emeğimiz ve seçimimizle edinebileceğimiz değer ve inançlarımızın üzerinde, önünde ve hatta onları bastıracak biçimde önemsememizi empoze eden “kimlik” bilincini, buna uymayı reddediyoruz. Tam tersine inanç ve değerlerimizi etnik aidiyetimizin çok çok üzerine koyan, onların ışığında düşünüp davranmayı insan olmanın, uygarlığın temel şartı sayan bir anlayışın takipçisi olmaya; şu içinden geçtiğimiz ufunetli havada bu anlayış ve tutumu yaşatıp geliştirmeye elimizden geldiğince çalışıyoruz.

Sadece soy milliyetçiliklerin, etnik kimlik hareketlerinin değil, dinî, mezhebî aidiyetlerini, bir imtiyazlı sosyal statü gibi gördükleri “çağdaş”/”laik” yaşam tarzı tercihlerini birer kimlik hareketine dönüştürmüş olanların, aslında eşit haklara sahip olmayı sindirememiş olmalarından kaynaklanan kavgalar ortamında adı konan “sorun”larda, onların belirlediği biçimde taraf olmak veya bir tarafa dahil sayılmak istemiyoruz artık.

Kimliklerin ve kimlik hareketlerinin algı biçimine bırakıldığı ölçüde insani-toplumsal içeriğini yitiren, birer egemenlik ve statü çatışması aracı, gereci haline getirilerek diyalog konusu olmaktan uzaklaştırılan sorunlarını gerçek bir toplumsal kaygıyla ve sorumlulukla yeni baştan ve yeni bir dille tarif etmek ve Türkiye toplumunu bu zeminde düşünmeye, konuşmaya ve tartışmaya çağırmak acil bir ihtiyaçtır bugün. Aksi halde fiilen çözülmüş, kimlik hareketlerinin güdümünde bileşenleri birbirinden manevi olarak neredeyse kopmuş bu toplum, bu durum ve gidişatın sorumlusu olan kimlik hareketleri -ve onların biri ya da öbürü yanında taraf olmaktan başka bir işlevi yürütemez hale gelmiş- bir devlet aygıtı ile sürüklenerek vahim bir kapışmanın girdabına kapılabilecektir.

Kimlikçi hareketler, doğaları gereği, yani doğal güdü, eğilim ve “yasa”lardan beslenerek güçlendikleri için, bu dehşet verici ihtimali görebilseler dahi, “öteki”lerine baş eğdirmeye koşullu olduklarından önleyemezler. Ve hatta bazıları bunu bir “nihai çözüm” olarak görüp körükleyebilir de. Nitekim daha “güçlü” olanın güçsüz olan “öteki”siyle, görece güçsüz olanın bir zayıf noktasını tespit ettiği “öteki”si güçlüyle ültimatom üslubuyla konuşur hale geldiği şu aşamada, o ültimatomlara uyulmadığı takdirde ne olacağı açıkça söylenmiyor ama böylece de o dehşet verici ihtimalin göze alındığı yeterince ima edilmiş oluyor.

Bu durum ve gidişat karşısında bütün bu “taraf”lara bu -kimlikçi- taraf olma tutumunun tüm çeşitlerine karşı, doğal aidiyetlerimizden çok daha üstün tutulacak değerler ve ilkeler adına taraf olacak bir oluşumun, hem bir dalgakıran hem de yapıcı bir alternatif olma, oluşturma amacıyla inşası için acilen harekete geçmek zorundayız. Bu görevi konuşmak ve zeminini yaratmak için Birikim’i bir ilk temas noktası olarak gönüllülerin talep ve girişimlerine sunuyoruz.

BİRİKİM

Not: Haziran ayı sonunda bu çağrıya gelen cevapların bir bilançosunu yayımlamayı ve önerileri tasnif ederek bir sonraki adıma karar verecek bir toplantı düzenlemeyi düşünüyoruz.

(*) G. Aktan, Altemur Kılıç gibi Türk kimlikçilerin de aynı aydınları aynı tutumları nedeniyle benzer bir “gri bölge”de gösterdikleri pek çok yazı var. Yazarımızla tek farkları ise o kişilerin o aydınları “PKK politikasıyla neredeyse örtüşmüş”, yazarımızın ise “resmî politikayla neredeyse örtüşmüş” sayması. Bu bakımdan yazarımız “Kürt sorunu” hakkında yazacağı acele bir yazı varsa, vakit kaybetmemek için adı geçen yazarların konu hakkında yazdıklarını şablon niyetine kullanabilir ve bahsettiğimiz türden rötuşlarla işini pekala görebilir.