İran-ABD: Madalyonun İki Yüzü

İran yönetiminin uranyum zenginleştirme programının bir süre sonra nükleer silah üretimine olanak sağlayıp sağlamayacağı tartışılırken Irak Savaşı öncesi gelişmelere benzer bir süreçten geçiliyor.

İran’da Mahmud Ahmedinecad yönetimine muhalif olan milyonlarca kişi de dahil olmak üzere bu ülkenin nükleer enerjiye sahip olması konusunda hemfikir gözükürken ortaya çıkan manzara “sahip olmaktan” öte bir durum arzediyor. Çünkü bu, sadece adı geçen silaha ya da güce sahip olmanın ötesinde, İran açısından, önceden hissedilen muhtemel bir krizi yönetme, yönlendirme; krizi sadece dış dinamiklerin belirleyiciliğine bırakmama niyeti kadar ülkenin iç dinamikleriyle de ilgili.

İran’ın uzun yıllardır nükleer enerjinin bilgisine sahip olduğu, hatta Şah Rıza Pehlevi döneminde bu teknolojinin ilk adımlarının ABD tarafından, desteklendiği biliniyor. Ancak devrimin hemen sonrasında değişen dengeler sonucunda çalışmalar aksadığı gibi, İslam devriminin Ortadoğu’da yarattığı rüzgarın önünü kesmek için o yıllarda uygulanan “çifte kuşatma” politikasıyla İran ve Irak karşı karşıya getirilerek, hem insan unsuru hem de ekonomik anlamda İran çökertilmiş, nükleer proje uzun yıllardır rafa kaldırılmıştı. Ahmedinecad’ın cumhurbaşkanı seçilmesinin hemen ardından, yeni nükleer projenin saklanıp gizlenmeden tüm dünyaya duyurulması, yeni cumhurbaşkanının içeriye ve dışarıya yönelik “güç gösterisini” uygulamaya koymasıyla, ABD’nin “terörle mücadele” bahanesiyle İran’ı bir kez daha hedef göstermesi “haydut ülkeler” kategorisini bir kez daha gündeme getirmesinin aynı zamana denk gelmesi dikkat çekiciydi. Üstelik bu kez Irak’ta olmayan Kitle İmha Silahlarının (KİS), ABD ve beraberindeki işgal kuvvetlerinin sahte argümanlarının tersine, İran elindeki nükleer silaha dönüşebilecek gücü saklayıp gizlemeden ve hatta “gurur” duyarak dünyaya ilan edince, ABD uzun süredir beklediği bahaneyi bulmuş oldu. Çünkü, açıkça söylemek gerekirse, İran’ın uranyumu zenginleştirdiğini açıklaması bir anlamda ABD’nin elini kolaylaştırdı.

Irak’ta, KİS olmadığının bilinmesine, tüm istihbarat, medya ve diğer kanalların dezenforasyonuna, savaşın hemen öncesinde BM Genel Kurulu’nda, zamanın Dışişleri Bakanı Colin Powell’ın bile daha sonra “utandığını” açıkladığı sahte kanıtlara, hatta Güvenlik Konseyi’nde Fransa, Rusya ve Çin’in itirazına rağmen uluslararası yasaları hiçe sayarak işgali gerçekleştirenler, bu kez “yasallık”, “uluslararası destek” anlamında ellerini daha da güçlendirmiş durumda. Ama yine de İran’ın elindeki zenginleştirilmiş uranyumun niteliği, tehlikeli bir noktaya ne zaman ulaşacağı ya da böyle bir ihtimalin olup olmadığı bilinmemekte. Bu konuda çok çelişkili açıklamalar olup, sürecin “İran’ın elindeki silahlar”ın kabulü ve buna karşı alınacak tedbirler üzerinden değil, “silah olup olmadığı” varsayımı üzerinden tartışılması gerekir. Süreci birinci şıkkın yönlendirmesi, tıpkı Irak Savaşı öncesinde olduğu gibi bizleri “gerçek olup olmadığı tartışılan ve dayatılan bir olgu” üzerinden hareket etmeye götürür ki ABD’nin bu kez de yapmak istediği budur.

TAHAMMÜL SINIRI

BM Güvenlik Konseyi’ne sunulan tasarıya bakacak olursak “İran’ın uranyum zenginleştirme çalışmalarını durdurması, Uluslararası Atom Enerjisi Kurumu ile işbirliği yapması, aksi takdirde alınacak önlemler ve muhtemelen hayata geçirilmesi planlanan yaptırımlar” konusunda ABD’nin şimdilik yalnız olmadığı görülüyor. Güvenlik Konseyi’nin tasarısındaki “uranyum zenginleştirme çalışmalarının ve bu çalışmanın silaha dönüştürülmesinin askıya alınması” satırları ABD, İngiltere ve bu kez Fransa tarafından desteklenmekle birlikte, Çin’in bu birlikteliğe uzak durduğu, Rusya’nın tavrının ise belirsizliğini koruduğu görülüyor.

Bu durumun Güvenlik Konseyi’nin alacağı kararın ardından ne gibi sonuçlara yol açacağı yaptırımlardan, kuvvet kullanmaya kadar uzanan seçeneklerin masaya yatırılacağı ve AB ülkelerinin bu yaptırım yelpazesinde nerede duracağı hâlâ soru işareti. Ama en azından şimdilik Avrupa, bu kez reel politikçilerin çok sevdikleri deyimle “denklemde yer almak” istiyor, sorunu kuvvet kullanmaya götürmeden ancak inisyatif dışı kalmadan, diplomasi ile yürütmekten yana gibi görünüyor. Zaten ABD’nin tüm tehditlerine rağmen, bu kez açıktan kuvvet kullanması, diğer seçenekleri masaya getirmeden İran’a saldırması hem zor hem de mantıklı değil. Mantıklı olmaktan öte bölgedeki yeni dengeler ABD’nin bu yaklaşımına izin verecek gibi görünmüyor. Bölgedeki dengelerden kastettiğimiz ise ABD yönetiminin kendi içindeki çelişkileri, ülkede Irak’ın işgaline yönelik daha sorgulayıcı bir sürecin başlaması ve işgalden sonra neoconların taktik değişiklikleridir. Ancak şunu da söylemeden geçmemek gerekir ki ister muhafazakar ister demokrat olsun ABD’yi yönetenler İran’ın nükleer silaha sahip olmaması ve alınacak tedbirler konusunda hemfikirdir. Çünkü demokratlara göre de tahammül sınırı “İran’ın nükleer silaha sahip olması ihtimalidir.”

Amerika açısından baktığımızda özellikle neoconların eski söylemlerini bazı nüanslarla değiştirdikleri ama stratejik olarak dünyaya ve Ortadoğu’ya bakışlarında farklılık olmadığı görülmektedir.

Neoconların, kuvvet kullanmayı hiçbir zaman ihtimal dışı bırakmadığını unutmamak gerekir. Buna rağmen Irak’ın işgalinin sonuçlarının ortaya çıkardığı durum sonrası ikinci dönem olarak adlandırabileceğimiz süreçte, “dışlamak, tepki çekmek ve nefret edilmek” gibi olumsuzlukları işgal ve savaşla değil farklı yöntemlerle bertaraf etmek niyetindedirler. Ancak, bir süre önce adından çok söz edilen, umut bağlanan Büyük Ortadoğu Projesi, ABD’nin Irak’ta geldiği nokta itibariyle iflas etmiş; Irak’ta yaşanan insanlık dışı durumun ortaya çıkardığı, ne yapacağını bilmemezlik, sıkışmışlık ve bölge halkının tepkisinin bertaraf edilememesinden dolayı rafa kaldırılmak zorunda kalınmıştır. BOP’un öngördüğü yöntemlerin uygulandığı, projenin en önemli unsuru olarak gösterilen “sandık”tan çıkan sonuçlar neticesinde istenen “demokrasinin sınırlı” olduğunu ortaya koymuştur. Müslüman Kardeşler’in seçimlere katılmasının engellenmesi, Mısır’daki diktatörlük rejiminin ehveni şer kabul edilerek bazı ülkelerde hâlâ Soğuk Savaş yöntemlerinin devam ettirilmesi, bundan rahatsız olunmaması, adı geçen projenin iflasından öte bölgenin demokratikleşmesini isteyenlerin ikiyüzlülüğünü ortaya çıkmıştır. İkiyüzlülüğün son halkasını ise Hamas’ın zaferine gösterilen tepki oluşturmuştur. Filistin kendine has özelliklere, özgünlüğe, diğer Arap ülkelerinden farklılığa sahip olsa da temel olarak şeriatçı bir hareket olan ve toplumu İslami yasalarla yönetmek isteyen Hamas’ın oyunun kuralına göre hareket etmesine rağmen final herkesin malumudur. Üstelik Hamas’a yönelik baskı Filistin halkını cezalandırmak noktasına gelmiş ve bu durum BOP’un başlangıçta hedeflediği “ABD karşıtlığını azaltmak” bir yana arttırmıştır.

Bu uzun parantez ABD’nin İran’da bazı yöntemleri hayata geçiremeyeceğinin kanıtlarından biridir.

SORUN SADECE İRAN DEĞİL

Neoconların ikinci yönetim dönemine denk gelen “İran krizi” henüz tam olgunlaşmamışken Irak’a benzer bir sürecin yaşanacağını söylemek yanlış olmaz. Bilindiği gibi 1. Körfez Savaşı’nın ardından uygulanan ambargonun açlık ve yoksulluğa mahkum ettiği Irak halkının işgalle birlikte bugünkü insanlık dışı durumu yaşaması için 13 yıl gerekmişti. Bu kez süreç aynı uzunlukta olmayacaktır. Amerikan yönetimi öncelikle uluslararası kurumlardan yine bir ambargo çıkarmaya çalışacaktır. Bu anlamda ABD’li bazı gazetecilerin bu sonbaharda İran’a yönelik saldırı planlarının olduğunu duyurması gerçekçi değildir. Bu tür planların, senaryoların onlarcasının ABD’deki düşünce kuruluşlarında, politikayı yönlendirmeye çalışan kurumlarda yapıldığını söylemek için kahin olmaya gerek yoktur. Mevcut koşullar topyekûn bir saldırıyı zorlaştırmaktadır. Ancak, Amerikan yönetimi şunu da bilmektedir ki, Irak’taki fiilî bölünmenin ardından Şiilerin aldığı pozisyon ve ABD’nin Irak’tan nasıl çıkacağını bilememesi İran’ın elini güçlendirmiş, manevra alanı genişlemiştir. İşte ABD yönetimi bu alanı daraltmak için bir an önce harekete geçmek istemektedir. ABD’nin bir an önce harekete geçmesini asıl isteyen kendi içindeki şahinler kadar sürekli tehditler alan ve olası bir silahlanma durumunda doğrudan hedef olacağı bilinen İsrail’dir. Aslında her iki ülkenin bekası birbirinin varlığına bağlıdır. Üstelik Muhafazakar ya da Demokrat Amerikalılarla İsrail’i birleştiren konu, Irak’ın işgalinin başarıya ulaşamaması, petrol yataklarının kontrol altına alınmaması nedeniyle, ABD’nin bölgedeki varlık nedenlerinden biri olan, reel politik bir jargonla “Basra Körfezi’nin güvenliği”dir. Ama iddia edilen tehdit sadece İran’ın varlığı ile ilgili değil, enerji konusunda, örneğin Rusya ve Çin’in önümüzdeki yıllarda alacağı pozisyonla bağlantılıdır. Rusya bu yılın kış aylarında Ukrayna krizi ile önümüzdeki dönemde nasıl kilit bir ülke olacağını biraz da tehditkar olarak göstermiştir. Bu durum uzun süredir “kaale” alınmayan Rusya’nın gerektiğinde nasıl bir “dünya gücü” olmaya soyunacağının ilk işaretidir. Keza Basra Körfezi ve İran petrolüne doğrudan bağlantılı olan Çin’in kendi kaynağı olmasa da kendini besleyecek bir kaynağın “ticari düşmanının” eline geçmesi, çokça sözü edilen geleceğin “dev ülke”sini sıkıntıya sokabilecektir. ABD açısından bakacak olursak İran’ın kontrolü Çin ve Rusya’nın da kontrolü anlamına gelecektir.

Şİİ EKSENİ

Ortadoğu’ya gelince, yıllarca bölgeyi diktatörlükler üstelik Sünni ağırlıklı baskı rejimleri ile kontrol eden ABD, şimdi Irak’takinin tersine mezhebi bir denge değişikliğinin nelere mal olacağını bilmektedir. İran’ın öncülüğünde, üstelik nükleer silaha sahip bir devletin kanatları altında Pakistan’dan başlayarak Lübnan’a uzanan bir hatta oturan Şii ekseni bölgedeki Sünni iktidarlar için büyük tehdit kaynağı olacaktır. Çünkü Basra ve bölge petrolü kadar bölgelerin liderliğinin İran’a yani Şii bir devlete geçmesi işten bile değildir. Nükleer silaha sahip Şii bir devleti, Sünni yönetimlerce olmasa bile, Amerikan karşıtlığını en üst düzeye çıkarmış, ABD’den nefret eden Sünni kitleler tarafından büyük destek görecektir. ABD’ye kafa tutmak paydasında birleşecek olan Şii-Sünni kitleler bulundukları ülkeler için de büyük tehlike kaynağı oluşturacaklardır. Bu yüzden ABD, İsrail olduğu kadar Suudi Arabistan ve Mısır’daki rejimle dirsek teması içindedir. Eğer İran’ın nükleer çıkışı gerçekleşirse Suudi ve Mısır yönetimlerinin de aynı silaha sahip olmak için girişim başlatması, ABD’den bu konuda destek alması işten bile değildir. Bölgedeki kontrolünün kaybedilmesi açısından İran’ın bir örnek teşkil etmemesi önemlidir. Kitleler açısından ise ezilmişliğin, dışlanmışlığın karşısında, bir dünya gücüne kafa tutan, yöntemi nükleer silah olsa da sempati toplayacaktır. Ortadoğu’da İslami muhalefetin en üst noktaya vardığı şu dönemde ilk kırılma 11 Eylül saldırıları ile yaşanırken, İran’ın bu güç gösterisi ikinci kırılma yaratabilme gücüne sahiptir. Çünkü, 11 Eylül saldırısı bölgede birçok kişi için “hiç kimse nin vurulmaktan muaf olmadığı” anlamına gelmektedir. Ve ABD’de buna dahildir. Üstelik nükleer silaha sahip Amerikan karşıtı bir ülkenin varlığı adını zikrettiğimiz kitleler için birleştirici bir unsurdur.

İÇERİDEN KUŞATMA

Tüm bunların ötesinde Amerika’nın ile İran’daki rejim’le (İran değil) bir hesabı olduğu bilinmektedir. İran rejimi Amerika için bölgedeki ön önemli tehdit unsuru ve Amerikan karşıtlığının kalesidir. 30 yıla yaklaşan bir süre sonunda İran’a komşu olan ABD’nin asıl hedefi rejimin devrilmesidir. Bugüne kadar uygulanan politikalar İran’ı her anlamda zayıflatırken ABD hedefe hiçbir zaman bu kadar yakın olmamıştır. Bu da ABD’nin elini kuvvetlendiren en önemli kozlardan biridir. Ortaya atılan savlardan ve en akla yakını ABD’nin İran’a nokta saldırılar düzenleyip “çeki düzen” vermek olduğu söylenebilir. Topyekûn bir saldırıdan kaçınmasının gerekçesi ise bu saldırının gerektiği sonucu vermeyeceğidir. Bu nedenle ABD ikincil bir opsiyon olarak içeriden, sadece rejim muhalifleri değil, rejimin baskıcı yönlerinden bıkan, İslami rejime olmasa da uygulanan anti-demokratik yöntemlere karşı olan genç kuşakları harekete geçirmeyi planlamaktadır. Hatemi’nin yarattığı hayal kırıklığı ile geri çekilen yeni kuşağın hepsi olmasa da bir bölümü içten içe bir Amerikan saldırısını beklemektedir. Geçtiğimiz günlerde Kongre’den çıkan ve ülkedeki rejim muhaliflerinin desteklenmesini öngören mali yardımın anlamını da böyle değerlendirmek gerekir. Ancak, ülke dışında bulunan ve yıllardır sesleri çıkmayan farklı kanatlardan rejim muhalifleri ABD’nin şemsiyesi altında biraraya gelip hareket tarzı oluşturmaya çalışsalar da tıpkı Irak’ta olduğu gibi ülkenin gerçeklerinden yıllardır kopuk yaşayan, toprağa ayağı basmayan unsurların çok başarılı olmadığı, içeriden destek alamadıkları ve hatta “hain” olarak görüldükleri bilinmektedir. Tıpkı Irak’ta olduğu gibi, ABD’nin İran’da da işbirliği yapacağı etnik grup Kürtler olarak öne çıkmaktadır. ABD’nin İran’a yönelik bir saldırıyı Kürtler üzerinden gerçekleştirmesi içerideki bir ayaklanmayı da Kürtler aracılığı ile çıkarması muhtemeldir. Kuzeydeki Azeriler, doğudaki Beluciler de ABD’nin ayaklandırmak için gözüne kestirdiği gruplardan olsa da uzun yıllardır ülkedeki silahlı ya da silahsız muhalefeti İranlı Kürtlerin götürüyor olması, Irak Kürdistanı’nın kurulması, buradan alınan psikolojik ve fiziksel maddi destek Kürtleri ABD’ye destek anlamında öne çıkarmaktadır. İranlı, Iraklı ya da Türkiyeli Kürtlerden böyle bir senaryoya itiraz en azından şimdiye kadar gelmemiştir ve gelecek gibi de görünmemektedir. Irak tecrübesi göstermiştir ki İranlı Kürtler de muhtemel bir ABD saldırısı karşısında, yine bir saldırgana ya da emperyalist bir güce dayanarak “özgürlüğünü” ilan etmiş olacaktır.

Irak tecrübesinden yola çıkacak olursak, ülke dışından Irak’a gelen ve ilk başlarda Amerika tarafından yönetime yerleştirilen isimlerin bugün düştükleri durum ortadadır. Üstelik sadece Irak halkı tarafından değil ABD tarafından bile dışlanmışlardır. Üstelik Şii köktencilik kadar Fars milliyetçiliğinin hâlâ geçerli olduğu bir ülkede farklı renklerdeki muhaliflerin başarılı olamayacağı bilinmektedir.

Şam yönetimini farklı yöntemlere istediği kadar olmasa da belli oranda dize getiren; “Lübnan’dan çekilmesini” sağlayan, Irak direnişinin destek unsurunu zayıflatan Amerika, bu çıkışının ardından bölgedeki tek düşmanı İran’a karşı hâlâ kendi çelişkisini yaşamaktadır.

İRAN İÇERİYE OYNUYOR

Yazının başında sözünü ettiğimiz dış dinamikler kadar İran yönetiminin krizi yükseltmesinde iç dinamiklerin de önemli etkisi vardır. İran yönetimi bu kez ABD’nin yaptırım ya da saldırısını, suçlamasını beklemeden harekete geçerek inisyatifi ele almıştır. Cumhurbaşkanı Ahmedinecad’ın anti-semitik söylemi, söylemin ulaştığı yerler, bu yerlerden geri beslenmesi önemlidir. Bu faşizan söylemin dışarıda olduğu kadar içeride de karşılığı vardır. İran’ın bu çıkışı; nükleer silahta ısrarcı olması hatta kafa tutması, içeride ulusal gururu okşadığı gibi, ABD’nin herhangi bir saldırısı karşısında şimdiden gardını alarak, halkın dış düşman karşısında birleşmesini amaçlamaktadır. Bilindiği gibi, “dış düşman”, “ulusal gurur” gibi argümanlar İran benzeri ülkelerde kitlelerin çelişkilerinin bir süreliğine ertelemesi için biçilmiş kaftandır. Popülist bir politika ile cumhurbaşkanı seçilen Ahmedinecad’ın yoksul kitlelere yönelik politikasını işsizlik ve enflasyonu yenmek üzerine kurduğu biliniyor. Henüz uygulamaları olmasa da konuşmalarında yoksullara “önemli” olduklarını hatırlatması, kendisinin ve hayat tarzının “gösterişten” uzak olması, oy veren kitlelerin desteğinin devamını sağlamaktadır. Ama, İran’ın yoksulları büyük umutlarla seçtikleri cumhurbaşkanından söylemin hayata geçirilmesini beklemektedirler. Yükselen nükleer kriz Ahmedinecad’ın birebir hesaplayıp hayata geçirdiği bir proje olmasa da yardımına yetişen stepne niteliğindedir. Kendisinin de içinden yetiştiği Devrim muhafızlarının, İran’ın sokak milisleri olan Besiçlerin desteğinin arkasında olması Ahmedinecad’ın popülist politikalarının devam ettirmesinde önemli etkendir. Ancak cumhurbaşkanı vaatlerinin kendisini vuracağını da bilmektedir. Çünkü yoksullara yönelik kullanmaya çalıştığı kaynakların kullanım izni parlamentoya bağlıdır ve her yıl 700 bin kişinin iş ihtiyacı olduğu istihdamı sağlaması zor görünmektedir. Bu yüzden Cumhurbaşkanının iç desteğini devam ettirebilmesi, iş bulması ve enflasyonu düşürmesi yabancı yatırıma bağlıdır. Ancak muhtemel bir ekonomik yaptırım tüm bu planları suya düşüreceği gibi kendine yönelik desteği de kesebilecektir. Ahmedinecad içeriye yönelik politikasını dış tehditle beslemek isterken tablonun tersine dönme ihtimali de mevcuttur.

MİLLİYETÇİLİĞE VURGU

İran’ın uluslararası alanda kendini savunma argümanları ise, yine uluslararası alanda uygulanan çifte standartı deşifre etmeye yönelik olup, birçok kişiyi de ikna edecek niteliktedir. Nükleer Silahların Sınırlandırılması Anlaşması’na (NPT) imza atan İran, bu anlaşmaya dahil olmayan İsrail’i sürekli gündeme getirmesi, Batı’nın bu konuda sessiz kalması ve çifte standart uygulaması sonucu, ABD ve Batı’yı ikna edemese de Ortadoğu’da geniş kitleleri yanına çekebilmiştir. Üstelik Rusya, Pakistan, Hindistan gibi çevresindeki nükleer silaha sahip ülkelerin olması söylem düzeyinde “haklılığını” ortaya koymaktadır. Üstelik Başbakan Musaddık dönemi gündeme getirilmese, sözü edilmese de İranlıların zihinlerinde kuşaktan kuşağa aktarılan millici anlayışın tarihsel altyapısını oluşturur. O dönem hatırlanacak olursa, İran halkı, Batı’nın teknolojik gelişmelerden yararlanmaması için her yolu denediği, nükleer teknolojinin de bu yüzden Batı tarafından engellendiği düşüncesine sahiptir. İşte bu bilinçaltı tepkinin sadece Şii köktenciliği değil milliyetçi bir geçmişten kaynaklandığını söyleyebiliriz. Bu yüzden söylemek gerekir ki birçok kişinin savunduğunun aksine bugün İran’daki tepki sadece İslam ya da Şiilik adına değil bizzat ülkenin geçmişi ve tarihinden beslenen milliyetçilik duygusundan kaynaklanmaktadır. İşte Ahmedinecad da bu yumuşak karına oynamaktadır.

Ancak İran, ABD ve dünyanın yumuşak karnını da bilmektedir. Özellikle dünyanın 3. büyük petrol üreticisi konumundaki İran bir kriz durumunda petrol fiyatlarının artacağını bilerek hareket etmekte ve sadece petrol fiyatları değil Basra Körfezi’ndeki akışın durdurulması, Körfez’in kapatılması, ateşe verilmesi de dahil olmak üzere çeşitli kaos teorilerini gündem dışı görmemektedir.

Üstelik, ABD’nin paranoyası olan “terör” silahını da kullanmaktadır İran. Herhangi bir saldırı durumunda binlerce intihar komandosunun harekete geçeceği ve hedefleri vuracağı açıklamaları her ne kadar şov olarak görülse de belli oranlarda gerçeklik taşımaktadır. Şiiliğin “şehitlik” mertebesi buna müsait olup, binlerce insanın şu ya da bu şekilde kendisini ölüme götürebileceği bilinmektedir. İran’ın kozları bunlarla da bitmemektedir. Irak’ın güneyindeki Şii bölgesinde büyük etkisi olduğu bilinen İran’ın, ABD’nin bir saldırısı karşısında Irak’taki Şiileri harekete geçirmesi ihtimal dahilindedir. Bugün bile Irak’ta kaynağı belirsiz ve karanlık birçok eylemin arkasında kimin olduğuna dikkatle bakmak gerekir. Özellikle mezhep çatışmalarını körüklemek için girişilen insanlık dışı saldırıların bir tarafında Sünni El-Kaide varsa diğerinde de farklı ülkelerin istihbarat servisleri yer almaktadır. Tüm bu tablonun arasında İran’ın bulunmadığını düşünmek safdillik olur. Sadece İran değil, Lübnan’da hatırı sayılır bir güce sahip, İsrail’i bu ülkeden kovan bir güç olarak Hizbullah, İran’a yönelik hareket karşısında İsrail’e saldıracak, Sünni Hamas da Filistin’de harekete geçmek için gerekli bahaneyi elde etmiş olacaktır.

ABD ya da İran, krizi kim kontrol ederse etsin bölgemiz ve insanlık için hayırlı olacak gibi görünmemektedir. ABD’nin İran’a yönelik her türlü saldırı ya da yaptırım tasarrufuna karşı çıktığımız kadar İran’ın nükleer silaha sahip olma çabasına da hayır diyebilmemiz gerekmektedir. Çünkü bu “güçlü-güçsüz” oyununda kaybeden insanlık olacaktır. Üstüne üstlük önümüzde Irak gibi felaket bir örnek dururken, bir emperyal ülkenin artık kimseyi inandıramadığı oyununa destek vermek, bazı etnik gruplar gibi payanda olmak uzun vadede özgürlük getiremeyeceği gibi, İran’ın sahip olmayı planladığı nükleer silahlar da başka bir emperyal, köktendinci, milliyetçi projenin kapısını açacaktır.