27 Nisan Muhtırası, Seçimler: “Aristokratlar“ ile Burjuvazi Mücadelesinde Son Aşamaya Doğru...

Yakında başlayacak seçim kampanyası döneminin 10-15 gün öncesindeki durum/ortamın olabildiğince etraflı bir analizini yapmaya çalışacak ve 22 Temmuz’un halihazır verilerden hareketle tahmin edilebilecek kaba sonucu da dahil, şu son beş-altı aylık dönemin Türkiye toplumu ve tarihi açısından ne anlama gelebileceğini tartışacağız.

Gerek Cumhurbaşkanlığı seçiminde gerekse ardından yapılacak genel seçimde istediği sonucu alabilmek için, üzerine “laik-şeriatçı mücadelesi” etiketi takılmış bir CHP-AKP kutuplaşması ortamı oluşturmak, her iki sürece bunun damgasını vurmak, parti bazında CHP’nin temsil ettiği güçlerin, aylar öncesinden beri yürürlüğe koyduğu bir strateji idi.

Gelinen noktada bu stratejinin amacına vardığı, ilk bakışta söylenebilirse de, biraz derinliğine bakıldığında hem “başarı”nın sınırlı ve yüzeysel olduğu; hem de bunun Türkiye toplumunda, 1980’lerden beri işleyen ve “toplumun çözülüşü” sonucunu veren iç “ötekileştirme” “mekanizma”larını hızlandırma ve buna yeni eklentiler yapma bahasına sağlandığı görülür.

“Başarı” sınırlıdır çünkü, CHP yönetici kadrosunun sert, ithamkar demeçleri, parlamenter taktikleriyle, ADD gibi “sivil” toplum örgütlerinin tertipledikleri büyük kitlesel gösterilerle, Ordu’nun 27 Nisan Muhtırası’yla, yüksek bürokrasi/yargı aygıtlarının “olağanüstü” hukuki yorum ve müdahaleleri ile topluca yürüttüğü baskı, AKP’nin “kendi” cumhurbaşkanını seçmesini önlemiş; CHP’yi aynı kulvarda olduğu DSP ve SHP gibi partilerin bir kısım seçmeni için cazibe merkezi haline getirip oylarını bu çapta arttırmasını sağlamış olabilirse de; asıl amaçlanan iki noktada sonuç alınamadığı gibi belki de tam tersi bir durum yaratılmıştır.

Şöyle ki; bu organize baskı politikası ile orta vadedeki -yani genel seçimlere yansıyacak- amaçların biri AKP’nin resen caydırılması idi. AKP “çekirdek kadrosu”ndan olmayan birini aday göstermesi halinde bu amaç gerçekleştirilmiş olacak; ve bu durum, hem CHP ve hem de bunu bir “çıkış” fırsatı olarak kullanmaya öteden beri hazırlanan Mehmet Ağar’ın DYP’si tarafından “AKP’nin muktedir olamayacak kadar kof olduğu” propagandasına pek elverişli bir malzeme sunulmuş olacaktı. Bu toplumda “güç kültürü”nün çarpık dokusu düşünüldüğünde hiç de etkisiz olacağı söylenemeyecek bir propaganda silahı olurdu bu. Ama AKP, Abdullah Gül’ü aday göstererek hem bu silahın işlemesine izin vermedi hem de ardından gelen 27 Nisan Muhtırası karşısında da gerilemeyerek; DYP’nin hesaplarını da bozmuş oldu. Çünkü DYP, AKP-CHP çatışmasının sertleşmesi ve hele bir de Ordu’nun AKP’yi “uyarması” halinde, bu partinin -daha önce birkaç kez olduğu gibi- gerileyeceğini ummuş; bu durumda Ordu-CHP baskısına diklenen, beceriksizliğini ima ettiği AKP’yi de kollayan bir tavırla ortaya çıkarak, 2002 seçiminde AKP’ye verilmiş merkez sağ oyların yeniden “yuva”larına koşuşmalarını sağlamak istemişti. AKP, duruşu ile, ona bu imkânı vermediği gibi; Cumhurbaşkanlığı seçimi esnasında, CHP’nin sıkıştırma taktiklerine alet olmuş gibi bir görüntü çizen DYP-ANAP’ın mevcut seçmen kitlesinin “tarihî bir özlemi”ne de cevap vermiş olarak, bunların bir kısmını kendine çekecek bir “aura” da yaratmış oldu. Böylece, yasal imkânının “hile” ile elinden alınmış olmasının ona sağlayacağı varsayılan mağduriyet tazminatından çok daha fazlasını, mağrurluğunun ödülü olarak kazanabilme imkânına sahip oldu.

Oysa, CHP ve birlikte hareket ettiği aygıt ve örgütlerin beklediği sonuç tam tersiydi. Onlar, yürüttükleri kampanya ile AKP’nin ağzıyla kuş tutsa dahi şeriatçı ithamından kurtulamayacağını ve bu nedenle ergeç bir “kaza”ya uğratılacağını, bilhassa o merkez sağ seçmen kitlesine kabul ettirmek istiyorlardı. Ülkedeki toplam oyun en az yarısını oluşturduğu farzedilen bu kesimin -CHP zihniyetinden ve askerî vesayetten hazzetmese bile- güç karşısında sinen, ilke-değer adına risk almaktan, bedel ödemekten olabildiğince kaçınan, küçük çıkar hesaplarıyla geçici çözümlere kolayca teşne olduğu genel tespitinden hareketle; hayat ve çıkarlarını olumsuz etkileyecek güçlü bir “kaza” ihtimalini bir dönem savuşturabilmek için yine bir “geçici çözüm”e tav olabileceği düşünülmüş olmalıydı. Geleneksel merkez sağ partilerin toparlanamadığı şu aşamada bu “geçici çözüm”ün CHP olabileceğine aklı yatan -fazla değil %5-10- merkez sağ seçmen, ödünç oylarıyla da olsa CHP’yi AKP’nin de önüne taşıyamaz mıydı? AKP’nin beş yıllık hükümet döneminin en fazla ortalarına doğru tökezleyeceğini varsayarak, bu süre boyunca muhalefet yapma zahmetine bile girmeyerek, sıranın kendine geleceği hesabı üzerine yatan CHP ve Baykal ekibi, 2004 mahalli seçimlerinde, beklenti ve hesaplarının tutmadığını görünce; halen yürürlükte olan politika ve stratejiye geçti.

Bu politikanın ilk özelliği, asker-sivil bürokrasi ile CHP’nin muhalefet kulvarlarının içiçeleştirilmesidir. İkinci özellik, AKP’nin parti ve hükümet olarak varlığı ve icraatına yönelik tüm eleştiri ve muhalefetin tek bir temaya odaklandırılmasıdır. Bu da, AKP’nin “şeriatı egemen kılma amacı”nı asla terk etmeyen, terk etmeyecek olan, demokrasi, hukuk, ekonomi politikaları dahil her şeyi bu asli amacın örtüsü olarak araçsallaştıran, en uygun zaman ve fırsatı kollayan bir parti olduğu iddiasıdır. Bu iddia her vesileyle ortaya atılmalı, her muhalefet gerekçesi bu noktaya düğümlendirilmelidir.

Son iki buçuk yıl boyunca, “ana muhalefet” üstelik “sol” sıfatlı bir muhalefet olarak CHP’nin, AKP’nin uyguladığı neo-liberal politikalara, bunun ciddi payıyla sosyo-kültürel bozulma, çürümeye ilişkin sistematik bir eleştirisine, çabasına -zaten iş olsun kabilindendi- rastlamayız. Bütünüyle “şeriat tehdidine, laikliğin tehlikede olduğu” temasına odaklanmış CHP politikası bu stratejinin ilk ayağında, “laik” kitlesel desteği alarma geçirmekten çok merkez sağ seçmeni panikletmeyi gözetmiş olmalı ki; aynı zamanda bu panikle AKP’den kaçışacak olanlara dinî bağlılıklarına hitap edecek bir kucak da hazırlamıştı. Hatırlanacağı üzre o dönemde CHP ve Baykal ekibi bir yandan şeriatın karanlık mahiyetinden dem vururken bir yandan da Şeyh Edebali’ye övgüler düzmekteydiler. Ancak, stratejinin bu ilk ayağında, ne merkez sağın ortalama Müslüman kitlesi nezdinde AKP’nin azılı şeriatçılığı inandırıcı olabildi ne de CHP’nin “kutsal dinimize pek saygılıyız” gösterisine kapılan çıktı. Dolayısıyla bu kısa denemenin ardından stratejinin ikinci ayağı, CHP’nin birlikte hareket ettiği diğer güçlerle birlikte yürürlüğe kondu. AKP’nin şeriatçı olduğu iddiası ile ürkütülemeyen kesimler, bu kez “Ordunun buna asla izin vermeyeceği, vermemeye kararlı olduğu” uyarıları sıklaştırılarak ve hemen ardından da “laik” kitle gösterilerindeki gerilim dozu işaret edilip “iç çatışma çıkabilir” endişesi yaratılarak ürkütülmeye çalışıldı.

Ancak tam bu noktada, AKP’nin “şeriatçı” olduğu iddiasına bir de “gayrımilli” olduğu iddiasının eklendiğini görüyoruz. Az sonra örtündüğü “anti-emperyalizm”e rağmen bir “seçkin” ırkçılığından başka bir şey olmadığını göstermeye çalışacağımız bir “ulusalcı” diskur üzerinden yapılan bir iddiaydı bu. Kanıtları, argümanları, bir politika taktiği olarak işlevi bir yana, asıl üzerinde durulacak nokta, asker-sivil bürokrat zümre ve onların konumlandığı aygıtlar etrafında, onlara yaslanarak, parti bazında ağırlıklı olarak CHP’de temsil edilen “laik”, “cumhuriyetçi” kesimin milliyetçiliğinde bu ırkçı içerik ve yönelimin neden, nasıl ortaya çıkabildiğidir.

Bu soru, sözkonusu “ulusalcı” anti-emperyalizmin ABD’den ziyade “AB emperyalizmi”ni vurguladığı olgusu ile ele alınmalıdır. AB-Türkiye ilişkilerinin toplumsal birleşme ve kaynaşma amaçlı bir antlaşma zemininde yürüdüğü, ABD ile ilişkilerin ise devletler ve ekonomiler arasındaki güç/çıkar ilişkileri olup aynı kategoride ele alınamaz olduğu konusunu bir yana bırakalım. Ama ABD ile özel olarak AKP iktidarı döneminde kurulan ilişkilerin, Irak’ın işgaline katılma, ABD’nin Büyük Ortadoğu Projesinde rol alma gibi “emperyalizmle işbirliği” kalıbına tamamen oturuyor olmasına karşılık, daha az eleştiri konusu olması; AB ile ilişkilerin, oradan gelen “müdahale”lerin ise ülkemizin demokratik-hukuki yapı ve uygulamaları ile sınırlı olmasına mukabil çok daha fazla öfke ve eleştiri konusu olması herhalde anlamlıdır.


Bu ulusalcılık da dahil genel olarak milliyetçiliğin şu son birkaç yıldaki yükselişinde, Türkiye’nin üye adaylığı resmileşirken Avrupa toplumlarında buna muhalefet eden hayli güçlü kitlesel tepkilerin harekete geçmiş olmasının önemli payı var şüphesiz. Bu olguyla karşılaşmanın Türkiye toplumunun tamamında bir gurur kırıklığı yarattığı, bu istenilmezlik karşısında reaksiyoner bir kimlik gururu ile dikilme eğiliminin boy göstermesi gayet doğaldır. Ancak, “ilginç” olan nokta, bu kimlik gururunun, istenilmeyen muamelesine maruz kalmış tüm toplumu kapsayıcı bir içeriği olması beklenirken; toplumun belirli kesimlerini dışlayan, onlara yönelik öfke ve hıncı da barındıran bir “yapı”da oluşudur.

Bu ulusalcı kimlik tanımından dıştalananların AB’ye üyeliğin gerektirdiği demokratik hukuksal düzenlemelerle, daha önce sahip olmadıkları eşit hak ve özgürlüklere sahip olan her türden topluluklar olduğu not edilmelidir. Bu ülkede büyük çoğunluğun her bireyi kimliğinin, varoluş tarzının en az bir boyutunda diğerlerinden fiilen veya yasal olarak daha “aşağı” ya da daha az hakka sahip sayıldığı bir kurulu düzen içinde yaşayageliyorken sadece “Atatürkçü” orta-üst zümre/katmanın ayrıca birçok açık-örtük imtiyaza da sahip olduğunu ve bunu da cumhuriyetle özdeşleştirdikleri dikkate alındığında sözkonusu eşitlemenin onlar açısından nasıl algılanacağı sorusunun da cevap zeminine gelmiş oluruz.

O nedenle ulusalcılık, bu imtiyazlı katmana mensup olan veya öyle addedenlerin oluşturduğu genişçe bir zümrenin milliyetçiliği olarak, hem milli kimliği Türk etnisitesinin tamamına şamil sayan geleneksel milliyetçilikten farklıdır hem de sözkonusu eşitlenme girişimleri karşısında ondan çok daha yoğun bir kuşatılma ve tehdit algısına, dolayısıyla da saldırganlaşma ve gözünü karartma eğilimine teşnedir. Sözkonusu imtiyazlar cumhuriyetle özdeşleştirildiği için, demokratik-hukuksal düzenlemelerin eşitleyici vasfı ne denli belirginse “Cumhuriyetin yıkılması” tehdidi de o ölçüde büyük sayılacaktır. Ve yine bu zümre ve etrafındakiler o düzenlemelerle kaybedebilecekleri fiilî imtiyaz oranında kendilerini “tehlikede” hissedeceklerdir.

Ulusalcılığın Atatürk milliyetçiliğinden türetildiği iddia ediliyorsa da, bu türetmenin kaynak ideolojide ciddi “revizyon”larla yapıldığını bu noktadan bakarak tespit edebiliriz. Atatürkçülüğün 1990’lı yıllara kadarki seyrinde, bu ideolojinin Kürtlüğü, Hıristiyanlığı (misyonerliği) ve gayrımüslim azınlıkları düşman addettiğine dair bir ögeye hemen hiç rastlamadığımız, aksine bunları Türklük içinde asimile etmeye dönük bir amaç-umut içerdiğini söyleyebileceğimiz ortada iken; ulusalcı mitinglerde Prof. ünvanlı kürsü hatiplerinin misyoner avına davetiye çıkaran, Hrant Dink’in anısını bile karalamaya yeltenen sözlerini işitmek neredeyse yadırganmaz oldu. Aynı şey en üst rütbeli askerî zevatın demeç ve nutukları için de sözkonusu.

Bu söylenenler ışığında, Genelkurmay Başkanı Yaşar Büyükanıt’ın son zamanlarda bir “gösteren” işlevi yüklediği “ne mutlu Türküm diyene” sloganının dün ve bugün neyi ifade ettiğini düşünebiliriz. Dün, cumhuriyet kurulurken bu slogan, Türkiye toplumunu oluşturan tüm kesimleri içinde kaynaştıracak bir “Türklüğün” inşası amacı ve umudunu yansıtıyordu. Belirli bir noktadan -tarihten- itibaren, bu çağrıya icabet eden, onu özümseyenlerin devletin yüksek ve müstahkem mevzilerinde konumlanmış olanların dışında ancak sınırlı bir toplum kesiminden ibaret kalacağı adeta kesinleştiğinde, bu kesim sahip olduklarını fiilî veya yasal imtiyazlar haline getirerek, “ne mutlu Türküm diyene” sloganını bu özel sahiplik duygusunun ifadesi olarak algılamaya başlar olmuştur. Bugün ise, Org. Büyükanıt’ın “ne mutlu Türküm diyene” diyemeyenler düşmanımızdır ve öyle kalacaklar mealindeki sözleri, kulağa eğer bir kuşatılmışlık duygusunun öfkesi gibi geliyorsa; Cumhurbaşkanlığı ve 22 Temmuz seçimlerinin o ve ona özellikle temsil ettiği kuruma yaslanan kesim-zümre için ne anlama geldiği konusuna da geçebiliriz demektir.


Ancak burada bir parantez açarak Ulusalcılıkla geleneksel milliyetçilik arasındaki farklılıklara özetle değinmemiz gerekiyor.

Bilindiği üzre, AKP’yi hedefleyen kampanyanın en spektaküler eylemi olan Ankara, İstanbul, İzmir, Samsun mitingleri, MHP’nin de katılacağı, desteklediği söylentilerine rağmen, ulusalcı eğilimlerin -rekabet de ettikleri- birlikteliği ile onların denetim ve ağırlığı altında düzenlendi, cereyan etti. MHP -özellikle de BBP- sönük bir destek ve mesafeli bir duruşla yetindi.

Geleneksel milliyetçiliğin bu “şeriat tehdidi” vurgulu mitinglere mesafeli duruşunun hemen akla gelen nedeni, hamurundaki “Tanrı Dağı kadar Türk, Hira Dağı kadar Müslüman” olma mayası ile ilişkilendirilebilir. Bu maya, onun bunca vurgulu bir “şeriat tehlikesi” motifini sindirmesine engeldir. Gerçi bu noktada ulusalcılığın hem “şeriatı” korkunçlaştırıp hem de “kutsal dinimize saygılıyız” demeyi nasıl becerebildiği de sorulmalıdır. Fakat şimdilerde Hıristiyan misyoner faaliyetlere karşı İslamiyeti savunmaktan dem vuran Ulusalcılığın bu konudaki çelişkileri upuzun bir liste oluşturacağı için gerek yok. Dikkatli bir gözlem bu “çelişki”lerin itiraf edilemeyen bir İslamiyet karşıtlığından, İslam olarak doğmuş olma yazıklanmasından türediği sonucuna vardırtabilir.

Geleneksel milliyetçiliğin fikrî planda vasat bir entellektüel düzeyle, kültürel alanda ise folklorik kalıplarla yetinebildiğini, “ulusalcılığın” ise asla içselleştiremeyeceği yüksek bilgi-kültür ve sanat düzeyinin ürünlerini araçsallaştırma peşinde olduğunu belirtebiliriz özetle. Ülkemizde bu “üst düzey”i hâlâ bile büyük ölçüde temsil eden solun kültür-sanat dünyası içinde edinebildikleri konumdan, verilen değerden dertli bazı kişilerin ulusalcılığa kapılanmasında bu karşılıklı ihtiyacın herhalde hayli önemli payı olmalıdır.

Sözünü ettiğimiz ideolojik ve fikrî-kültürel mesafelerin sosya ekonomik temeldeki karşılığı, her iki milliyetçiliğin asli kitlesel taşıyıcılarının farklı oluşudur. Geleneksel milliyetçiliğin Orta ve Kuzey Doğu Anadolu-taşra-ağırlıklı orta-alt sınıf ağırlıklı bir “gövde”si olmasına, “kadro”larını buradan devşiriyor olmasına karşılık, ulusalcılığın görece daha gelişkin, müreffeh ve yerleşik kentsel donanımı daha ileri Batı Anadolu, Trakya ve Batı sahilleri kuşağı orta üst sınıflarında toplumsal desteğini yoğunlaştırdığı dikkat çekiyor. Bu durum, geleneksel milliyetçiliğin “Kürt sorunu” nedeniyle Batı Anadolu ve Trakya’da 1990’ların ortalarından itibaren sağlayabildiği hayli güçlü desteğin, önemli bölümünü, 22 Temmuz seçimlerinde ulusalcı CHP’ye kaptırabilme ihtimaline de işaret ediyor.

Nüans gibi görünüyorsa da son bahsedeceğimiz ama herhalde en ciddi ve anlamlı farklılık, her iki milliyetçiliğin “iç”teki “öteki”lerini kavrayış tarzında ve onlara ilişkin dil ve tutumda yansımaktadır. Daha önce de belirttiğimiz gibi geleneksel milliyetçilik, kaçınılmaz olarak biyolojik-kültürel bir ırkçılık nüvesi taşımasına rağmen, bu boyutunu ancak istisnai durumlarda öne çıkarır ve çoğunlukla bu ırkçı itkiyi örtülü biçimde ifade etmeyi yeğler. O nedenle örneğin MHP ve BBP’nin “normal dilinde” anti-Kürt tepki, hemen daima “PKK’lı”, “bölücü terörist” gibi deyimler altında ifade edilirken, derhal şiddete, bizzat yok etmeye kadar gidebilecek bir öfke yükü içeriyor olsa bile bir aşağılama duygusu ve kibir pek içermez veya nadiren belirginleşir. Her şeye rağmen bu “öteki”si ile ilgilidir ve bir ilişkisinin olması gerektiğini öngörür. Oysa ulusalcılığın anti-Kürt tepkisinin ana malzemesi kibir ve aşağılamadır. Diğer “öteki”lerine karşı da aynı yaklaşım sözkonusudur. Hrant Dink’in öldürülmesinin ardından “Türkiye bir düşmanını kaybetti” diyebilen ve “hoş gidişler ola” türünden tiksindirici bir sarkazma tevessül edebilen bu ideoloji militanlarını Kürtlerin yaptıklarını hayvanlar için kullanılan fiillerle anlatmaya yönelten saik de işte bu aşağılık kibirleridir. “Öteki”lerini insanî varlık statüsünden kolayca çıkarıveren, şeyleştiren bu aslında aşağılık duygusundan türetilmiş yapay seçkinlik kibrinin benzerleri çöküş halindeki aristokrasilerde tipik denecek kadar boldur.

Ve bu benzerlik rastlantı değildir.

Gerçekten de; Türkiye’nin yakın dönem tarihi, yani modernleşme sürecimiz, özellikle şu varış noktasındaki zihniyet görüngüleri açısından ele alındığında asker-sivil bürokratik zümre ve onun çevresinde teşekkül etmiş bir hayat tarzını imtiyazlı bir varoluş biçim olarak yaşadığı algısıyla bugüne gelmiş kesimlerin, süreç boyunca giderek kendilerini bu ülkede “olmayan, oluşamayan” aristokrasinin yeri ve işlevine ikame etmeye yöneldikleri pekala söylenebilir. Başlangıçta yine -yeterince varolmayan bir burjuva- girişimci sınıfın işlevini yönettikleri devletin mali imkânları, endüstriyel yatırımları ve bilim-teknik personeli yetiştirme gibi faaliyetleri ile ikame ederken bir “aydınlanmış monark”ın sert ama yüce gönüllülük tutumuna öykünen bu kesim; kapitalist-girişimci bir sınıf teşekkül ettikçe ve özgüveni, karar yetisi geliştikçe dizginlerin hâlâ elinde olduğu ve olması gerektiği fikrine -giderek yüzü asılarak- sarılma noktasına itilen bir aristokrasinin, endişe yüklü kibirli bencilliği ile davranır, düşünür hale geldi. Yıllar geçtikçe palazlanan, iyice yerleşikleşen, birkaç kuşaklık bir kapitalist-girişimci soykütüğü oluşturan ve bu arada rafineleşen, kültürel donanımı da zenginleşen, geleneksel merkez sağın büyük sermayesi karşısında aristokrasilere has bir üstünlük iddiası ve kibirlilik halini sürdürmenin sınırına geldiğini kabullenerek, onların yönlendiriciliğindeki partilerle nihai bir uzlaşmanın böylece statüsünü -onlarla eşitlenerek- koruma tutumunun eşiğine gelmişken; daha düne kadar küçümseyici nazarlarla bakıp, azarlayıp örselediği “muhafazakar-dindar hayat tarzı” içinden çıkıp gelmiş bir “güruh”un da uzlaşma masasında beliriverdiğini gördüler. AB’ye üyelik süreci gibi bir konjonktürün ivmesiyle, bir uzlaşma ile korunması düşünülen imtiyazların görüşme konusu bile edilemeyebileceği bir durum ortaya çıkıverince; kendini birdenbire köşeye sıkışmış halde bulan sözkonusu zümrenin, öykündüğü aristokrasinin tam da böylesi durumlarda ve tam da avamın ta kendisi saydıkları karşısında, tüm açıklığıyla dile getireceği o içgüdüsel seçkin ırkçılığı ile harekete geçmekten başka yolu kalmamıştır.


Birikim’de, daha AKP iktidarının epey öncesinde, bu ihtimalin ufukta belirdiği aylar öncesinde, bu partinin iktidara gelişinin, “otantik Türk burjuvazinin, nihayet tamamen kendisi olarak iktidara gelişi” olacağını söylemiştik. Bunu derken, AKP kadroları ve yönetiminin, dinî inancı ve hayat tarzı tercihlerinin ekonomik-sosyal konum ve işlevleri yanında, kesinlikle ikincil addedilmesi gerektiğinden hareket ediyorduk. Bu ne bir övgü, ne onaydı sadece objektif gerçekliğin ifadesiydi. AKP’nin iktidara gelişini, Serbest Fırka’dan DP’ye, oradan AP ve ANAP’a uzanan ve bu süreç boyunca teşekkül eden, büyüyen, gelişen Türk burjuvazisinin, asker-sivil bürokrasinin arkaik kökenli devlet-iktidar “sahipliği”ne karşı verdiği inişli çıkışlı iktidar mücadelesinin galiba son etabı diye nitelemiştik. Bu mücadelenin başlıca evrelerinin her birinde, ardındaki kitlesel desteğe rağmen -belki de buna bel bağlamanın ileriki aşamalarda kendisine ciddi sorunlar yaşatacağı sezgisiyle- asker-sivil bürokrasinin bir kısmından veya bir kesiminden destek ya da korunma ihtiyacı duyagelmiş bu burjuvazinin, AKP ile geldiği noktada böylesi bir ihtiyacı hemen hiç duymamış oluşu; bu kez onun sözkonusu mücadeleyi tamamen burjuvaziye özgü imkân araç, yöntem ve tutumla verme kararlılığı ve güvenini yansıtıyor olabilirdi.

AKP’nin hükümet döneminde asker-sivil bürokrasi ile karşı karşıya geldiği her durumda, karşısındakilerin kuvvetle direnecekleri belli olunca geri adım attığı söylenebilir ama o girişiminin bağlı olduğu sözden, vaadden veya amaçtan vazgeçtiğini, geri aldığını söylediği pek kanıtlanamaz. Bu AKP’nin o söz, vaad ve amaç için yine girişimde bulunacağının göstergesi. O, tam bir burjuva-girişimci olarak aristokrat veya asker zihniyeti açısından hiç de “kahramanca” sayılmayan bir davranış tarzı izliyor ama bu tavır, burjuvazinin asli gücü olan iktisadi faaliyetin doğasına, rasyoneline kesinlikle aykırı değil. Çünkü fizikî güç ve bununla icra edilen “kahramanlık”, iktidasi etkinliğin “doğa”sına içrek değildir. O nedenle AKP, fiziki bir kapışmanın gayet muhtemel olduğu bir hesaplaşma çağrısına, tam köşeye sıkışmadıkça icabet etmeyecektir.

Burjuvazi, özellikle aristokrasi veya benzeri oluşumlara karşı mücadelesinde, varlık koşulu ve kaynağı olan iktisadi etkinlik ve yasallığın alttan alta işleyen dinamiğine, kuşatıcı vasfına güvenen bir tutum ve bu tutumun rasyoneline uygun bir strateji izler. İktisadi cephede başarıları ya da durumun aşırı hassasiyeti nedeniyle güçlü olduğunda bu kuşatmanın “kendiliğinden” ona mevziler kazandıracağını bilir.

O nedenle AKP’nin, halihazır mücadelenin belki de nihai olacak şu safhasında, ne CHP’nin gerilim körükleyici olacağı daha şimdiden belli seçim kampanyasına aynı üslupta simetrik bir kampanya ile cevap vermesi beklenmelidir; ne de Ordu ile arasındaki -27 Nisan Muhtırası ile- ortaya dökülmüş “sorun”u kaldırıldığı buzluktan çıkarma teşebbüslerine atlaması sözkonusudur. Seçim kampanyası döneminde AKP’nin şeriatçi iddialarına cevap yetiştirmesi veya Anayasa Mahkemesi’nin malum kararını topa tutması ve 27 Nisan Muhtırası’na karşı tutumunu ballandırması, onun oyunu rakiplerinin sahasında kabul etmesi anlamına gelecektir.

AKP bu zemine çekilmeyi istemeyecektir. Ama doğrudan ve dolaylı olarak asker-sivil yüksek bürokrasi ile bağlantılı ve AKP’yi yine ters cephede bırakıverecek girişimlerin olabileceği ihtimalini düşünmemek, şu ortam ve koşullarda aşırı bir saflık olacaktır. Bu ters cephe manevralarından biri Kuzey Irak’a yönelik kısa ama sert bir askerî müdahale olabilir. AKP’nin böyle bir operasyona sıcak bakmadığı ortadayken, sözkonusu operasyon bir emrivaki ile yapıldığında hükümet olarak uluslararası düzeyde gayet zor durumda kalacak, bu zorluğu alttan alan mazeret bildirimleri yapmak mecburiyeti ile yaşayacak bir AKP hükümetine karşı, tüm milliyetçiliklerin ve özellikle CHP körüklü ulusalcılığın ne çapta bir demagojik seferberlik açabileceği kolayca tahmin edilebilir.

Bir diğer ve aynı sonucu çok daha kanlı ve vahim bilançoyla verecek girişim, Türk-Kürt nüfusun içiçe yaşadığı bölge ve büyükçe kentlerin birinde, kitlesel çatışmaya dönüşecek ardarda provokasyonların tertibidir.

Bunun neredeyse ülkeyi kökünden dinamitlemek olacağı ve kimsenin bu nedenle böylesi bir şenaate kalkışmayacağını söylemek ne yazık ki ferahlatıcı değil. Çünkü bu ülkede, mevcut iktisadi sosyal koşullar cangılında, sadece, tutunabilme imkanının şimdi değilse bile yakında her an tükenebileceği korkusunun verdiği umutsuzlukla “batsın bu dünya” diyebilecek noktaya gelmiş güçsüz bireyler değil, bunların her gün kobaran sayısına ek olarak, statülerini ve imtiyazlarını varoluşlarının özü, temeli sayan, ancak böylece sahip olabildikleri güçlülük duygusunu yitirme endişesine kapıldığında pekala aynı “batsın bu dünya” girdabına dalabilecek zümreler, bu zaten iyice çözülmüş toplumu oluşturmuş her türden toplulukta da maalesef mevcut.

Bu korkumuzun yersiz çıkması halinde, Türkiye’nin 22 Temmuz seçimlerinin her tür sonucunu kaldırabilecek, zamanla telafi edecek gücü daima olacaktır.