Irak’ta ABD Ordusunun başına getirilen General David Petreaus, Bush yönetiminin son kozu. General Petreaus’un hayata geçirmeye çalıştığı 8. Plan gereği ülkenin her bölümünün güvenli alan haline getirilmesi yani “alan kazanma” savaşı yapılması gerekiyor.
Bush yönetiminin 20 bin asker daha yollaması da buradan kaynaklanıyor. Amerikan askerleri başta Bağdat olmak üzere, tek tek semtleri kontrol altına alacak, o bölgelere asker yerleştirecek, halkın güveni kazanılacak ve daire zamanla Bağdat dışına dışarıya doğru genişleyecek. Ancak bu taktik daha fazla askerin açık hedef haline gelmesi daha fazla çatışma ve kayıp anlamına geliyor. Yani ABD yönetimi ve ordusu “son barutunu atmadan” verilecek kayıpları da göze almış durumda. Nitekim son aylardaki kayıplar söylediklerimizi doğruluyor.
Bu plan aynı zamanda kuşatılan bölgelere yönelik sert saldırıları, dolayısıyla sivil kayıpları da öngörüyor; hem Amerikan askerleri hem de siviller açısından bir tür göze alınan savaş zayiatı. Plan tam anlamıyla uygulamaya konmadan ABD Ordusundaki kayıpların artışı, Irak’ta direniş gruplarının her yeni taktiğe, karşı taktikle yanıt vermesi; her türlü koşula ayak uydurması; şehir gerillası yöntemlerini beklenmedik şekilde hayata geçirdiklerini gösteriyor. Amerikan medyası tarafından da kabul edilen bu durum bir yandan şaşkınlık içinde yansıtılırken diğer yandan ABD Ordusunun askerî yapısı, gerilla savaşı tecrübesi, silah ve teçhizat yapısı yoğun tartışma konusu oluyor. Tabii ki silah şirketlerine de yepyeni çalışma sahası, yeni ürünlere yönelme ve yeni satışlar anlamına geliyor tüm bu yaşananlar.
DİRENİŞTEKİ KIRILMA
Iraklı direniş grupları işgal güçlerine karşı geliştirdikleri askerî yöntemlerle verdikleri zararın yanı sıra bir başka grup son dönemlerde yoğun intihar saldırıları ile klasik direniş gruplarının yöntemlerinden ayrılıyor. Klasik yöntemler yerine intihar saldırıları ya da bombalı araçlar gibi daha sinsi, ahlaki açıdan daha tartışmaya açık bu yöntemleri tercih eden zihniyet 1980’lerde Lübnan’da 1990’larda Filistin’de tanık olduklarımızın çok ötesinde bir anlayışı barındırıyor. Sivillere, “işbirlikçi” olarak addedilen Irak ordusu ve polisi ile Şiilere yönelik bu saldırı yöntemi artık “araç” olmaktan çıkıp bu yöntemi kullananların amacı haline gelmiş durumda. Bu yüzden Irak’taki direnişin önümüzdeki yıllarda başlı başına ele alınıp tahlil edilmesi zorunlu görünüyor. Özellikle işgal ve benzeri koşullarda direniş ve terör arasında ayrım olup olmadığı ya da direniş ile terörü ayıran ince ahlaki çizgi bu tartışmada önemli yer tutacak. Sözünü ettiğimiz bu durum öncelikle Irak’taki direnişin geleceğini belirlemesi açısından önemli. İşgalin yarattığı zeminde her patlayan bombanın direniş olarak algılanmasının yanlışlığı bir yana, özellikle bu durumun Irak’ta sadece şimdi değil işgal sonrasında etkisi ve bu etkinin şimdiden yarattığı kaygı kendini hissettiriyor. Bu yüzden, Irak direnişinin belli bir kırılma ve dönüm noktasına geldiğini söylemek yanlış olmaz. Çünkü bugünkü gidişat Irak’ın yerli direniş unsurlarının, direnişin gerçek amacından sapılarak farklı bir noktaya yöneldiği kaygısı taşıdığı, giderek alan, taban ve etki kaybı yaşadığını da gösteriyor. Bu kaygı, “işgale karşı olmak” ortak paydasını değiştirmeyecek dahi olsa askerî ve siyasi anlamda yeni bir mücadeleyi; “düşmanın sayısının artmasıyla” cephe genişletmeyi, dolayısıyla işgal güçleri ile farklı pazarlıkları gündeme getirecektir.
DİRENİŞÇİLER VERSUS EL-KAİDE
İşgalin 4. yılında direnişin motorunu oluşturan Sünni örgütlerin yanı sıra Şiilerin Mukteda Es Sadr kolu ve Mehdi ordusu ile El-Kaide anlayışını savunan gruplardan söz etmek mümkün. Aslında son grubun direnişin farklı bir yönünü, direniş-terör ikilemini ve mezhep düşmanlığını temsil ettiğini söylemek yanlış olmaz.
4. yıl sonunda Irak’ın orta kesiminde bulunan Sünni direniş örgütlerinin büyük bir bölümü biraraya geldi. İşgalin ilk yıllarında parçalı, dağınık görüntü sergileyen, belli bir merkezi olmayan, birbirinden bağımsız eylemler gerçekleştiren Sünni örgütlerin en önemli 9 tanesi işbirliğine gitmiş durumda. Bu önemli bir gelişme. Bir başka önemli gelişmede ise kendisini Irak İslam Devleti olarak ilan eden Irak El-Kaidesi’nin kayda değer bir ilerleme kaydetmesi; iddiaların aksine ülke dışından gelenler tarafından değil Irak içinden devşirilen yerli unsurlar tarafından desteklenmesi ki, bu durum örgütün artık Irak’ta kök salmaya başladığının da bir işareti.
ABD işgale gerekçe olarak gösterdiği gerçek dışı Saddam Hüseyin-El-Kaide ilişkisi işgalle birlikte ete kemiğe bürünmüş durumda. Hatırlayacak olursak, El-Kaide Saddam Hüseyin ile ilişki kurmak bir yana, eski diktatörü en büyük düşman ilan etmişti. Üstelik El-Kaide anlayışını savunan, 1991–2003 yılları arasında Çekiç Güç tarafından korunan Kürt coğrafyasında konuşlanmış Ensar El Sünne örgütü, bu bölgede bulunan Kürdistan İslami Hareketi içinden doğmuş, Afganistan’da Taliban güçleri tarafından yetiştirilmiş ve yine Kürt bölgesinde büyümüştü. Uzun süre eylemsiz kalan örgüt geçen ay Irak Kürdistan’ında kanlı saldırılara imza attı.
Irak El-Kaidesi’nin işgal sonrası Afganistan’daki Taliban güçleri ile paralel çalıştığı sır değil. Hatta 2004 yılında Taliban komutanlarının Irak’ta gerilla eğitimi vermesi, bu geçişkenliğin ne kadar kolaylaştığını da gösteriyor. Irak üzerinden küresel cihada kalkışmayı ve Irak’ı bir anlamda “El-Kaide’nin asker alma şubesi” gibi kullanmayı planlayan El-Kaide kurmayları “düşman” için kilometrelerce uzaklığa gitme ihtiyacı duymuyor. Binlerce cihadçı 4 yıldır Suudi Arabistan, Ürdün, Türkiye ve Suriye gibi komşu ülkelerden Irak’a akıyor. Finansal kaynaklar da bu ülkelerden sağlanıyor. Ama Irak’a giren bu cihadçıların çoğunluğu ideolojik olarak Afganistan direnişinden besleniyor; yeni efsaneler Irak için dillendiriliyor. Tek fark, işgalci Sovyetler Biriliği’nin yerini ABD almış durumda.
AŞİRETLERİN TEPKİSİ
Irak İslam Devleti ya da Irak El-Kaide’si ile başlarda işgale karşı olma temelinde eylem birliği yapan Sünni direniş örgütleri, Kaide’nin büyümesi karşısında rahatsızlar. Artık bu ortak payda, birlikte olmaları için yeterli değil. Hatta bu payda Sünni direniş örgütlerinin çıkarlarına da zarar vermeye başladı. El-Kaide dışındaki, İslami ve milli kimlikli direniş örgütleri için de “İslam” işgale karşı önemli bir tutkal; üstelik semboller ve söylemlerle işgale karşı savaşı daha anlamlı ve kutsal hale getirmesi açısından önemli. İşgal sürecinde tüm yönleri ile İslam’a ve cihada daha çok vurgu yapılmaya başlanması, eski Baasçıların bile İslam’ı referans olarak kullanması direnişin yönünü göstermesi açısından önemli. İşgalin yol açtığı sıkışmışlık, çaresizlik ve psikolojik durum gereği günlük hayat içinde de bu vurgu artıyor. Özellikle işgalin tetiklediği Batı düşmanlığı, Müslüman/Hıristiyan ayrımı da bu vurguyu güçlendiriyor. Ama hepsi buraya kadar.
Çünkü El-Kaide’nin büyümesi, ikna ya da zor yoluyla bazı bölgeleri yönetecek duruma gelmesi, sadece yerli direniş unsurlarını değil, Irak’ın sosyal yapısında çok önemli yerlere sahip aşiretleri rahatsız etme noktasına geldi. Sünni direniş gruplarının tabanını aşiretler oluşturuyor. Irak tarihi boyunca belirleyici olan aşiret yapısı hâlâ çözülmüş değil, Saddam Hüseyin’in bile tüm baskıcı yönetimine karşın, kendine yakın aşiretleri ekonomik olarak “beslediği”, karşısına almaktan kaçındığı, rant dağıtımında aşiretleri gözettiği de biliniyor.
El-Kaide ise Irak’ta Selefi-Cihadçı anlayışını yerleştirmeye ve taraftar toplamaya çalışıyor. Hedefleri arasında milliyetçi Arap direnişçiler -ki aralarında eski Baasçılar da bulunuyor- var. Özellikle Baasçılar El-Kaide’ye şimdiye kadar uzak durdu. Ancak geçen yıldan bu yana, Sünni direniş gruplarının alan kaybettiği ve çok az sayıda da olsa sempatizan ve militanlarını El-Kaide’ye kaptırdığı gözleniyor.
2006 Sonbaharında Anbar eyaletindeki 200’e yakın aşiret reisinin bir araya gelerek El-Kaide’ye karşı mücadele kararı almalarının ardından Sünni direnişçiler/aşiretler ile El-Kaide arasında kanlı bir süreç başladı. El-Kaide’nin ölümcül yöntemleri karşısında aşiretler arasında yapılan anlaşma gereği, aşiretlere bağlı her aile bir üyesini hem işgale hem de El-Kaide’ye karşı savaşmak için direniş gruplarına vermeyi taahhüt etti. Özellikle direnişin omurgasını oluşturan 9 gruptan Ensar el Sünne, Irak Direnişi İçin İslami Cephe ve 1920 Devrim Tugayları ile El-Kaide arasında ciddi çatışmalar yaşanıyor.
Bu örgütler kendilerini Amerikan işgaline, Şii Başbakan Nuri Maliki hükümetine ve Irak İslam Devleti olarak bilinen El-Kaide unsurlarına karşı olarak tanımlıyorlar. Sünni direniş grupları bu üç unsura savaş açarak kendi cephesini de genişletmiş durumda. Bu durum direniş örgütlerinin, işgale, El-Kaide’ye, zaman zaman da Şiilere karşı savaşarak güçlerinin bölünmesine yol açıyor. Bir süre sonra direnişin farklı yöne evrilmesi ve öncelik sırası yapması zorunluluk gibi görünüyor. İşgal kuvvetleri listenin başında yer alırken diğerleri zaman zaman yer değiştirebiliyor.
El-Kaide’nin Irak’ta kurduğunu iddia ettiği “İslami devletin” savaş bakanı Masri’nin geçen ay öldürülmesi de bu iç mücadelenin bir parçası. Önceleri Masri’nin hükümet güçleri tarafından öldürüldüğü açıklansa da, El-Kaide liderinin Sünni direnişçiler tarafından öldürüldüğü biliniyor. Bu da örgütler arası savaşın hangi boyutlara ulaştığını gösteriyor. Bu arada, işgal güçleri ve Maliki hükümetinin gelişmeleri kenardan, “keyifle” izlediğini söylemeye gerek yok. Bu durumu kendi lehine çevirmek için yaklaşık 2 yıldır çalışan ABD’nin eski Bağdat Büyükelçisi, Zalmay Halilzad Sünni direniş örgütleri ile görüşmeler yaparken, örgütlerin işgalin sona ermesi koşulundan vazgeçmemesi üzerine herhangi bir ilerleme sağlanamamıştı. Ancak, kendisi de bir Sünni olan Halilzad bu örgütleri ikna etmeden hiçbir planın başarıya ulaşamayacağı konusunda ısrar etse de ABD yönetimini ikna edemedi. Zaten Irak’tan ayrıldıktan sonra yeni işgal yönetimi ile birlikte bu ilişkinin kesildiği biliniyor. Çünkü Bush’un yeni planı “demir yumruk” politikasını ve İsrail’den ithal edilen “çevir yok et” taktiğini uygulamayı gerektiriyor.
EL KAİDE’NİN “CİHAD ÜNİVERSİTESİ”
Saddam Hüseyin sonrası, alan kaybettiği sanılmakla birlikte hâlâ sosyal, ekonomik ve toplumsal ilişkilerde önemli yer tutan aşiretlerin özellikle Diyala bölgesinde Felluce, Bakuba gibi kentlerdeki güç, prestij kaybı ileride alan kaybı anlamına geliyor. Sünni direnişçilerin tabanını oluşturan aşiretlerin ekonomik olarak da gerilemesi ile tüm inisyatifin El-Kaide’ye geçmesinden korkuluyor. Sünni direniş örgütleri içinde İslam belirleyici olsa da, günlük yaşama müdahale anlamında El-Kaide ile benzeşmiyorlar.
El-Kaide anlayışı tıpkı Afganistan’da olduğu gibi günlük hayata Iraklıların hiçbir zaman alışmadıkları ağırlıkta müdahale ediyor. Kadınların sokağa çıkmasını, öğrencilerin okullara gitmesini, kız erkek eğitimini engelliyor. Giyim, kuşam, traş gibi Vahabi anlayışının en geri uygulamalarını halka dikte ettiriyor. Örneğin erkeklerin şort giymesini bile yasaklamış durumdalar. Bazı kasaba ve köyleri bizzat yönetiyor; şeriat hukukunu uyguluyorlar. Bu uygulamalara direnenler teker teker ya da çeşitli yöntemlerle topluca öldürülüyor.
Afganistan’dan sonra kendi anlayışlarını hayata geçirmek için en uygun alan olarak seçtikleri Irak’ta, Amerikan askerlerinden çok, sivil halka ve daha çok Şiilere karşı giriştikleri katliamlarla, Şii-Sünni çatışmasını en üst düzeye taşıyan El-Kaide, din dışı saydıkları Şiileri de tetiklemeyi başarmış durumda. El-Kaideciler işgale karşı savaşıyor gibi görünmekle birlikte Irak’taki mevcut durumu kontrolden çıkararak kendileri için en uygun zemini hazırlamış oluyorlar. Bu açıdan Irak’taki direnişi nitelik açısından ayırmak, El-Kaide eylemlerine daha mesafeli yaklaşmak gerekiyor.
Örgütün Irak’taki lideri işgal koşullarında ülkeyi “cihad üniversitesi” metaforu ile dile getirirken, Irak’ın kendileri için iyi bir eğitim alanı olduğunu söylüyor. Pentagon ise Anbar bölgesinde işgal kuvvetlerinin El-Kaide’ye karşı savaştığı dezenformasyonunu yayıyor. Oysa bölgede asıl savaşan grupların Selefi olmayan Sünni gruplar ile El-Kaide olduğu biliniyor. Pentagon bu alan savaşını kenardan izlerken Diyala’da hemen her gün El-Kaide unsurlarına saldırılar düzenleniyor. Pentagon raporlarına göre Anbar eyaleti El-Kaide militanları için cazibe merkezi olmuş durumda.
“AMBARGO KUŞAĞI”
El-Kaide’nin lideri Ebu Musab el Zarkavi öldürüldükten sonra direnişin sona ereceğini düşünen işgal güçleri sorunun liderlik sorunu olmadığını anlamış durumda. Çünkü her gün onlarca kişinin hayatını kaybettiği saldırıları gerçekleştiren militanların arkası kesilmiyor ve artık yabancı savaşçılardan daha az söz ediliyor. El-Kaide elemanlarını Irak’tan buluyor. Her gün kolayca ölüme giden bu kişilerin büyük çoğunluğu Irak’ta 1990’lı yıllar boyunca, 1. Körfez Savaşı’ndan sonra uygulanan ambargo ve ambargonun yarattığı koşullar altında büyüyen kuşak yani“ambargo kuşağı”nın gençleri.
Ambargo altında, çocukluklarını yaşayan hatta o dönemde hayatta kalmayı başaran bu kuşağın umutsuzları işgalle birlikte kendilerini anlamlandırmaya yöneliyor. Özellikle şahadet eylemi adı altında gerçekleştirdikleri intihar saldırıları bu anlamlandırmanın en önemli göstergesi. 1990 yıllarda ambargo ile ekilen umutsuzluk tohumlarının işgalle birlikte hiçliğe dönüşmesi ve herhangi bir gelecek beklentisi olmaması El-Kaide için de mümbit bir kaynağın temelini oluşturuyor. Bir kısmı cihad retoriği ile etki altında kalırken diğerleri de finansal kaynaklardan besleniyor.
IRAK DENEN ENKAZ
Irak artık kendi haline bırakılmış gibi; özellikle belli bölgeler büyük çöküş yaşıyor. İnsanlar ölmek, ölüm korkusu yaşamaktan öte psikolojik olarak çöküntü içinde. Kimse ülkede kalmak istemiyor, önünü göremiyor. Çünkü bir sonraki gün yaşayıp yaşamayacağını bilemiyor. Hepsinden önemlisi nasıl bir ülkede yaşayacağını bilmiyor.
Manzara korkunç; Bağdat’ta para karşılığı ailelere satılmak üzere cesetler bile satışa çıkarılıyor. Yıllarca yan yana oturan komşular birbirlerine tecavüz ediyor, boyunlarını kesiyor. Yani ülkede tam bir çıldırma durumu hâkim. Böyle bir manzaradan sağlıklı bir ülke ve toplumun çıkması bir yana savaşın getirdiği yıkımın altından nasıl kalkılacağı bilinmiyor. 2 milyon kişinin ülke dışına kaçtığı, 2 milyonun da ülke içinde yer değiştirdiği Irak’ta insanlar korkunç bir travma yaşıyor. Bu travmadan bugün korunaklı gibi görünen güneydeki Şii, kuzey’deki Kürt bölgesi de muaf değil.
Direniş ne kadar anlamlı olsa, El-Kaide kendi vahşi anlayışı ile ne kadar hâkimiyet kurmaya çalışsa da sonunda sahip olunacak böyle bir ülkeden geriye ne kalacağı hâlâ büyük bir soru işareti. İşgal koca bir enkaz bırakacak gibi görünüyor.
METE ÇUBUKÇU