Pretoryen Devlet ve Sahipleri

Türkiye’de rejimi en iyi betimleyen kavram, pretoryen cumhuriyettir. Pretoryen cumhuriyette devlet, geçmişte Latin Amerika’da olduğu gibi, maceracı şeflerin arkasından giden tam profesyonelleşmemiş bir ordunun, anarşik ve yağmacı bir iktidar aygıtı olabilir. Bu tür pretoryen devletlere en anlamlı örnek, Roma İmparatorluğu’nun son dönemlerindeki durumdur. Pretoryen muhafızlar (cohors proetoria), önce yüksek rütbeli subayların ve konsüllerin korunması amaçlı oluşturuldu. Augustus’ün imparatorluğu sırasında, hiç kimsenin silahıyla giremediği, Roma’da yönetimin kutsal alanı olarak belirlenen yere silahlarıyla girme yetkisi pretoryen muhafızlara verildi. Artık imparatorun muhafız birliğini oluşturuyorlardı. Daha sonra güçlü ve etkili bir zümreye dönüştüler ve konsüllerin, imparatorların seçiminde, senatoda alınan kararlarda belirleyici bir güç oluşturdular. Siyasal güç çevrelerinin arasındaki rekabet ve çatışmalarda, kendi çıkarları doğrultusunda taraf olmaya, zümre çıkarlarıyla, devlet çıkarlarını birlikte el almaya başladılar. Bunu arkaik pretoryen iktidar biçimi olarak tanımlamak gerekir.

19. yüzyılda pretoryen sıfatı, bu tür bir siyasal güç çevresinin temsilî demokrasi ilkelerini çiğneyerek, ama parlamentoya görünüşte gene belli yer bırakarak iktidarını yürütmesini ifade etmek için, örneğin Marx tarafından Fransa’da III. Napolyon rejimini eleştirmek için kullanıldı. Bunu modern dünyadaki yeni pretoryen rejim tanımları, özellikle 2. Dünya Savaşı sonrasında izledi.

Modern pretoryen devletle, Roma İmparatorluğu’ndaki arkaik örneği arasında, askerî ve sivil bürokrasinin merkezinde yer aldığı ve siyasal rejimin aslî gidişatını bilkuvve belirlediği bir rejim olarak benzerlik kurulabilir. Ama bu benzerlik siyasal çözümleme olanakları açısından kısıtlıdır. Asıl önemli olan, bu ikisinin arasında yatan farklardır. Modern örnekte, bir pretoryen güç kadar, bir pretoryen çevrenin varlığından bahsetmek daha doğru olur. Bu gücün o çevre üzerinde kurduğu hegemonya esas önemlidir. Bu pretoryen çevrenin içinde askerî güçlerin varlığının asli işlevi, stratejik değerlendirme ve belirleme faaliyetlerinin merkezî biçimde yapılması, yönlendirme ve sınırlama girişimlerinin de kritik anlarda zorlayıcı olmasını sağlar. Bu konumun toplumsal aktörler tarafından içselleştirilmesi oranında, pretoryen rejim, sivil veya askerî açık bir diktatörlük haline dönüşmez. Bir askeri-sivil çevrenin, açık müdahale tehditli vesayet rejimidir. Modern pretoryen rejim, parlamenter sistem veya başkanlık sistemi gibi demokrasinin farklı biçimlerine göreli uyum sağlayarak işler. Yönetim anlayışı itibariyle de büyük ölçüde moderndir. Siyasal alanla iktisadi alan arasındaki ilişkileri dikkate alır. Piyasa ekonomisine uyum sağlayabilir. Güç kullanımında iktisadidir, amaç-araç analizine dikkat eder. Ayrıca, bir zümre çıkarı dayanışmasını, statü ve iktisadi çıkarların korunması ve güçlendirilmesi yönünde işletir.

Türkiye’deki rejimi, bu çerçevede, asker etkisinde sınırlı bir çoğulcu sistem olarak tanımlayabiliriz. Böyle bir tanımdan hareketle yapılacak rejim analizi, pretoryen güç ve çevrelerin varlığıyla sınırlı tutulmamalıdır. Bu çevrelerin siyasal-toplumsal yaşama etkili biçimde müdahale etme olanaklarının olup olmadığının da değerlendirilmesi gerekir. Özellikle karşı güçlerin siyasal mücadele alanını kendisi belirlemeyi başardığı ölçüde, pretoryen güç hegemonik konumunu rahatlıkla sürdürür.

Türkiye’de cumhuriyetin pretoryen niteliği kuruluşuna içkindir. Erken Cumhuriyetteki “ordulaşmış millet” ve “devlet-parti” zihniyet ve pratikleri, daha sonra yapılan 1960 ve 1980 askerî darbeleri, 12 Mart askerî muhtırası, yıllar süren sıkıyönetim uygulamaları, rejimin pretoryen niteliğinin açık biçimde dışa vurduğu dönemlerdir. Rejimin müdahale tarzının toplumsal ve siyasal gelişmelerle değişmesi doğaldır. Yakın tarihte bu değişimin en anlamlı göstergesi, 28 Şubat 1997’deki MGK merkezli müdahaledir. Bunu tipik bir modern pretoryen cumhuriyet tasarrufu olarak ele alabiliriz. Pretoryen rejimin işleyiş ve toplumsal gidişatı kritik anlarda belirleme biçimleri statik değildir. Toplumsal gelişmelere, dünya konjonktürüne, karşısına aldığı güçlerin niteliğine göre değişir. Arkaik pretoryen rejimlerle modern pretoryen rejimler arasındaki önemli farklardan biri budur. Darbe ve askerî bürokrasinin doğrudan yönetimine başvurmayı gerektirmeyen müdahale ve etkileme yöntemlerine modern pretoryen rejim sahiptir. Böylece askerî darbe, uzak ama mümkün bir ihtimal olarak kaldıkça, rejimin ekonomisi açısından daha verimli olur. Diğer siyasal ve toplumsal aktörler, Türkiye’de olduğu gibi, bir darbe olacağına pek inanmamadıklarını söyleseler de, akıllarından bu ihtimali hiç çıkarmazlar. “Artık darbe olmaz” türünden bir düşünce bile, pretoryen rejimin hegemonyasının büyük ölçüde devam ettiğinin bir işaretidir.

27 Nisan Muhtırası’nın hemen öncesindeki gelişmeler, Cumhurbaşkanlığını AKP’ye bu Meclis içinde ve gelecek meclislerde tek başına seçtirtmemek için yaratılan hukuki engeller, kimisi doğrudan pretoryen güçler tarafından örgütlenen, kimisi dolaylı biçimde örgütlenmesi teşvik edilen gösteriler, Türkiye’de pretoryen cumhuriyet rejiminin günün şartlarına kendini uyarlayarak, nasıl çalıştığını bize bir laboratuvar gözlemi keskinliğinde izleme olanağı verdi. Pretoryen rejimin geçmiş uygulamalarıyla arada anlamlı farkların olması, rejimin aslî özelliklerinin değiştiği anlamına gelmiyor. Toplumsal ve siyasal gelişmeler karşısında rejimin kendini adapte etme, esneme olanağına sahip olduğuna işaret ediyor. Bu da pretoryen rejimden çıkışın zorluğunun esas nedenini ele veriyor.

28 Şubat’ta “sivil toplumun hareketlendirilmesi” mitinglerle değil, doğrudan MGK’ya ve Genelkurmay Başkanlığı’na kişi ve kuruluşların çağrılarak, durum hakkında bilgilendirilmeleri biçiminde hayata geçirilmişti. O dönemde sivil toplum kuruluşlarının, sendikaların, meslek odalarının, gazetecilerin, işadamlarının, yükseköğrenim camiasının brifing almak için Ankara’da MGK ve Genelkurmay’ın, bazı illerde garnizonların önünde kuyruğa girmelerine şahit olmuştuk. DİSK’inden TÜSİAD’ına “brifingli sivil toplum”un temsilcileri, kuyruk kavgası yapacak kadar, “içeriye bir an önce girmek” konusunda heyecanlı ve aceleciydiler.

27 Nisan muhtırasının dahil olduğu, cumhurbaşkanlığı seçimlerinin askıya alınmasına giden süreç, farklı biçimde tezahür etti. Bu kez, sivil toplum mobilizasyonu, askerî brifingler aracılığıyla değil, bir gazete, bir televizyon ve birkaç derneğin desteğiyle ve Cumhuriyet mitingleri yoluyla sağlandı. Bunun sivilleşme ve demokratikleşme yönünde bir adım olduğu, çok dar bir açıdan bakılırsa söylenebilir. Ama pretoryen rejimin esas yapısını değiştirdiği ya da bunun sönümlenmesine yol açacak kapıyı araladığı söylenemez. Tersine, pretoryen rejimin arkasında, esas olarak Batı’da, geniş bir halk desteğinin yer aldığını göstermesi bakımından, kamuoyu yoklamalarından daha anlamlıdır. Bu aynı zamanda az ihtimalle bile olsa, her zaman siyasal ufukta bir olasılık olarak yer alan açık bir darbenin de, ister istemez bir meşruiyet sacayağını oluşturacaktır.

SAHİPLİK

Esas önemli olan olgu, pretoryen güçlere, serbest seçimlere dayanan bir parlamenter rejimde bütün bu müdahaleleri yapma meşruiyetini “sahip olma” yetkisinin vermesidir. Pretoryen rejimde, rejimin ve devletin “sahipleri”nin olduğu fikri egemendir. Bu taktik bir söylem değil, bütünüyle içselleştirilmiş, bir varoluş tarzına dönüşmüş bir siyasal-toplumsal tasarımdır. Bu tasarım, üstlenilmiş aşkın bir misyon anlayışı içinde veya bir zümre hak ve yetkilerinin savunulması biçiminde, çoğu zaman birbirlerini karşılıklı besleyerek tezahür eder.

“Sahipliğin” bir fikir veya inanç olmaktan öteye giderek, operasyonel olması için, belli bir siyasal pratikler bütününe tekabül etmesi gerekir. Bunu pretoryen rejim kurumları sağlarlar. 12 Eylül rejiminin oluşturduğu veya güçlendirdiği siyasal kurumlar ve bunlara tanınan yetkiler, siyasal alanın işlemesini sınırlayan kurallar, toplumsal alanda salgılanan otoriter eğilimler, pretoryen rejimin operasyonel yönünü gösterir. Bunun arkasında, Cumhuriyet’in kuruluşunu izleyen yıllarda artan biçimde damgasını vuran ve günümüzde çok güçlü biçimde ifade edilen, devletin sahiplerinin olduğu olgusu, rejimin salgıladığı toplumsal tahayyüle damgasını vurduğu ölçüde, pretoryen rejim etkili biçimde çalışır. Rejimin kurumlarının ve siyasal yaşamın bu sahiplik ilkesi doğrultusunda çalışmasını doğal bir gelişme olarak sunma olanağı güçlenir.

Hükümet ve devlet iktidarlarının neredeyse bütünüyle ayrıştırılması, başlı başına bir “devlet iktidarı” anlayışının yaratılması, hatta bunların karşılıklı zıt güçler olarak tanımlanması, günümüzde pretoryen rejim savunucularının başvurdukları en etkili yollardan biridir. Örneğin, bir siyasal partinin hükümet olabilmesi ama devlet iktidarına sahip olamayacağının açıkça belirtilmesi, devlet iktidarının demokratik yollar dışında belirlenen bir sahiplik alanına ait olduğunun en açık ifadesidir. Bu sahiplik olgusunun, pretoryen rejimde sadece silahlı kuvvetlerin ya da emniyet güçlerinin tekelinde olması gerekmez. Askerî ve sivil bürokrasi merkezli ve bunların ideolojik etki alanında kalan kesimlerden oluşan bir çevre, pretoryen rejimi askerî veya polisiye cumhuriyet biçiminde varlığını sürdürme yükünden kurtarır.

Devletin ve rejimin bazı sahipleri olduğunun kabulü, bu sahiplik hakkına dayanan yetki ve sorumlulukların da kabulünü gerektirir. Sahip olmak bir dışlama üzerine kuruludur. Bir şeye sahip olmak, ona başkasının sahip olamaması sonucunu yaratır. Ya da kamu mülkiyetinde olduğu gibi, herkesin (örneğin bütün yurttaşların) sahip olduğu şeye, aynı zamanda somut olarak tek tek kimsenin, hiçbir zümrenin sahip olmaması anlamına gelir. Sahip olmaktan doğan kullanım hakları, gerçek ortak mülkiyette birey ve zümrelere terk edilemez. Türkiye’deki pretoryen rejimde kamu alanının tarifi ve buradaki sahiplik haklarının dışlayıcı biçimde tanımlanması da, bu rejimin sahipliği anlayışı ile bütünlük sunar.

Egemenliğin kayıtsız şartsız ve gerçekten millette olduğu bir rejimde, kimse “bu rejimin sahibi vardır”, “devlet sahipsiz değildir”, “devletin sahibi biziz” diyemez. Dese bile, bunu hayata geçirebilecek yasal ve kurumsal olanaklar bulamaz. Pretoryen cumhuriyette ise, rejimin ideolojik ve kurumsal özünü tam da bu sahiplik olgusu oluşturur.

Pretoryen cumhuriyet, etrafında geniş bir toplumsal destek çemberine sahip oldukça, pretoryen güçler vesayetinde çoğulcu “demokrasi”nin sınırlarını göreli geniş tutabilir. Dolayısıyla, bu genişleyen sınırlar içinde hareket ederek, rejimin kendi mekanizmalarını işleterek, pretoryen rejimden çıkma ihtimali varmış gibi gözükür. Kağıt üzerinde bu ihtimal gerçekten vardır ama bunun gerçekleşmesini engelleyen en önemli etmenlerden biri, bu rejimin sahiplerine tepkiden beslenen karşı güçler tarafından rejimden çıkış girişiminin üstlenilmesidir. Pretoryen siyasal tahayyülün sınırlı çoğulculuk, sahiplik hakkının paylaşılmazlığı gibi ilkelerini bu tepki merkezli güçler içselleştirirler. Onların tepkisi, rejimin sahiplerinin kendilerine yönelik uyguladıkları kısıtlamalara, aşağılamalara karşı esas olarak gelişir. Bir ilkeden değil, bir durumdan beslenir. Örneğin, yakın bir örnek olarak AKP’nin tepkiden türeyen “demokratlığı” ve muhafazakarlığının, pretoryen cumhuriyet zihniyetinin damgasını genetik biçimde taşıdığını farklı vesilelerde gördük.

SAHİBİN YERİNE GÖZ DİKMEK

AKP, bu pretoryen merkeze karşı kendini “çevre” olarak tanımlasa da, son tahlilde Hegel’in efendi-köle ilişkisinde tarif ettiği diyalektik karşıtlığa bütünüyle uyan bir tavır sergiliyor. Çünkü AKP esas olarak sahibin yerini almak istiyor. Rejimin sahip değiştirmesini talep ediyor. Buna karşılık, rejimin sahiplerinin olmasına son verilmesini ne arzuluyor ne de tasarlıyor. AKP, sorunun sistemle ilgili olduğunu görmüyor veya bunu görmemek işine geliyor. Dolayısıyla sahiplik yarışında rakibinin hamlelerine karşı hamle yaparak, pretoryen güç alanı içine mücadelesini hapsediyor. Çoğunlukçuluğa dayalı bir demokrasi anlayışı sergiliyor. Cemaat merkezli bir siyasal kadrolaşma yürütüyor. Güçlü pozisyonda iken, uzlaşma inisyatifini kullanarak hegemonyasını pekiştirmek yerine, bunu olanaksız kılan, yaptığının doğruluğuna olan aşkın inanca teslim oluyor. Biçimciliğe bir o kadar önem veriyor, vs... AKP yönetiminin ve kadrolarının rakiplerine duydukları tepki, rakiplerinin sınıfsal bir aşağılama biçimi alan tavırlarının da esiri olarak, kendisinin bu tepkiye kilitlenmesine yol açıyor.

Pretoryen rejim, kendi otoriter kodlarına büyük ölçüde sahip bir muhalif güç ürettiği oranda, rejimin sahipliği konumunun kendi tekelinde kalmasının elzem olduğunu her fırsatta vurgulama ve bunu etki çevresine onaylatma imkanına sahip olur. Devletin ve rejimin sahibi olduklarını ilan eden güç, zümre ve bunların etrafındaki çevreye tepkiye odaklanmış olan AKP’nin siyasal tahayyülü, pretoryen güçlerin manevra alanını pekiştiriyor. AKP, siyasal davranışlarının, hatta siyasal ufkunun bu tepki tarafından belirlenmesine teslim olduğu oranda, kendini rakiplerinin zıt kopyası yapıyor. Belki gerçekten de öyle. Bu ise, pretoryen güçlere arayıp da bulamadıkları, “işte gulyabani göründü” deme, güdümlü sivil toplumun harekete geçirilmesi düğmesine yeniden basma fırsatı veriyor.

Pretoryen iktidarın topluma salgıladığı zihniyet, siyaseti esas olarak güç politikası olarak görür. Güç odaklı bir siyaset söz konusudur. Gücün gösterilmesi, güçten yararlanma veya güç tarafından korunma refleksiyle toplumda siyasal davranışların belirlenmesi amaçlanır. Dolayısıyla pretoryen güçler, güçlü olma simgelerini kıskançlıkla korurlar. Bunları kendi tekellerinde kalmasına özen gösterirler. Çünkü bu varoluş tarzında, güçlü olmak kadar güçlü olduğunu göstermek de önemli ve etkilidir. Pretoryen rejim, siyaseti bir güç gösterisi yarışına hapseder ve rakiplerinin de güç politikasını kabul etmesine, onun araç ve dilini benimsemesine yol açar. Bunu başardığı oranda da, güç kullanma tekelini elinde bulundurduğu için iktidar mevkilerini ve hegemonyasını korur.

Pretoryen rejimden çıkışın bir yolu, pretoryen güçlerin bütünüyle prestijlerini kaybedecekleri büyük bir siyasal veya askerî yenilgidir. Güçlünün güçsüzlüğü ispatlanmıştır. Pretoryen güçlerin tasfiye dönemi başlar. Bu bazen direnişle karşılaşsa da, artık hegemonya pretoryen güçlerde değildir. Kaba bir diktatörlüğe başvurmaktan veya yenilgiyi kabul edip, yeni rejimin koşullarına ayak uydurmaktan başka çareleri kalmaz. Türkiye’de böyle bir yenilginin koşulları ufukta yok. Ayrıca bu yolun toplumsal bedelinin çoğunlukla son derece ağır olduğunu, toplumdaki travmaları pekiştirebileceğini hatırlatalım.

İkinci çıkış yolu, siyasal ufkunu bu güçlere tepkiyle sınırlamayan, toplumsal asabiyyesini tepki ve öç duygusuna indirgemeyen bir demokrat, özgürlükçü sesin, bu rejimden çıkış programını açık biçimde ve güven duygusu aşılayarak, dolayısıyla felaket tellallığına indirgemeden halka sunması ve halk desteğini almayı başarmasıdır.

Türkiye’de rejimden çıkış söyleminin sağ siyasal güçlerin tekeline terk edilmiş olması, bu ikinci yolun önünü kesen en önemli etmendir. İlkelerin değil çıkarların hakim olduğu sağ zihniyet dünyasında, pretoryen rejimden çıkış politikaları ilkesel planda ve tutarlı biçimde sürüdürülemez. Mevki, makam, güç simgesi ve güç kazanımına yönelik taktik hamlelere indirgenir. Ya da pretoryen güçlerle bu konularda bir uzlaşma yaparak, sivil iktidarın genel olarak uyumlu olmasına, günlük işleri yürütmesine ve bunun karşılığında iktidar olanaklarını bir müddet paylaşmasına göz yumulur. AKP de, Türk siyasal muhafazakarlığına hakim olan otorite tapınması ve güç politikasına önem verilmesi gelenekleri içinde, pretoryen rejimden çıkışı, rejimin sahipliği konumuna son vermeyi değil, güçlünün/çoğunluğun sahipliğinin tesis etmesini hedefliyor. Bunu yaparken, rejimi aşındırma görüntüsü altında, belki rejimi pekiştiriyor.

[1] 13.5.2007 tarihinde Radikal İki’de yayımlanan “Devletin Sahipleri” yazısının değiştirilmiş versiyonudur. Ayrıca bkz. Radikal İki, “Pretoryen Güçler ve Rejim”, 25.2.2007; Yeni Yüzyıl, 21 ve 28 Mart 1998.