Fransa’daki son başkanlık seçimlerinin kayda değer iki özelliği var. İlk defa bir göçmenin -Macaristan’dan Fransa’ya göç etmiş bir ailenin- çocuğu Fransız devletinin en yüksek mertebesine yükseldi. Kayda değer ikinci özellik ise seçimlerin gayet yüksek bir katılım ile gerçekleştirilmiş olması.
Yüksek katılım yani ikinci turda kayıtlı seçmenlerin % 83’ünün oy kullanması elbette ki aşırı sağcı Jean-Marie Le Pen’in ikinci tura kaldığı 2002 başkanlık seçimlerinin bize bıraktığı bir miras.
Burada ironik olan ise bu kitlesel katılım mirasının aşırı sağcı parti Ulusal Cephe’nin üç gözde teması olan göçmen-karşıtı söylemi, Fransız ulusal kimliğinin tekrar şereflendirilmesi ve güvenliği en çok kullanan adaya yaramasıydı. Sarkozy % 53’lük bir oy oranıyla seçildi.
Lakin yorumcular Sarkozy konusunda o kadar rahat olamıyorlar: Sarkozy cumhuriyetçi gelenekteki anlamıyla güçlü devleti savunan bir liberal, ‘Müslümanlar’ için olumlu ayrımcılık, 1905 tarihli devlet ile Kilisenin ayrımı üzerine kanunda ise reform öngören bir cumhuriyetçi, göçmen-karşıtı söylemi güçlendiren bir göçmen çocuğu, oturma izni olmayan çocukları sınırdışı eden buna karşın kötü muamele görmüş olan göçmen kadınlara ise oturma izni vermekten bahseden bir siyasetçi. The Economist dergisi bile “Fransa’nın şansı” diyerek desteklediği Sarkozy’nin popülizminden kaygı duydu. Sarkozy seçim sonuçlarının açıklanmasıyla resmen başkanlık görevini devralacağı 16 Mayıs tarihine kadar geçen süre için ‘elini ayağını dünya işlerinden çekeceğini’ söylemişti. Sarkozy de dahil olmak üzere çoğu kişi ‘dünya işlerinden elini eteğini çekmenin’ dinî-Katolik bir göndermesi olduğunu biliyordu ancak Sarkozy bu günlerini Malta’da büyük bir Fransız işadamının yatında geçirmeyi tercih ederek uluslararası sermaye ve iş dünyasına gerçek bir inanan olduğunu, girişimciliğe bağlılığını göstermiş oldu.
Nicolas Sarkozy’nin seçilmesiyle Fransa’nın sağı artık zihninden çok kuvvetine güvenen, Katolik, güvenlik adına emeğe itibarının iadesini unutmuş bir sağdır; yabancı düşmanı bir sağdır, özellikle de yabancılar çalışkan birer geçici işçi olduklarında, Fransa’ya yerleşmeye gelmeden Fransızca’da ustalaştıklarında ve -Avrupa’da şimdilerde moda olan o paradoksal lafta olduğu gibi- Fransa’ya daha gelmeden entegre olduklarında “misafir” eden; gençliği işsizliğe mahkûm bırakan, vatandaşlarına ‘ayaktakımı’ gibi davranarak onları aşağılayan, çocukları sınır dışı etmekte, ailelerini okulları önünde tutuklamakta tereddüt etmeyen bir sağ.
Fransa’da Vichy rejiminin ve Ulusal Devrimin selameti için Fransızların üç ilkesi ‘özgürlük, eşitlik, kardeşliğin’ yerini ‘iş, aile, vatan’ın almasından beri görmediğimiz bir sağ. Amerikalı tarihçi Robert Paxton’un işaret ettiği üzere Mareşal Petain’nin iktidara gelişi ve ülkeyi tek elden yönetmesi 3. Cumhuriyetin seçilmiş temsilcilerinin oylarıyla mümkün olmuştu. Sarkozy ile beraber ise ahlaki düzen, Katolik kimlik ve güvenlik geri geldi. Bu açıdan bakıldığında Sarkozy’nin iddiasının tersine seçilmesi, Fransız sağ siyaseti içindeki bir kopuşun ve Fransız ile Avrupalı kimliğinin herhangi bir rehabilitasyonunun imkanı olarak o kadar kolay değerlendirilemez. Bunun en belirginleştiği yer Sarkozy’nin göçmenlerin hâlâ Fransız kimliğinin bir parçası olmadıklarını ifade edecek bir Göç ve Ulusal Kimlik Bakanlığı kurma düşüncesidir. Bu düşünce bir göçmenler ülkesi olan Fransa’nın kimliğinde göçmenlerin bir yeri olmadığını iddia ederek, 20. yüzyıl Fransız tarihinin yeniden yazılmasını öneriyor. Oysaki ulusal bir kimlik dayatmanın modasının geçtiğini Sarkozy de çok iyi biliyor: Maastricht Antlaşması’ndan beri bütün diğer Fransızlar gibi o da aynı anda Fransız ve Avrupalı rolüne soyunuyor. Fransız düzen ve Avrupalı düzen kol kola giriyor. Lakin Avrupalı Sarkozy, coğrafyasını pek tanımıyor: Türkiye’nin Anadolu’nun (Küçük Asya’nın) bir parçası olduğunu savunurken ve bunun bir kanıtı olarak Fransızların en çok rağbet ettiği turistik yerlerden biri olan Kapadokya’yı öne sürerken, Fransa’nın deniz aşırı bölgeleriyle zaten Avrupa’ya esnek sınırlar kazandırmış olduğunu unutmuş görünüyor. Dahası, 1957 yılında Roma Antlaşması’nın imzalanması sırasında, Fransa’nın siyasi eliti “Cezayir Fransa’dır” söylemlerinden hiç şüphe etmiyorlardı ve silahlarla, işkenceyle savundukları yine bu Fransa’ydı. Orta öğretim öğretmenlerinin Fransız sömürgeciliğinin sömürgeleştirilmiş ve zapt edilmiş halklar için ne kadar faydalı olduğunu anlatmalarına dair bir yasayı oylayan da yine Sarkozy’nin partisi UMP idi.
Fransız ve Avrupalı kimlikleri korunmaya muhtaç olduklarından ötürü Sarkozy ‘tabi olunan bir göçmenlik’ yerine ‘seçilmiş bir göçmenlik’ öneriyor. Esasen bu öneri kendisinin bir icadı değil, Sarkozy misafir işçi sistemini geri getirmeyi yani geçici olarak hem kalifiye hem de kalifiye olmayan emeği Avrupa’ya aktarmayı amaçlayan Avrupalı bir trendi takip ediyor. Ancak bu sefer 1950-60’ların misafir işçi sisteminin tersine çalışma ve oturma izinlerinin çok daha zor alındığı, misafir işçilerin geçmişten farklı olarak hiçbir hak elde edemediği bir misafir işçi sistemi söz konusu. Misafir işçi prototipi artık 1960’larda Avrupa’ya çalışmaya gelen ve oraya yerleşen Türk işçi değil, çocuklarını geride bırakarak çalışmaya gelen ve çocuklarını geride bıraktığı için de ülkesine geri dönmeye zorlanan Kuzey Afrikalı anne. Yeni misafir işçi sistemi resmi-olmayan göçü kontrol etmek üzerine tasarlanmış bir sistem. Böylelikle Sarkozy aynı zamanda hem çocukları sınır dışı etmeye hem de kötü muamele gören göçmen kadınlara oturma izni vermeye devam edebilir, zira bu tam da insan haklarını ihlal etmenin insani söylem ile mükemmel bir biçimde bağdaşabileceğini gösteriyor. Dolayısıyla İspanyol polisi göçmen olma umuduyla Ceuta ve Melilla’da sınırı geçmeye çalışanları vurmaya; İtalya ise Libya’da tutuklu kampları kurmaya devam edebilir.
Akıllarda kalan soru ise Sarkozy’nin neden radikal bir değişimin temsilcisi olduğudur. Bunu 1980’lerde Fransız Cumhuriyetçi gelenek olarak güçlendirilen Fransız asimilasyon modeline bakarak anlayabiliriz. Model göçmenlerin köylülerle aynı yolla asimile edileceğini söylüyordu. Dolayısıyla göçmenlerin asimilasyon açısından hem köylülerle aralarında hem de kendi içlerinde hiçbir özgünlük/farklılık bulunmadığı fikrine dayanıyordu. Her Fransız vatandaşının kanun önünde eşit olması gerektiğini ve köken ya da ırkından ötürü herhangi bir ayrımcılığa tabi tutulmaması gerektiğini varsayan bu model bu şekliyle evrenselciydi. Modele göre bugün göçmenlerin menfi ön yargılarla ilgili tecrübeleri dünün göçmenlerinin tecrübeleriyle aynı. Dünden bugüne değişen Katoliklerin yerini Müslümanların almasıydı ve onlar da Katolikler gibi sonunda asimile edileceklerdi. Asimilasyon tam da bu noktada karşımıza ordu ve okulun merkezinde durduğu bilinçli bir sosyalizasyon politikası olarak çıkıyordu. Elbette asimilasyonun böyle anlaşılması bütünüyle itirazsız değildi. Bu anlayışa karşı, Fransız milliyetçi sağı asimilasyonu sürekli kültür ve biyoloji üzerinden tanımlamaya gayret ediyor ve bazı grupların asimile edilemez olduklarını ileri sürüyordu. Gerçekte asimilasyonun her iki anlamı da -bir sosyalizasyon politikası ve bir kültür-biyoloji meselesi- 1930’lardan bu yana bir arada var olageldi. Ancak 1990’larda tartışma asimilasyonun bu iki anlamı arasındaki tercihin ötesinde Fransız kurumsal kapasitesinin asimile etme kabiliyeti üzerine bir tartışmaya evrildi. Zorunlu askerlik hizmeti yapanların oluşturduğu ordular nükleer çağda anlamını yitirince Fransız ordusu profesyonel bir orduya dönüştü, devlet okulları ise o kadar zayıf bir kurum görüntüsü arz etti ki az sayıdaki başörtülü öğrencinin asimile edilmesi yerine okuldan uzaklaştırılmaları için kanuni bir düzenlemeye gidildi. Öğrencilerin uzaklaştırılmasıyla devlet okulları asimilasyon politikasında artık merkezî bir yerde durmuyorlardı. 1990’ların sonuna doğru Fransız seçkinleri artık Fransa’da ırka dayalı ayrımcılığın olduğu gerçeğinden kaçamaz hale geldiler. Fransız asimilasyon modelinin bir mit olduğunu kabul etmek yerine, bütün bunların üzerine sömürge sonrası göçün veya ‘Müslümanların’ belli bir özgünlük/farklılık arz ettiğini öne sürdüler. Bu da siyasi seçkinlerin asimilasyon modelini yeni söyleme uyarlayarak kurtarabilmesine imkan verdi. Tam da bu bağlamda Sarkozy’nin neden birçok ikinci ve üçüncü nesil göçmen destekçileri olduğunu anlayabiliriz. Kadınlar da dahil olmak üzere dezavantajlı grupların güçlendirilmesine dayanan Amerikan olumlu eylem (affirmative action) sisteminden farklı olarak Sarkozy olumlu ayrımcılığı (discrimination positive) önerirken gerçekte Fransa’da azınlıkların tesisine karşı çıkıyordu. Aslında Sarkozy olumlu ayrımcılığın ‘Müslümanlara’ yardım etmesi gerektiğini söylerken olumlu ayrımcılığın sadece ‘Müslümanlara’ yönelik olmayacağını unutuyordu. Oysa insanlar oturdukları yer, derisinin rengi, ismi vb. birçok şeyden ötürü ayrımcılığa tabi tutuluyor.
Son olarak Sarkozy’nin işsizlik sorununu çözmek üzere öne sürdüğü mucizevî projeden bahsetmeliyim: Ek mesai saatleri için vergi muafiyeti getirmek! İşverenlerin daha az işçiyi daha çok çalıştırması için kolaylık tanıyan bir projenin işsizliği azaltmaya nasıl yardımcı olacağını anlamak zor görünüyor.
Bugün Fransa elitist bir ülkedir; 1950’lerin başında elit yüksek eğitim sistemi içindeki öğrencilerin % 21’i alt tabakalardan geliyorken bugün bu oran sadece % 7. Bugün Fransa’da gerçek bir kopuş yaratacak kişi elitlerin sosyal yeniden üretimini kıracak kişidir. Sarkozy ise alt tabakalardansa büyük sermayenin dostu olduğunu her fırsatta gösteriyor.