Burjuva Demokratik Dönüşüm ve Sol

İster “Bu da seçmenin muhtırası”, ister “Ekonomik istikrarın referandumu” olarak tanımlansın, 22 Temmuz seçimleriyle tescil olunan AKP’nin başarısının esas anlamı, 2002 seçimlerinde ortaya çıkan muhafazakâr-liberal dalgadaki sürekliliktir. 2002 Kasım’ında aldığı oyları, 2004 yerel seçimlerinde arttırıp, ardından 2007 seçimlerinde bu oy artışını devam ettiren AKP, 12 Eylül darbesinin yarattığı büyük toplumsal ve siyasal yıkımdan liberal-muhafazakâr hat üzerinden çıkışın son aşamasını gerçekleştirmek üzere geniş bir seçmen koalisyonundan yetki almıştır. Bu, aynı zamanda, Türkiye’ye özgü koşullarda yaşanan bir burjuva demokratik dönüşümün önemli kilometre taşlarından biridir. Burjuva demokratik dönüşüm anlayışının temel dayanaklarından biri, iktisadî istikrar içinde genel refah artışının sağlanması beklentisidir. Dönüşümün diğer siyasal ve toplumsal boyutlarına bu iktisadî beklenti büyük ölçüde damgasını vurur.

“Yaptıklarımız yapacaklarımızın teminatıdır” fikrini seçim kampanyasının merkezine oturtan AKP yöneticileri, “iktisadi büyüme her sorunu çözer” anlayışına yelken açarak, seçimden büyük bir başarıyla çıktılar. AKP’nin seçim başarısını sadece iktisat alanındaki başarılarıyla sınırlamak elbette kaba bir indirgemecelik olur. AKP’nin, bu denli geniş bir seçmen koalisyonunu etrafında toplayarak, 12 Eylül rejiminden çıkışın son perdesini yönetme yetkisini almış olmasında, karşısında yer alan belli başlı muhalefet güçlerinin 12 Eylül rejiminin otoriter, vesayetçi ve milliyetçi zihniyetiyle ve güvenlik devleti anlayışıyla özdeşleşmelerinin payı da büyüktür. Bu muhalefetin, AKP’nin iktisat politikalarını eleştirirken ısrarla dile getirdiği, “sahte-hormonlu büyüme” türünden akıl almaz inkârcılık, demokratikleşme konusunda benimsediği reddiyetçi tavır ve siyasal-iktisadî gelecekle ilgili paranoya seviyesine varan korku söyleminin bileşimi, AKP’nin “makul umut politikası” üretmesini ve bunu geniş bir seçmen kitlesine benimsetmesini kolaylaştırdı.

2002 seçimlerini izleyen Birikim dergisinde, Türkiye’de modern muhafazakârlığın sessiz bir burjuva devrimi biçiminde yerleşebileceği dile getirilmişti.[1] 2007 seçimleri, bu öngörüyü açık biçimde teyit etti. Dört buçuk yıllık hükümet icraatleri ve son seçim sonuçları, AKP’yi, Terakkiperver Cumhuriyet Fırkası-Serbest Fırka ve ardından 1950’lerin birinci yarısında Demokrat Parti’nin-1960’ların Adalet Partisi’nin temsil ettiği uzun erimli siyasal geleneğin, yeni toplumsal koşullara uyumlu değişiklikler içinde devamı olarak ele almanın yanlış olmadığını gösterdi. AKP’nin hükümet icraatlerindeki yalpalamalar, attığı geri adımlar, demokrasi konusunda hükümetin aldığı çelişkili tavırlar, liyakatten ziyade aidiyeti ön plana alan kadrolaşma, hizmet götürmeyi her türlü icraat için yeterli meşruiyet olarak gören işgüzar kalkınmacı/zenginleşmeci anlayış, partinin üst yönetim kademelerinden tabana indikçe artan taşra muhafazakârlığının tahakkümcü tezahürleri, vb... bu uzun erimli geleneğin doğal parçaları olarak, AKP iktidarında da varlıklarını gösterdiler. Ama aynı zamanda, diğer iktidar adayı partilere nazaran, demokratikleşme beklentilerine en yakın parti konumunu AKP elinde tutabildi. AKP’nin bu konumu koruyabilmesinde, CHP’nin soyut bir cumhuriyet fikrini merkeze alan ve vesayetçi demokrasiye göz kırpan tavrının büyük katkısı oldu.

AKP, bu bağlamda, Turgut Özal’ın başlattığı 12 Eylül darbesi yıkımından liberal tercihleri tatmin ederek çıkma çabasını muhafazakâr demokratik toplumsal dönüşüm beklentisiyle birleştirerek, kendi doğal seçmen çevresini aşan bir oy topladı. Bunlar dikkate alındığında, önümüzdeki dönemde AKP’nin liberal-muhafazakâr sağın partisi olarak, merkez sağ olarak adlandırılan siyasal alanı bütünüyle ve epey uzun bir süre dolduracağı açık biçimde görülüyor. DYP ve ANAP birleşmesinin kısa zamanda başarısızlıkla sonuçlanması ve Mehmet Ağar’ın DP’sinin aldığı seçim hezimetini, kişisel ve konjonktürel etmenlerden önce, AKP’nin oluşturduğu bu güçlü dip dalgasında aramak gerekir.

Arada yaşanan geçici siyasal bunalımlar, özellikle Nisan 2007’den itibaren sahneye konulan “cumhuriyetçi/laikçi sivil toplum aktivasyonları” ve bunu tamamlayan bildirimsi muhtıra, bu inkılâbın giderek etkisizleşen, etkisizleştiği oranda gürültücü olan tepki kutbunu oluşturuyor. Ama 22 Temmuz gecesi ortaya çıkan seçim sonuçları, bu iki kutup arasındaki güç dengesinin bütünüyle tersine döndüğünü de ilan etti. Yaşanan dönüşümün, sessiz inkılâbın nirengi noktasını altüst olan güç dengesi oluşturuyor.

Oluşan bu geniş liberal-muhafazakâr seçmen koalisyonunun bu cüssesiyle ne kadar sürekli olabileceğini, AKP’nin icraatleri kadar, belki ondan da fazla, karşısında yer alan son derece heterojen muhalefet belirleyecek. Bu açıdan bakıldığında, AKP’nin geçmiş hükümetteki icraatlerinin, duraksamalar ve tökezlemeler dahil olmak üzere, kabaca aynı biçimde devam etmesi durumunda sağın merkez partisi olmaya devam edeceği gibi, siyasal alanın hegemonik gücü olarak da konumunu pekiştirmesi kuvvetle muhtemel. AKP’ye bugün artık güçlü biçimde sahip olduğu burjuva demokratik dönüşüm partisi konumunda rakip olacak potansiyeli, öngörülür bir gelecekte CHP ve MHP muhalefeti taşımıyor. DTP ise, doğal olarak CHP ve MHP’den daha fazla, AKP’ye yakın durma eğilimi gösterecek bir yapıda. DYP-ANAP çevresinden geriye kalanların ise, uzun bir dönem yaşadıkları şokun psikolojik olarak tedavi edilmesine ihtiyaçları olacak.

AKP’nin elde etmeye başladığı hegemonik konuma en iyi işaret eden olgu, MHP’nin, DTP’nin, DP’nin ve elbette SP’nin seçmenlerinin çoğunluğunun ikinci tercihinin AKP olmasıdır. Bu veri bile, bu partinin merkez sağ alana kalıcı biçimde yerleştiğini ve bu alanda orta vade içinde kendisine karşı güçlü bir rakibin çıkma şansının olmadığını teyit etmektedir. Önümüzdeki dönemde de, 27 Nisan muhtırası benzeri gerginliklerin çeşitli vesilelerle gündeme gelmesi muhtemeldir ama bunlara AKP’nin vereceği tepkinin de 27 Nisan muhtırası sonrası tepkiden daha gür olması bir o kadar ihtimal dahilindedir.

CHP’nin ise, diğer partilere oy vermiş seçmenlerin büyük çoğunluğunun ikinci tercihlerini temsil etmeyen, kendi içine kapanma eğilimleri yüksek bir toplumsal kesim partisine dönüştüğünü, seçim sonuçları ve anketlere yansıyan seçmen tercihleri gösterdi. Parti yönetiminin seçim sonuçlarını değerlendirme biçimi de, bu partiye hakim olan zihniyet dünyasının nasıl bütünüyle kendi içine kapanmış olduğunun en güçlü ispatıydı. Bu seçimlerde, DSP, YTP ve bir kısım SHP’lilerin oy potansiyelini birleştiren CHP, bu anlamda seçimlere “tek parti” olarak girdi ve “sosyal demokrasi birleşirse, şeytanın bacağını kırar” efsanenin bacağını kırmayı başardı. 22 Temmuz seçim sonuçları, CHP’nin, arkaik bir devlet-toplum ilişkisini kutsayan ve bu ilişki tarzını kendi üstün toplumsal konumunu yeniden üretmenin bir aracı olarak gören bir zümre ile, Sünni baskısı karşısında tarihsel bir refleksle bu partiyi bir tür kalkan olarak görmeye devam eden Alevi çevrelerin içine sıkışıp kalmış bir parti haline dönüştüğünü gösterdi. Bu partinin AKP’ye karşı bir sol muhalefet kutbu teşkil etme iddiasını taşıyamayacağı olgusu, geçmişte olduğundan çok daha çarpıcı biçimde son seçim kampanyasıyla ortaya çıktı. Deniz Baykal’ın seçim öncesinde diline doladığı ve seçim kampanyası sırasında niceliksel olarak en fazla öne çıkardığı kavramların “devlet”, “millet”, “laiklik”, güvenlik” ve “tehlike” olması, buna karşılık “eşitlik”, “ezilenler”, “haklar” gibi solun aslî kavramlarını hemen hiç kullanmaması, “sosyal demokrasi”yi referans almaması konjonktürel bir sapma değildi.[2]

CHP’yi tanımlamak için ilk kez sol etiketinin partinin genel başkanı tarafından resmen kullanıldığı 42 yıl öncesiyle bugünkü CHP arasında bir süreklilik olduğunu bir kez daha hatırlatmakta yarar var. 29 Mayıs 1965’te İsmet İnönü CHP’nin ortanın solunda olduğunu şu cümlelerle ilân ediyordu:

“CHP bünyesi itibariyle devletçi bir partidir ve bu sıfatla elbette ortanın solunda bir anlayıştadır (...). Adalet Partisi sağcıdır. Onlara söylüyorum, siz sağı koruyun aşırılardan, ben solu koruyayım. O zaman memlekette korkuya yer kalmaz. Onların karşısında biz sol bir partiyiz. Bizim solumuzda da bir tehlike var; biz kendimizi onlardan koruruz.”[3]

“Bünyesi itibariyle devletçi olan” ve bu nedenle devleti kollama ve koruma misyonu her şeyden önce gelen CHP, günümüzde solunda bir “tehlike” kalmadığı için, bu koruma refleksini “Cumhuriyet’i koruma ve kollama” söylemi içinde ifade ediyor. Bu açıdan bakınca, CHP’nin Türkiye siyasal yaşamının hakiki merkez partisi olduğu daha bariz biçimde görülüyor. Bilindiği gibi, merkez partisi olmak, müesses siyasal-iktisadi düzeni olduğu gibi sürdürmek misyonuyla donanmış parti olmak demektir. Türkiye’nin tarihsel-toplumsal geleneğinde, merkez partisi olmak devlet partisi olmak demektir. 12 Eylül sonrasında emekli general Turgut Sunalp’in başkanlığında denenen Milliyetçi Demokrasi Partisi, bu merkez partisi oluşturma girişiminin toplumsal tabanı olmayan bir versiyonuydu. İlk seçim dalgasıyla silip süpürüldü. Buna karşılık, Baykal CHP’si günümüz Türkiye’sinin otantik merkez partisi olarak siyaset sahnesinde yer alıyor. Bugün CHP, 1983 seçimlerinin üzerinden 25 yıl geçmiş olmasını da dikkate alarak, Turgut Sunalp’in MDP’sine daha yakın, hatta Calp’in Halkçı Partisi’ne daha uzak bir konumdadır.

Ne var ki Baykal CHP’sinin talihsizliği, yeniden merkez devlet partisi statüsünü kazandığında, bu merkezin artık hegemonik bir kutup olmaktan çıkmaya başlamış olmasıdır. CHP’nin tamamen savunmacı bir hatta çekilip, “Cumhuriyet için oy verin” çağrısının arkasına sığınmasının ele verdiği durum, “Atatürk ilke ve inkılâpları” formülü arkasında yatan Altı Ok ideolojisinin hegemonik konumunun sona ermeye başlamasıdır. 2007 seçimlerinin, “Atatürk milliyetçiliği” olarak tanımlanan devlet merkezli vesayetçi ideolojinin hegemonyasının sona erdiğinin tescillendiği an olarak tarihe geçmesi kuvvetle muhtemeldir. Toplumsal tahayyülde yaşanan dönüşüm dikkate alındığında, devletçi muhafazakârlık kutbunu temsil eden CHP’nin karşısında AKP’nin liberal muhafazakârlığının seçmen topluluğu içinde çok daha geniş bir cazibe yaratmasını bu nedenle doğal bulmak gerekir. Ama Türkiye siyasal yaşamının bu iki zıt kutbunun da ortak özelliklerinin muhafazakârlık olmasının, sol açısından dikkatle değerlendirilmesi gerekir. Bugün Türkiye’de solun elinde, siyasal ve kültürel muhafazakârlıkları aşındırarak, topluma başka bir dönüşüm ufku önerme olanağı var. Solun bunu başarabilmesinin olmazsa olmaz ön koşulu kendi siyasal ve kültürel muhafazakârlıklarından kurtulmasıdır.


Daha önce bu dergi sayfalarında yer almış AKP değerlendirmelerine ilave edecek yeni bir şey olmadığı tespitinden hareketle, bu yazıda daha çok AKP ve onun temsil ettiği liberal-muhafazakâr hegemonyaya karşı bir sol alternatifin olasılıkları üzerinde durmaya çalışacağız. Artık kendini tekrarlayan bir CHP eleştirisi üzerinden değil, CHP’nin sol tahayyül üzerine koyduğu ipoteğin artık etkisizleşmeye başladığı, önümüzdeki dönemde bu etkinin daha da zayıflayacağı varsayımından hareketle bu olasılıkları aramanın daha verimli olduğu kanısındayız. Türkiye sol düşününün, içinde CHP geleneğinin yer almadığı bir siyasal tahayyülü üretme koşulları, geçmiş dönemlere kıyasla önümüzdeki dönemde daha kolaylaşacaktır. Artık Türkiye’de sosyalist, özgürlükçü, hatta sosyal-demokrat sol için bile CHP’nin, sol içinden bir eleştirinin nesnesi olmaktan çıkması gerekir. Önümüzdeki dönemde Türkiye solunun CHP’ye karşı, bir muhafazakâr merkez partisini eleştirirken alacağı tavırdan daha fazlasını almaya ihtiyacı olmayacaktır. Bu aynı zamanda olumlu bir gelişmedir, çünkü CHP’yle uğraşmak yerine, CHP yokmuş gibi davranmak, hakim düzene muhalif olma iddiasındaki sol hareketleri söz, düşün ve eylem olarak özgürleştirecektir. Ama hemen belirtmek gerekir ki, liberal-muhafazakâr düzen muhalifi hareketlerin, AKP’yi iktidara taşıyan ve onu iktidarda tutan siyasal-toplumsal dalgaya toplumsal-tarihsel tahayyül dünyasında alternatif olma aşamasına gelebilmeleri için, bir seçim döneminden çok daha uzun bir zaman gerekecektir.

Bu yeni yaklaşım arayışlarına küçük bir ipucu verebilecek bir örnek olarak, solun iktisadi gidişat karşısında aldığı tavra ve ürettiği muhalif söylem tarzına kısaca değinebiliriz. CHP yöneticilerini seçim sonrasında seçmeni irrasyonel olarak suçlamaya kadar vardıran olay, aslında Türkiye’de solun eleştiri anlayışının iflas ettiği yeri de gösteriyor. Seçim öncesinde CHP yöneticileri, basında bu partiyi destekleyen yorumcular, hatta sosyalist solun önemli bir bölümü, son dört yıldan beri devam eden iktisadi büyümenin “sahte”, “hormonlu”, “bağımlı” veya üçü birden olduğunu, bu büyüme verilerinin halkın günlük yaşamında gözlemledikleri yoksullaşma ile çeliştiğini iddia ettiler. AKP hükümetinin dört buçuk yıllık icraatini ele alırken CHP’nin kullandığı, Perinçek’in İşçi Partisi kıvamındaki dil ve çözümleme sığlığı da işin cabasıydı.[4] Bu denli pespayeleşmeseler, şarlatan milliyetçiliğe fazla prim vermemeye çalışsalar da, solda yer alan birçok kişi yaşanan büyümenin “kağıt üzerinde büyüme” olduğunu söylemenin, bunu ispat etmeye çalışmanın muhalif olmanın birinci gereği olarak gördü. AKP’nin “iktisadi başarısı”, AKP’nin başarı göstergelerinden hareketle yalanlanmalıydı. AKP kişi başına 5.000 dolar milli gelire ulaştık diyorsa, bunun yalan olduğu; yılda yüzde 7 büyüme yakaladık diyorsa, bunun sahte bir rakam olduğu, “gerçek iktisadın verilerinin bunu göstermediği” söylenmeliydi. Muhalif olmaktan anlaşılan buydu.

5 yıl gibi uzun sayılacak bir zaman diliminde, kesintisiz biçimde elde edilen büyüme, nasıl sahte olur; sahte büyüme ne demektir türünden sorular, IMF politikalarına ve neo-liberalizme teslimiyet olarak damgalanarak, gayrımeşru ilan edildi. Halbuki üzerinde esas düşünülmesi gereken ilk olgu, liberal-muhafazakar dalganın IMF’siz de bu politikaları sürdüreceğiydi. AKP’yi “IMF’in maşası” olarak eleştirmek, yaşanan liberal-muhafazakâr toplumsal dönüşümü büyük ölçüde belirleyen iç dinamikleri gözden kaçırmak veya bunları bir tür kukla olarak değerlendirmek, dolayısıyla hafife almak demekti. İkinci olarak, elde edilen büyümenin bir gerçekliğe tekabül ettiğini kabul etmemek, bunun sahte olduğunu, “halkın açlıktan ve yoksulluktan kırıldığını” iddia etmek, aynı halk nezdinde uzaydan konuşan adam olarak algılanmak demekti. Nitekim gelir dağılımı dilimlerine göre ortaya çıkan seçmen tercihleri, hangi kesimlerin belli bir büyümenin varlığını gerçekten algıladığını ve bu büyümeyi sürdürme yetkisini kime verdiğini açık biçimde gösterdi.

Sol, büyümenin sahte olduğu iddiası gibi, demagojiyle irrasyonellik arasında gidip gelen bir noktadan değil, bu büyümenin sonuçlarıyla ilgili eleştirel değerlendirmelerden hareket ederek, büyüme güzellemesini eleştirebilirdi. Örneğin, bu büyümeyi besleyen kamu maliyesinin vergide adaletsizliği daha da bozduğu, yüksek reel faiz politikasının kamu harcamalarını sosyal devlet anlayışına göre çarpıtttığı, uluslararası rekabet dinamiğinin emeğin üretilen katma değerden daha az pay almasına da dayandığı, piyasanın esnekleşmesinin sosyal açıdan yıkıcı sonuçları olduğu, cari açığın boyutlarının potansiyel bir tehlike oluşturduğu, yüksek faiz-düşük kur ikilisinin büyümeyi kırılgan bir patikaya yerleştirdiği, böyle bir büyüme ile çevre sorunlarının katlanarak arttığı, vb...eleştirileri güçlü biçimde dile getirmek, kısacası IMF’li veya IMF’siz bu liberal-muhafazakâr hegemonyanın uygulamakta kararlı olduğu neo-liberal politikaların gerekli, gerçekçi ve yerinde eleştirisini yapmak mümkündü. Bunun yerine, artık ezberlenmiş ve bu nedenle işitilmez hale gelmiş bir genel sefalet, sahte büyüme ve dış güçlere bağımlılık edebiyatına eleştiriyi sıkıştırarak, halk nezdinde daha inandırıcı olunacağı inancından hareketle, muhalefet yapmanın babadan kalma yöntemleri kullanılmaya devam edildi. Böylece ekonomizmin muhalefetteki versiyonunun, iktidardaki versiyonundan kaçınılmaz olarak daha bayağı olduğunu bir kez daha gördük.

Bu tür eleştirilerin çoğunun günlük yaşamda karşılığı yoktu. Bütün toplumlarda her zaman varolan hoşnutsuzluk ve tatminsizlik ifadelerini, bu iktisat uzmanları ve onların borazancıları bir iktisadi kötü gidiş alameti olarak algılayacak kadar iktisat sosyolojisinden bihaber olduklarını gösterdiler. İnsanların “yoksul musunuz?” sorusuna verdikleri yanıtla ölçülen öznel yoksulluk oranının, gelişmiş ülkelerde gelişmekte olan ülkelerden daha yüksek çıktığı konunun uzmanlarının malumudur. Bunun anlamı, nesnel kıstaslarla ölçülmeye çalışan yoksullukla insanların kendi durumlarıyla ilgili yoksulluk algılaması arasında büyük bir fark olduğudur. Bir ülkede hızlı büyüme yaşanırken, büyüme biçimine göre, nesnel yoksulluk ölçütlerinde iyileşme olabilir ama yoksulluk algılaması da artabilir. Bu bir açıdan yoksullukla yoksunluk arasındaki farkı gösterir. Büyüme, gelir dağılımını bozarak, gerçekleşebilir ama hiçbir ciddi iktisatçı, Marksist veya liberal olsun, beş yıl aralıksız devam eden yüksek oranlı bir reel büyüme hızı varsa, hele bu büyüme enflasyonun düzenli biçimde azalmasıyla atbaşı gidiyorsa, bu büyümenin toplumun geniş kesimlerinde bir yoksullaşmaya yol açmayacağını bilir. Bu hızda ve böyle göreli geniş bir zaman aralığında gerçekleşen bir büyüme, zengin kesimlere daha fazla yarayabilir, yoksullarla zenginler arasındaki refah farkını büyütebilir, ama yoksul olanların mutlak olarak daha fazla yoksullaşmalarına, istisnai durumlar dışında, yol açmaz. Kısacası, Türkiye’de 2007 Yaz’ında beş yıl öncesine göre daha fazla aç ve mutlak biçimde yoksul insan olduğunu iddia etmek veya bunu ima etmek için, sözkonusu büyümenin bir aldatmaca olduğu, sahte olduğu, hormonlu olduğunu iddia etmek gerekir. Bu yola girildiğinde, gelecekle ilgili bir umut ışığı, hep birlikte gerçekleştirilecek olumlu bir perspektife çağrıda bulunmak yerine, ya gerçek duruma tekabül etmeyen bir felaket tellallığı yapmak ya da görülmez gizli güçleri, menfur planları teşhir etmekle yetinmek kaçınılmazdır.

Bu noktada, geleneksel solun, sadece Türkiye’de değil, başka ülkelerde 20. yüzyılda çok sık rastlanmış olan önemli açmazlarından biri karşımıza çıkıyor. Burjuva düzeni ve kapitalist sistemin aşılması, bu sistemin bir daha belini doğrultamayacağı nihai bir iktisadi krizin ardından gerçekleşecektir inancıdır bu. Bu beklenti nedeniyle geçen yüzyılda muhalefetteki komünist partileri, kapitalizmin devrevi krizlerinin sosyalizme giden yolu açacağı inancıyla, hep bir sonraki krizin nihai kriz olacağı beklentisiyle yaşadılar: Sosyalist sola ekonomizmle bulaşmış olan bu açmaz, ancak iktisadi çöküş ve bu çöküşün yaratacağı anti-kapitalist tepkinin ardından sosyalizmin gündeme gelebileceği inancından hareketle, reel iktisadi gelişmenin varlığını inkâr etmeye götürür. İnsanların iktisadî durumları kötüleştikçe ve ancak bu durumda, soldan gelen seslere kulak kabarttıkları inancı da bunun uzantısında yer alır. Halbuki bu solun en batıl inançlarından biridir. İktisadi büyümenin sonuçlarından memnun olmayanlar, bu büyümeyi mümkün kılan iktisadi-toplumsal düzenin değişmesini değil, bu büyümenin nemalarından yararlanma tarzının kendi lehlerine değişmesini talep ederler. Bu ise, en iyi ihtimalle ılımlı bir sosyal-demokrat hareketin cazibesini arttırır.

Düzen içi sol olarak tanımlayabileceğimiz sosyal-demokrat yaklaşımlar, büyümenin olumlu yan etkilerini talep eden, sosyal adalet ilkeleri merkezli bir paylaşım mekanizması öngören bir tavrı genellikle benimserler. Büyümeye yönelik eleştirilerini büyümenin inkârı üzerine değil, büyümenin yönünün ve sonuçlarının tatmin edici olmaması üzerine inşa ederler. CHP, sosyal-demokrat bir parti olmadığı için, seçim öncesinde bunu da yapamadı. Bu siyasal tavrın taşıyıcılığını üstlenemedi. Büyümenin gerçekliğini inkâr etmek gibi, bir sosyal demokrat parti için bütünüyle “mantıksız” olanı yapabildi. Üstelik CHP, sağcı bir elitist-otoriter parti olarak, somutta yaşanan büyümeyi “sahte” ilan ederek, kendi iktisadi büyüme anlayışını da bütünüyle anlaşılmaz kılmayı becerdi. Kalkınmakta olan ülkelerde, CHP veya AKP gibi partilerin iktidarında büyüme üç aşağı beş yukarı Türkiye’deki gibi olur. CHP bu büyümeyi inkâr ederek, önce kendini topuğundan vurdu.

Asıl düşündürücü olan, sadece CHP’nin değil, sosyalist solun önemli bir bölümünün de bu büyüme inkârı kolaycılığına kendini kaptırabilmesi ve iktisatta felaket tellallığı yaparak iktisat toplumunda alternatif olunabileceğini zannetmesidir. Halbuki varolan düzene alternatif olmak, herşeyden önce iktisat aklının tahakkümünü kırabilecek bir söylem geliştirmekle mümkün olabilir. Sosyalist solun, büyümenin sahte olduğu türünden iddialarla oyalanmak ve bu arada inandırıcılığını kaybetmek yerine, esas olarak iktisat aklını eleştirmesi ve bu aklın tahakkümünün görünmez kıldığı, toplumsal sonuçları açısından iyiye, güzele, arzulanabilir olana işaret eden diğer akıl biçimlerinin görünür kılınmasına uğraşması beklenir. 22 Temmuz seçimleri, hem iktisat aklı içinden konuşup hem de iktisadın kendi gerçeklerini sahte ilan etmenin tutarsızlığını ve toplumun bu bariz tutarsızlığı sergileyenlere karşı tutumunu göstermesi açısından anlamlıdır. Türkiye solunun toplumu dönüştürmede öncülük etme iddiasını ortaya atmadan önce, kendini, tahayyül dünyasını köklü bir dönüşümden geçirmesi gerektiğini 22 Temmuz seçim süreci ve sonuçları çok daha açık biçimde gösterdi. Türkiye toplumunun tarihsel-siyasal özelliklerine tekabül eden bir “burjuva hegemonyası”nın kurulmaya başlandığı bu dönemle birlikte, solun hamaset, ucuz teşhircilik, komplo detektifliği ve gözü kapalı inkârcılık türünden geleneksel muhalefet reflekslerine kendini bırakmadan, “başka bir dünya mümkündür” fikrinin “başka bir toplum/yaşam nasıl olabilir?” sorusuyla birlikte toplumsal tahayyülde sorulur hale gelmesine çalışması zamanı gelmiştir.

[1] Birikim, sayı:163-164, “Muhafazakâr Demokrat İnkılâp: 1946-83 ve sonunda 3 Kasım”.

[2] Bkz. Ayhan Kaya ile söyleşi, “CHP asla sol olmadı”, Evrensel, 27.7.2007.

[3] Aktaran, Faruk Mercan, Aksiyon, 4.12.2006.

[4] Bkz. Ekonomi Bülteni, sayı: 115, 10.5.2007, örneğin “4.5 yıllık AKP iktidarının karanlığında” başlıklı yazı.