Ulus Baker aramızdan ayrıldı.
Ama zaten neredeyse onu tanıdığımızdan beri, aramızda, bir bedeni, bedeni ihtiyaçları yokmuşçasına varolmasına ister istemez alışmış değil miydik? Bunun öyle düşünülüp tasarlanmış bir tavır alış, daha önceden bildiğimiz, yavaşlatılmış intihardan derin mistizme kadar çeşitlenen, dünyadan ve fiziki varlığından vazgeçme hali olmadığını anladığımızda, hiç de uzak olmayan bir gün bedenini bırakıverip gitmesini önlemeye çalışmanın imkânsızlığını, beyhudeliğini de anlamış değil miydik? Görünüşüyle, bir münzevinin dünyaya, hayata sırt dönmüşlüğünü; yazdıkları ve sohbetiyle dünyevi-insani-fani-gerçeğin ötesindeki bir “hakikat”in cezbesindeki bir ermişin kendinden geçmişliğini fazlasıyla andıran bu umursamazlığın, bunların tam tersine dünyaya, hayata, insana varlığının tümünü hasretmiş bir ilgi ve bilme isteğinden kaynaklanıyor olabileceğini sezdiğimizde; yani bu umursamazlığın neredeyse mutlak bir farkındalık hali olduğunu anladığımızda, duyduğumuz tarifsiz iç ürpertisi onun adına olduğu kadar, kendi adımıza da değil miydi?
Öyle olmaması mümkün müydü? Çünkü onun şahsında, durumunda varoluş özgüllüğümüzün herhalde en çetin sorununun/sorunsalının merkezinde hem nasıl bir dinginlik hem de nasıl uğultulu bir girdapla kuşatıldığımızı görüyorduk. Orada olmanın, en keskin duyguları, zıt hükümleri davet eden bir konu veya olay sözkonusu iken, en derin bir bilgi yumağı ve bilme isteğiyle konuşurken bile sesinin ve hareketlerinin o tülümsü yumuşaklığına sarmalanmış olmak; ama aynı zamanda da fırtınalı bir ummanın üzerinde durmaya çalışan nesnenin dönüp duran rüzgarlar ve akıntılarla çekilip götürülmesi gibi; sözü, düşünme yönünü sabitlemeye çalıştığınız yerden alıp, bambaşka ufuklara sürüklemek; orada gördüğünü daha tam anlatamadan belirivermiş bir merakın peşinde yeni bir iklime seyahatin hazzıyla kendinden geçmek demektir.
Ulus’un yazısı da sohbeti de böyleydi, bu idi.
Ama aynı zamanda “kendi”ni kurtaramamak, daha doğrusu o daha çok bedeniliğimizi ifade eden “kendi”mizi kaptırmak pahasına, insani özgüllüğümüzün kurtuluşuna dair çağrışımlarla da yüklüydü burada.
Bilginin, en geniş anlamıyla bilme yetimizin ve faaliyetimizin kendinde bir amaç, bizatihi kendisi için amaç olabilmesinin imkân sınırlarını zorlayan, şahsi varoluşunu bunun deneyimi olarak sorunlaştıran bir hayat gibiydi Ulus.
Bilgi veya fikir “sahibi olmak” gibi normal olarak kullandığımız ifadelerin en kestirme yoldan gösterdiği üzre, insani özgüllüğümüzü “öz be öz” yansıtan bilme yetisi ve ihtiyacımızı ve onun bilgi/fikir, anlamlandırma gibi tatmin biçim ve tezahürlerini, doğal-bedeni ihtiyaçlarımızı ve onların tatmin biçim ve nesneleri için kullandığımız ilişki terimleri ile ifade edişimiz yadırganmaz; normal olandır bu. Zihnî yeti, etkinlik ve “ürün”lerinin sırf kendileri olarak değerinden söz etsek bile; onların “gerçekçilik” temelindeki bir “son analizde” bedenimizin ve bedeni ihtiyaçlarımızın belirleyiciliğine kaçınılmaz biçimde tabi olduklarını, onları bu ihtiyaçlarımızın bir aracı olarak algıladığımızı ve araçsallaştırılabilmeleri ölçüsünde önem ve değer atfettiğimizi teslim etmek zorundayız.
Modern düşünüş bu yaklaşımı sorgulamanın anakronizmle damgaladığı metafiziğe kapı aralamaktan başka bir şey olamayacağını kibirle öğütlemişti bize. Bilme yetimiz ve etkinliğimizin fiziğe endeksliliği “doğruluk” kıstaslarının onunla rezonansı, araç olma ve araçsallaştırmayı mantıkileştirdiği gibi; amacı bilmenin ve bilginin kendinde değil, bilme nesnesinde içrek veya atfedilmiş saymayı da öngörüyordu.
Ulus Baker, amaç/anlam arayışının metafiziğin soyutlamalar dünyasında değil, bedeni-fiziki dünyanın içinde, onunla ilişki ve eylemimizin bilme/üretme/yaratma boyutunda, bedeni-fiziki ihtiyaçlardan arındırılarak, hiçbir araçsallaştırma kaygısı, tatmini güdülmeksizin yürütülebileceğini; daha doğrusu artık bu aşamanın eşiğinde olduğumuzu gösterdi bize. Bir Spinozo metni üzerinde olduğu kadar bir siyasal eylem ya da halk şarkısı; resim şaheserleri üzerine olduğu kadar alalade video klipleri veya kitsch nesneler hakkında da onca bilgiyle, alıp başını gidercesine konuşup yazabilmesi bundandır.
O naif bedeninin, tül gibi varlığının hemen uyandırıvereceği acıma duygusunu bir gıpta ve şefkat duygusuna dönüştürüveren de onun o eşikte durduğunu biliyor olmamızdı. Yakınmayan, etrafına en azından bir dram havası yaymayan benzersiz dinginliği, inanılmaz çekicilikte bir manzarayı ilk kez görmüş birinin aklının hep orada olmasına bu kadar benzemesi de o yüzden. Konuşup yazdıkları, henüz eşiğin az berisinde olan bizlere bazen kendi kendine mırıldanma gibi gelmesine rağmen, merak ve ilgimizi bu kadar teşvik edebiliyorsa nedeni, o eşiğin ötesine dair olup görebilme umut ve heyecanını depreştiriyor olmalarıdır.
Onu her hatırlayışımızda içimizin hep böylece ürpereceğini bilmek, onun yaşıyor olmasının yeterli kanıtı bizce. Ona en fazla yakışan yaşamak da buydu zaten.