Ulus Baker hakkında, ardından konuşuyor olmanın kederli idrakiyle konuşmak, onun kaybını kabullenmek, ne zor. Oysa beklemiyor olamazdık bunu, pekâlâ bekliyor olmamız gerektiğini itiraf etmeliyiz kendimize. Az değil, şöyle böyle bir on yıldır durumu adım adım vahimleşiyordu. “Vahim” kelimesini sever, anlamını genişleterek, bazen de evcilleştirerek kullanırdı Ulus. “Sıradan” bir kötülüğe “vahim” diyebilirdi, kikirdeyerek. Onun vahameti evcilleştiren diline kandık, koşullarının aşama aşama ağırlaşan “normallerine” alıştık, alışmaya rıza gösterdik.
Onun iradesiz, neredeyse tümüyle “kendi”siz görünen şeytan tüylü yumuşaklığının ardında, herkesi, hepimizi boyun eğdiren böyle acayip bir irade saklıydı. Sanki “mahremi” gibi olan varoluşsal bir alana müdahaleye izin vermeyen, acayip bir irade.
Hele sahiden vahimleşmeye başladığı yaklaşık on yıl evveline kadar, gerçekten tamamen “kendisiz” gibiydi Ulus; selbstlos gibiydi. Onun ardından yazıyor, konuşuyorken esasında kendinden bahsedenleri gördüğümüzde, daha iyi anlıyoruz Ulus’un bu hususiyetini.
Selbstlos. O da Almancasıyla söylerdi muhtemelen. Bir kendilik hangi dildeyse, o dilde söylerdi... Kendi fizikî varlığını hesaba katmayan, bahse konu etmeyen, sâfî Intellect gibiydi. Kendisinin, fizikî varlığının sorumluluğunu almamasının görünüşü idi bu. Bekasının temel ve ama süflî, süflî ve ama temel gereksinimlerini zımnen etrafına havale ediyordu. (Gereksinimlerin tanımlanmasına ise asla izin vermeden.) Sonraları, bir Intellect’ten ibaret olmadığını dillendirmeye başlamıştı aslında, bir bakıma yardım sinyali veriyordu; ama “yardım”lara yine tam geçit vermeden. Uzattığı eli tutmaya kalktığınızda, kayıp gidercesine avcunuzdan...
“Kamusal bir figür” olarak Ulus Baker... Kâmilen bir efsaneydi, değil mi? Medya-aşırı, alternatif bir şöhreti vardı onun. Nâmını işitenler, uzaktan bilenler için, “live” bir deli-dâhî imgesiydi... Onun hikâyeleri, anektodları bire bin katılarak orada burada anlatılırdı. Zamanımızın (zamandışı) bir kahramanı...
En yakınındakiler için de, efsane değil miydi biraz? Ulus’un “aslında” kim olduğunu, nereden gelip nereye gittiğini kim bilirdi, kim biliyor tam olarak? Sırlı biriydi Ulus. O esnadaki “durumunun” tam ne olduğuna dair rutin müphemliklerin berisinde, geçmişine dair, en yakınındakilere bile tastamam malûm olmayan muammaların brandası geriliydi. Bu-dünyada-olmamaklığının berisinde, o muammalar vardı muhakkak. Ama işte; oralar, herkese yasaktı.
Çok insanı etkiledi, kendine hayran ve âşık bıraktı Ulus. Çok insan bağlandı ona. Çok insan kendini ondan sorumlu hissetti, onun sorumluluğunu hissetti. Etrafında her zaman halka hala genişleyen bir gönüllüler çemberi oldu. En yakınında durup, ona ciddi ciddi mesai adayanlardan, kulağı onun haberlerinde olup da bir ihtiyacını karşılamaya amâde bulunanlara, gıyâbında onun nâmına karalar bağlayanlara kadar. Kim inkâr eder; mihneti az değildi! Ama herkes cân-ı gönülden talip oldu bu mihnete. Kimi süreli, kimi fasılalı, kimi sokurdanarak, onun adına kahrolmanın ilenmesiyle, kimi dervişçe, ses etmeden... Ona muhterem bir kabile büyüğüne, bir ulu ihtiyara ve bir çelimsiz çocuğa siyanet eder gibi, rikkatle bakan bir cemaat bulutu vardı etrafında. Ulus’tan endişe etmeye angaje bir âcizler cemaati.
Şimdi o âciz cemaatin mensupları, acı acı soruyor kendi kendine, birbirlerine: Neye yaradı? Kâfi miydi? Yakamızı hiçbir zaman bırakmayacak olan bu zalim sorunun tatminkâr bir cevabı yok. Ama şu var: Ulus’u kollama deneyimi, harekete geçirdiği enerjilerle, tabii ki yetersizlikleriyle de, bir erdemi öğretti bize. Biz Ulus’tan da burada da bir şey öğrendik: Birbirini sahiplenmenin, arkadaşından sorumlu olmanın erdemini öğretti bize. Ancak Onun gibi müstesna biri, böyle bir seferberliği yaratabilirdi. Bu erdemi öğrendik ve bu erdemi yaşamanın, yaşatmanın ‘çağımızdaki’ müşkülâtını da öğrendik. Ulus’un hatırasını yaşatmak, mutlaka, bu can çekişen erdemi var etmekle alâkalı olmalı.
Ne çok insana öğretmenlik etti. Derli toplu bilgi edevatından ziyade, büyüleyici köşe bucakları, göz kamaştırıcı ters açıları (son zamanlarda görsel bilgiye yoğunlaşmıştı) öğretti, yan bakmayı öğretti. Ulus Baker mitosunun vazgeçilmez bir unsuru, bildiği onca dildi; Ulus Baker muammasının unsurlarından biri de, bunların hangilerine tam teşekküllü hakim olduğu... Kadim Yahudi ilâhileri de dinledik onun sesinden, Afrika ninnileri de, Rus halk şarkıları da... Bilginin, düşünmenin, tefekkürün ummanına açılmanın şehvetini öğretti Ulus. Bir üniversite, akılla-fikirle-bilgiyle böyle sevişen bir adamı, sırf bu vasfı uğruna, kendi faunası içinde tutabilmeliydi aslında; ama yoktu ki öyle bir fauna...
Yalnızca “teknik” anlamda öğrencilerden değil, onunla yârenlik eden herkesten, onun sohbet halkalarında bulunan herkesten bahsediyoruz. Ki, sohbetin kendisi kadar sohbet kelimesini de ne kadar sever, ne kadar sık kullanırdı; konu, mesele, söz, söylem... hepsi “sohbet”ti onun dilinde. Sohbetteki dostluk makamı, fikrince ve zikrince, mutluluk ve haz kaynağı, yaşam iksiriydi Onun için. “Övelim övülelim, dünya kimseye kalmaz” nüktesi, Onundur! Dostluk ve sevginin bahşettiği mutluluğun bizzat bir erdem olabileceğini, hiçbir yazdığını okumadan bile, Ondan öğrenebilirdiniz. Spinoza sofrası/sofradaki Spinoza...
Her insana İnsan muamelesi yapışındaki çelebilik – ve düşünsel radikalizm. Yazılar, sözler, akıllar, fikirler karşısında “kötü” deyip dudak bükmesi çoktu! Basbayağı sinik olabildi, ultra bir radikalizmin ‘konforunu’ sürebildi! Ulus’un bilgece tefrik kabiliyetiyle, çelebiliğiyle süblime ettiği, Ondan kâm aldığını düşünenlerin elinde/dilinde çiğleşebilecek, acılaşabilecek bir sinizmin konforu…
Belirli bir bağlama pek itibar etmeyen Ulus Baker müfredatından okurlar da istifade etti. Onun tarzına uygun bir başlık altında, Aşındırma Denemeleri adıyla kitaplaşan yazıları, yazabileceklerinin küçük bir küsuruydu. Aslında, yazdıklarının da. Muhtelif evlerde, muhtelif arkadaş bilgisayarlarında, muhtelif dillerde “bırakılmış” nice yazı başlangıçları, fragmanları, çeviri parçaları, yorum hamleleri duruyor Ulus’un! (Sanal âlemde gezinen ahkâmını saymıyorum.) Belki de zaten “yazı” kastı taşımayan sesli düşünceler, fikir sohbetleri... Ulus Baker’in şimdi mahrum kaldığımız sözü sohbeti...
En kuytulardaki malûmatı, sapa fikirleri, yüksek rakımlı spekülasyonları, “bildiğiniz gibi…”, “dikkat edersen…” veya “oğlum zaten…” peşrevleriyle zikrederdi. Her nevi bilgiye orta malı bedâhat muamelesi yapması, tevazu diye ayırt edilip adlandırılamayacak kadar içkin tevazuunun işaretiydi hem. Hem de işte, asla bilgi(si)nin üzerine kapanmayan, bilginin temellükünü reddeden, her nevi bilginin zaten orta malı olması gerektiğine dair felsefî-politik tutumunun ifadesi.
Kimselere benzemeyen birisiydi, melek gibi bir arkadaşımızdı. Hâlesi vardı onun. Altındaki adamı da görünmezleştiren bir hâle.
Gittiği yer her neresiyse, hangi dinin cenneti, hangi hiçlik, hangi ebediyetse, orada kendine mahsus bir statüsü olacağı kesin. Anlayamadıklarımız, yapamadıklarımız, beceremediklerimiz için hakkımızı helâl etsin. Ama asıl, her neresi ise orası, ne olur artık kendine iyi baksın.