Daha çok çıkardıkları haftalık veya günlük gazetenin adıyla –genellikle Aydınlık olur bu– bilinen ve şimdilerde İşçi Partisi altında toplanan çevrenin “ilginç” bir konumu vardır. Dışarıdan bakıldığında sosyalist-devrimci sıfatlı parti, örgüt ve çevrelerin dünyasına dahil sanılan bu “parti”, hemen hemen ilk teşekkül ettiği yıllardan –otuz yıl oluyor– beri, adı konulamayan ama fiilî bir tecride muhatap olagelmiştir. Her parti, örgüt veya çevrenin diğerleriyle arasında bir dönem çok önemli, hayatî sayılan görüş ayrılıkları, şiddetli çatışmaları olmuş, ama bunlara rağmen aradaki kapı tamamen kapatılmamış, “aynı aileden” olunduğu duygusu uzun dönem bastırılmış olsa da yok sayılamamıştır. “Aydınlık çevresi”nin ise, kâğıt üzerindeki görüş ve tutum itibariyle aralarında ikincil farklılıklar olan, sosyalist hareket içi tasniflerde aynı kategoride sayıldığı oluşumlar ile ilişkilerinin sonucunda bile adeta bir kan uyuşmazlığı havası doğmakta; ilişkinin kopmasına neden gösterilen şeylerin izah edemediği ek bir izlenim, güçlü bir sezgi de kendini duyurmakta; bir yabancılık duygusu, “Aydınlıkçı”ları zımnen “aile dışı” sayan bir tavır alış kendiliğinden ortaya çıkmaktadır.
Genel sosyalist hareket içinde ortak bir platform ya da eylem girişimi olduğunda Aydınlık çevresinin de buna dahil (davet) edilip edilmeyeceği tartışılırken örneğin, hissedilir bu. Aydınlık çevresinin dışlanmasını, sadece buna değil, diğer ortak teşebbüslere de dahil edilmemesi gerektiğini savunanların öne sürdüğü -görüş, tutum, tarza ilişkin- “somut” gerekçelerin her biri bazı gruplar için de geçerlidir. Dolayısıyla bu kıstaslardan hareket edildiğinde özel olarak “Aydınlıkçı”ların dıştalanması makûl gösterilemez. Ama böyle düşünenler dahi, Aydınlık’ın genel tavrında, yaklaşımında “elle tutulmayan”, ama hissedilen bir tür fazlalığın ya da eksikliğin olduğunu her defasında sezinlemiştir. O nedenle de Aydınlık ile görünüşte aynı tavrı almış bir grubun değil de Aydınlıkçıların tavrının “kabul edilemez” bir yanı olduğunu “bilir.” Kimi zaman somut bir davranışta, tavır ve görüşte cisimleştiği olursa da genellikle sosyalist hareketin tümü veya epeyce bir kesimince paylaşılan fikirler ve tavır ifadelerinde özel bir vurgu, bir basit ekleme veya bağlantı kurma biçiminde göze çarpar.
Bunlardan hareketle “Aydınlıkçı”lıkın bazı kendine özgü yanlarının tarifini yapmak mümkün ise de; bunların neden dolayı sosyalizm ve sosyalist hareket dışı sayıldıkları konusu pek açık değildir. Haklı olarak bunların sosyalizme yabancı, onu “özü” itibariyle sakatlayan, bozan şeyler olduğu hissedilmekte, sosyalizm adına derin bir tepki ve öfke duyulmakta ama, bu duyguların sosyalizmin hangi temel değer, ilke ve varsayımlarından kaynaklandığı net, doyurucu biçimde ortaya konulamamaktadır.
Şüphesiz bunun –özellikle şu son çeyrek yüzyılda– yapılamayışının asıl nedeni bizzat sosyalizm ve sosyalist hareket kavramlarının da belirsizleşmiş olmasıdır. Kapitalizmin ve onun “dini” olan ekonomizmin yükseliş, egemen oluş koşullarında, o zihniyet ve “maddi ortam” bağlamında teşekkül eden geleneksel sosyalizm ve sosyalist hareket anlayışının hem tıkandığından dolayı –keskin iç çatışmalarla dışa vuran– bir derin kriz dönemine girdiği, hem de içerdiği tüm imkânların denenmesi, seferber edilmesi ile bir genişleme–yükseliş süreci yaşadığı 1960’lı, ’70’li yılların çözümsüzlük, yenilgi ve çöküntüyle sonuçlanmasından itibaren bu belirsizlik tamamen egemen oldu. Ardından “sosyalist sistem”lerin ardarda çöküşü de gelince, teslimiyet, öfke ve yanılmış olma utancının oluşturduğu bir apati, bir “asabiye” dağılması, neyin sosyalizm ile asla uyuşamaz olduğunu belirleyecek iç kıstasları, ilke ve değer ölçütlerini silikleştirdi. Bunları işler tutacak bir iç müeyyide mekanizmasını çalıştıracak moral güç olmadığı gibi, sosyalizmi yeni baştan tanımlamak, onun ayırdedici çizgilerini, aslî niteliklerini yeniden belirlemek için gerekli fikir, inanç, özgüven ve moral güç de yaratılamadı.
Bu boşlukta, sadece sosyalizmin bir umut ve perspektif olarak tükenmediği, tükenmemesi gerektiği ve yeniden canlanacağına dair sessiz, gösterişsiz bir inancı koruyanlar, sosyalist sıfatıyla asla uyuşmadığını bildikleri veya sezdikleri görüş, tavır ve tutum sahiplerine sırt çevirerek, var olan ilişkilerini keserek tepki göstermekle yetindiler. Tartışmaya girmediler. Çünkü öyle bir tartışmaya girmek, onu sosyalizm gibi benzersiz iddia ve amaçları olan bir akıma has ciddiyet ve “asabiye” ile yürütebilmek için öncelikle kendi durdukları yerin sağlamlığından, “gücü”nden emin olmaları şarttır. Çünkü tartışmayı ateşleyen ve onun verimli sonuçlara varmasını sağlayan “doğru” yerde durduğunu “kesin” olarak bilmenin verdiği inanç ve haklılık duygusudur.
Bugün sosyalist sıfatını bir biçimde taşıyan eğilimlerin tamamı, aralarındaki tüm farklılıklarına rağmen, “Aydınlık çevresi”ni fiilen “tecritli” sayan bir tavırda birleşiyor ve her biri kendi açısından kendi dıştalama nedenlerini söylüyor. Ama bunun ötesine geçip, “Aydınlık çevresi”nin –sosyalizm “kaygı”sını bir biçimde taşıyan herkeste– uyandırdığı o dıştalama duygusunun, genel fiilî tecridin kaynağı, ortak zemini ne olabilir sorusunu sormuyor. Kendi tecrid gerekçesiyle yetiniyor. Aydınlık çevresinin kendisine yönelik ağır sataşmalarına, imalı suçlamalarına bile cevap vermiyor genellikle. Onu yok sayıyor ve onunla tartışmanın gereksizliğine inanıyor.
Bu tavrın bir nedeni, “Aydınlık çevresi” ile yapılacak bir tartışma/polemiğin “iç tartışma” kategorisinden epeydir çıkarılmış olması. Bilindiği gibi iç tartışma ortak bir zemini, inanç ve amaç dünyasını paylaştığınızı varsaydığınız muhataplarla yapılır. “Aydınlık çevresi”nin “başka bir yerde” olduğuna, orada konumlandığına dair zımni kabul yerleşiklik kazandıkça, vaktiyle “Aydınlıkçı”lar ile tartışanlar da kesti bu “diyaloğu.”
Fakat az önce de işaret edildiği üzre “Aydınlıkçı”ların konumlandığı o “başka yer”in nasıl bir yer olduğu, bu yerin niçin “sosyalizm dışı” olduğu konusu yeterince netleştirilmiş değil. Ama “hesabı tamamen kapatmak” için bunun yapılması gerekiyor. Son bir “tartışma”ya ihtiyaç var yani.
Şüphesiz bunun gerçekten hesabı tamamen kapatacak bir “tartışma” olabilmesi için, sosyalizm adına durulan yerin sağlam ve net bir tarifinin yapılmış olması ön şarttır. Yeniden ve gereğince tanımlanmış bir sosyalizmin zemini üzerinde duruluyor olsaydı, zaten bu “tartışma”ya da gerek olmazdı.
Dolayısıyla şu noktadan itibaren bu yazıda “Aydınlık çevresi” üzerinden yapılacak “tartışma”, Aydınlık çevresi ile bir tartışma değil; onun genel bir tecride yol açan “özellikleri”nin tespitinden hareketle sosyalizm ve sosyalist hareket kavramlarının yeniden tanımlanmasına ışık tutacak bazı temel noktalara varmayı amaçlayan bir denemedir.
SOSYALİZMİN SİYASETİ Mİ,
SİYASET OLARAK SOSYALİZM Mİ?
Geniş anlamıyla ele alındığında amaçlı olan her şeyin bir siyaseti olduğunu söylemek yanlış değildir. Ama bilindiği üzre, özel bir “sosyal bilim” sayılan siyaset de vardır. En özet ifadeyle, toplumsal olgu/sorunları devlet, iktidar, güç ilişkileri zemininde ele almayı, onları bu kavrayış tarzı içinde tanımlamayı, çözümlemeyi ve –dönüştürme dahil– etkilemeyi konu alan bir “disiplin”dir siyaset. Dolayısıyla geniş anlamıyla ele alındığında amaçlı bir faaliyet yürütmek onun siyasetini icra etmek, ille de onun devlet, iktidar ve güç ilişkileri zemininin kendine özgü mantık, araç, örgüt ve eylem tarzları içinde somutlaşması demek değildir. Kuşkusuz bazı amaçlar yalnızca “siyaset”in zemininde gerçekleştirilebilirler.
Ne anlaşıldığı -özellikle şu içinde yaşadığımız dönemeçte- mutlaka yeniden tanım gerektirmesine rağmen, sosyalizmin tarihteki en köklü ve kapsamlı devrim olarak tasarlanması fikri ortaktır. Bu çapta bir hareketin devlet/iktidar/güç ilişkileri dünyasını içermemesi düşünülemez ama, salt bu zeminde var olması veya bu zemindeki varlığının asıl/aslî sayılması da devrim kavramıyla uyuşmaz. Öte yandan tıpkı pazarın her şeyi paraya tahvil etmesi gibi siyasetin de her şeyi güce dönüştüren, her şeyi güç olarak değeri açısından ele alıp biçimlendiren mantığı da sosyalist “ütopya”, insanlık durumu tasarımına “dar” gelir.
Sosyalist hareketin asıl olarak bir siyasal hareket/güç ve dolayısıyla bir parti olarak şekillendirilmesinin bütün bu mahzur ve sorunları sezinleniyor olmasına rağmen, belki de “sosyalistlerin partisi”nin bu mahzurları en aza indirgeyeceği inancıyla; sosyalizmin ayırdediciliğini yansıtan, amaç çapına uygun yöntem, örgütlenme tarzı ve eylemiyle kendine özgü siyaseti ne olmalıdır sorusu üzerinde durulmadı. O inanç ve ihmalin sonucu olarak (da) sosyalist hareketin ancak ve sadece parti biçiminde örgütlenmesi ve parti mantığınca hareket etmesini mantığı gereği empoze eden geleneksel sosyalizm anlayışı yerleşiklik kazandı.
Hayatın tüm alanlarındaki gelişme, faaliyet ve sorunları partiye güç temin edecek, onun tarafından bir güç olarak kullanılabilecek tarzda algılayan ve işleyen bu yaklaşım, Sovyet Devrimi’ne kadar yine de “sosyalist etik” adı altında toplayabileceğimiz belli ilke ve değerlerin denetiminde, çerçevesinde yürütülmekteydi. Bu safhada sosyalist (parti)ler toplumdaki öteki siyasal güçler ile aralarına gayet belirgin mesafeler koyarak ve o “sosyalist etik”le çelişmeyecek biçimde işbirliğine -ender de olsa- girebiliyorlardı.
Sovyet Devrimi ile devlet iktidarı/gücü ele geçirildikten sonra yeni bir süreç başladı. Sosyalizm artık partiden ziyade bu “sosyalist” devlet ile özdeşleştirilmeye başlanmıştı ve sosyalist siyaset artık güç edinme, güce tahvil etme mantığının yanısıra, devlet gücünün kendine özgü mantığını da içerir hale gelmişti. Bunun anlamı, olayları ve gelişmeleri o devlet gücü tarafından kullanılabilirlik yönüyle veya onun işleyişine hizmet kıstasıyla algılanması, o devleti siyasetin öznesi, -başta sosyalistler olmak üzere- her şeyi de onun eylem nesnesi saymak gibi bir tutumun ortaya çıkmasıdır.
Bunun somut ifadesi özellikle “Stalin dönemi”nin III. Enternasyonal’idir. Tüm komünist partilerin Sovyet devletinin konumunu güçlendirmek, yerel politikalarını onun devlet olarak saptadığı hedeflere ve yaptığı her türden güç hesaplarına göre düzenledikleri, dolayısıyla parti olarak değil de, Sovyet devlet aygıtının bir uzantısı olarak algılandıkları bir dönemdi bu. Sosyalizmi, Sovyet devletiyle özdeşleştirmek (ona indirgemek) ve onun da koşulsuz uygulanan politikalarında “sosyalist etik”e aykırı davranmasının söz konusu olamayacağı inanç ve varsayımı üzerinden egemen kılınan bu “siyaset yapma” dönemi, ünlü Moskova duruşmaları ve meş’um Nazi-Sovyet paktının şokuna dahi dayanabildi. Faşizm ve Nazizmin korkunç tehdidi şüphesiz bunda en önemli etkendi ve 2. Dünya Savaşı’ndan zaferle çıkışta en büyük paylardan birinin SSCB’ye ait oluşu da o “sosyalist” siyasetle hesaplaşılmasını büyük ölçüde önledi. Ancak 1950’li yıllardaki Stalin’in ölümü, SBKP’nin 20. kongresi, Macaristan ve öteki “Sosyalist Blok” ülkelerindeki ayaklanmalar, Sovyet devletiyle ve genel olarak “sosyalist devlet”le, hattâ parti’yle özdeşleştirilen bir sosyalizmin nasıl güç mantığının soğuk, etik kaygıdan tamamen “arınmış” hesaplarına alet edilebildiğini açıkça ortaya koymuştu. Kendi gerçekleşmesini “siyaset”in kaçınılmaz güç mantığına “emanet eden” bir sosyalizmin giderek güç mantığına göre içeriklenir hale gelebildiğini, güç, örgüt ve aygıtını kendisi için bir araç olarak kullanacağı sanılırken onların aracı derekesine inebildiği görülmüştür.
1960’lara gelindiğinde geleneksel sosyalizm siyasetinin Komintern, Kominform gibi “doğal” kurum ve kuruluşları lağvedilmiş, “parti” iç hayatının demokratikleştirilmesi yönündeki girişimlerle hem sosyalist etiğin, hem de “uydu” imajından sıyrılıp sosyalizmin kaynağındaki özgürleşme temasının canlandırılmasına çalışılmıştı.
Fakat “yara” o kadar derine işlemişti ki, III. Enternasyonal geleneğinden gelen partilerin hiçbirinde bu “yeniden canlanma”lar olmadı. 1960’ların o hızla ve dünya ölçeğinde bir yükseliş yaratan sosyalist/devrimci hareketlerinin tümü de bu partilerin dışında, hattâ onların düşmanlığa varan tavırlarına rağmen gelişti.
Ancak, sosyalist hareketin siyasal bir örgüt olarak biçimlenmesi, sosyalist mücadelenin asıl olarak siyasal bir mücadele olarak tasarlanması anlayışı dışında bir perspektif de geliştirilemedi. Gerçi hareketi mevcut “sosyalist devlet”lerin -onların en güçlüsünün- devlet politikasına ya da yönlendirmesine tâbi kılmamak konusunda bir hassasiyet doğmuştu ve özellikle de -SSCB’ye komşu olmak gibi çok özel bir konumda olan- Türkiye’nin 1960 sonrasında boy veren “yeni” sosyalist hareketinde bu hassasiyet hayli güçlüydü. Bunda, değil sosyalist, sol kuşkusu uyandıran her girişimi “Moskof uşaklığı” diye damgalamaya hazır şirret bir anti-komünist propagandanın alesta oluşunun da payı vardır. Ama sosyalizmin ufkuyla, sosyalist literatürün, deneyimlerin zenginliği ile ilk kez karşılaşan Türkiye’nin 1960 sonrası genç kuşaklarının bu “ilk”in coşkusuyla, bizzat kendi eserleri olacak bir sosyalist devrim gerçekleştirme inançlarının tazeliği ve büyüklüğü, bu moral etken çok daha etkili idi şüphesiz.
Sosyalizmin ve onun için mücadelenin kendi eseri olması/kendi gücü ile gerçekleşmesine yapılan bu vurgu, bu moral faktör, 1960’ların ortalarından itibaren şekillenmeye başlayan ve 60’ların sonunda “eski”, SBKP takipçisi bir parti haline gelmiş TİP’i ve illegal TKP’yi sollayarak “ana akım” etkinliğine ulaşan genç Türkiye sosyalist/devrimci hareketinin belirgin özelliği idi.
Bu henüz sosyalizm mücadelesi sürecinin bizatihi sosyalizmin kendisi olması bilinci değildi. Ama, kendi eylemliliği ile oluşturacaklarının dışında herhangi bir güç ya da merci –bu “sosyalist” bir devlet/hareket olsa da– ile herhangi bir tâbiyet ilişkisi içinde olmamayı, eşitlerin dayanışması ve sosyalizmin evrensel referansları haricinde tamamen “yerli” bir sosyalist/devrimci hareketin ivmesiyle yürüme hassasiyetini içeriyordu.
* * *
“Aydınlık çevresi”, formüle edilmemiş bu hassasiyetin egemen olduğu 1960’larda doğan hareketin içinde ilk kez, o dönemin askerî darbeye karşı tavır tartışmaları içinde ortaya çıktı. Kısaca hatırlatmak gerekirse, o dönemde “sol Kemalist/bağımsızlıkçı” olacağı kesin sayılan muhtemel bir askerî darbeyi mevcut sosyalist hareketin hemen tamamı -açıkça desteklemiyorsa bile- hayırhah addetmekteydi. Geleneksel MDD (Milli Demokratik Devrim) tezini savunanlar bunun ileri bir adım, bir aşama olacağını açıkça belirtiyor ve o adımın daha ileriye -“sosyalizm”e- götürülmesi için bu “Kemalist devrimciler”le nasıl bir ilişki içinde olunması gerektiği tartışılıyordu. Kimilerine göre sosyalist/devrimci hareketin süratle partileşerek iktidarı ele geçirebilecek o güçle işbirliğine girerek inisyatifi, öncülüğü ve giderek egemenliği ele geçirmesi uygun strateji idi. Kimileri ise bu yarı-organik ilişkiden kaçınılmasını, Kemalistlerin yapacağı o devrimi, onlardan bağımsız bir sosyalist devrimci hareketin bizzat kendi kararlaştırıp icra edeceği eylemlerle yönlendirmeyi, onları bu süreçte güç ve inisyatifi terke mecbur ederek salt ideolojik değil fiilî bir öncülük/önderlik misyonu üstlenilmesi gerektiğini savunuyordu.
Aydınlık çevresi, bu ortamda ilkin “öncülük Kemalistlerde olmalıdır” mehalinde bir tezle ortaya çıktı. Sosyalist/devrimciler ideolojik ya da –daha iddialı– fiilî önderlik için uğraşmamasını tarihsel “hak”ka ve elbette “güç”e sahip olan Kemalist devrimcilerin yapacaklarını beklemesini zımnen öneren bu tez “Aydınlıkçı”ların “pasifist” damgasıyla genel hareketten dışlanmalarına, ayrı bir grup oluşturmalarına yol açtı.
Aslında “Aydınlıkçı”ların söz konusu tezi gerekçelendirirken söyledikleri, Kemalist darbecilerle yakın işbirliğine de hayır demeyen “ideolojik önderlik” yanlısı MDD eğiliminkilerden pek de farklı değildi. Hattâ onun mantıki uzanımında olduğu da söylenebilir. Nitekim Aydınlık çevresi de kendilerine gösterilen şiddetli tepkiye karşı önceleri bu temelde bir savunma yaptı.
Gerçekte söz konusu tepki, “ideolojik önderlik” diyenlere başlangıçta yöneltilememiş, ertelenmiş eleştirinin dile getirilmesine de vesile olduğu için bu denli şiddetli oldu. “İdeolojik önderlik” gibi “bir parça bal çalma”nın dışında bu tezi savunanlar, “ileri bir adım”ı atacak “güc”e sahip görünen Kemalistleri ürkütmemek, onları karşılarına aldıkları kesimler önünde güç duruma sokmamak için, sosyalist/devrimcilerin ajitasyon ve propagandalarında sosyalist Marksist bir dil kullanmaktan sadece sosyalistlerin dile getirebileceği türden sorunları gündeme getirmekten kaçınmalarını ve tamamen Kemalistlerle ortak işleyebilecekleri “millî bağımsızlık, devletleştirme ve planlı kalkınma vb. konulara yoğunlaşmış bir yayın ve “bilinçlendirme” politikası izlemek gerektiğini öne sürmüşlerdi. “Aydınlık çevresi”nin yaptığı, bu pragmatik bir söylemle gerekçelendirilmiş tezi, Marksist lafızları ve önermeler kullanarak ifade etmiş olmasıydı.
O halde, gerek “ideolojik önderlik” gibi tumturaklı bir ifadenin altında duranlar, gerekse bunların gerekçe ve pratik önerilerine sosyalist/Marksist bir kılıf giydiren “Aydınlık çevresi”, sosyalist/devrimci hareketin kendi kişiliğini yansıtan söz ve eylemlerini olabildiğince kısıtlamış bir kimlikle görünmesini öngörmektedir ilkin. Kişiliğinden boşalttığı bu yer, kendisinden daha “güçlü”, dolayısıyla “iktidar”a daha yakın bir başka gücün yandaşı, izleyicisi olarak, onun belirlediği çizgiye uyarlı eylemlilik halleriyle doldurulacaktır. Bu yaklaşıma göre; sosyalist/devrimci hareketin bu eylemli varoluşu ve ona uyarladığı “sözleri” ile, o yandaşı olduğu “güç” tarafından adeta kendi uzantısı gibi algılanabilir olmalıdır. “İdeolojik önderlik” işte bu “onun gibi” görünmenin, onun tarafından uzantısıymış gibi algılanmanın verdiği fırsat üzerinden kazanılacaktır.
Bu nokta üzerinde bu denli uzun boylu durmamızın nedeni “Aydınlık çevresi”nin ilk çıkış dönemindeki tutum, yaklaşım özellikleriyle şimdi 1990’lardaki tutum ve yaklaşımı arasındaki aynılığı sürekliliği göstermektir. Dönemler, koşullar ve yaslanılan “güçlü”ler değişmiş ama, tarz değişmemiş, her yeni durumda kendini yeni biçimde üretmeyi sürdürmüştür. Otuz yıl sonra aynı “Aydınlık çevresi”nin yine Kemalistlerin Atatürk devrimciliği/laiklik söyleminin sözcülüğüne bürünmeleri, onların uzantılarıymışçasına bir kimlikle ortaya çıkmaları o nedenle şaşırtıcı değildir.
Buradan “Aydınlık çevresi”nin sosyalizm ile Kemalizm arasında “Çin Seddi” olmadığını savunan bir sosyalizm yorumundan dolayı böyle davrandığına dair bir izlenim doğabilir. Nitekim -özellikle 1960’lı yıllarda ve 1970’lerin ilk yıllarında- sosyalist hareketin bazı unsurları tarafından dahi açıkça savunulmuş bir tezdi bu. Kemalizmle sosyalizm arasında Çin Seddi olmadığı, yani Kemalist yaklaşımın sonuna (soluna) kadar götürüldüğünde sosyalizme varılacağı fikri azımsanmayacak bir yaygınlığa sahipti ve kimi “sosyalist”ler tarafından zımnen, sol-darbeci-Kemalistler tarafından açıkça propagandası yapılıyordu.
Bu fikir -gerçek bir eleştiri ve özeleştirisi yapıl(a)madan- 12 Mart dönemi ve ertesinde “tedavülden çekildi.” Bu fikrin ve ondan türetilen “Kemalistlerin sosyalist hareketin ‘doğal’ müttefiki olduğu”na dair pratik çıkarsama ve tavrın vahim bir yanlışlık, sapma anlamına geldiği gereğince net bir teorik açıklamaya kavuşturulamadı. 1970’lerde pratikçiliğe, pragmatizme aşırı ölçüde kapılan sosyalist/devrimci hareketler, “sol Kemalist darbe” ihtimalini tamamen tasfiye eden 12 Mart döneminin bu pratik sonucu nedeniyle öyle bir teorik çabayı “lüzumsuz”, fazladan bir çaba olarak gördüler. Sosyalizm “siyaset” olarak, yani devlet, iktidar, güç ilişkileri zemininde, öncelikle burada tanımlandığında; gerçekten de öyle bir çabanın “gereği kalmamış” oluyordu. Çünkü Kemalizm özellikle orduda bir güç olarak göründüğünde, ordunun gücünü temsil ediyor sayıldığında “siyasal yaklaşım” bu büyük “güc”ün vaadettiği “güçlenme” imkânlarının çekiciliğine kapılmamazlık edemezdi. 12 Mart bu beklentinin tersini kanıtlayınca Kemalizmin faziletleri edebiyatı bıçakla kesilir gibi durdu, bu defter kapanmış sayıldı.
“Aydınlık çevresi”ne dönelim. İlginçtir ki, Kemalizmin faziletleri edebiyatını daha 12 Mart yaşanmadan ilk terk eden de bu çevre oldu. Bunun başlıca iki nedenini görebiliyoruz bugün. İlki Kemalistlerin tavrından kaynaklanmaktadır. Kemalistler, pratik tercümesi neredeyse “sosyalistler Kemalistlerin hizmetine girmelidir” olan bir tezi savunmuş bu çevreye “sosyalist hareket içindeki en önemli, değerli müttefik” muamelesi yapmadılar. Bu “kendi gelen” kendiliğinden arz-ı ubudiyyet (hizmet arzı) gösteren çevrenin, sosyalist hareketin ana dalgasında küçük bir akıntıyı temsil ettiğini görüyorlardı. Daha da önemli olarak genel sosyalist dalganın “kişiliği”nden ödün vermeden, “başka”sı gibi görünmeden, iddialılığını yansıtan bir rol ve eylemlilikle var olma duyarlılığının yüksekliğinin farkındaydılar. O nedenle sosyalist harekette “müttefik” arayacaklar ise onun bu sosyalist/devrimci kimliğiyle ittifak masasına oturacak olanlardan olmasını yeğlemesi, siyasal gerçekçilik gereğiydi. Yaptıkları darbe ve darbe sonrası sürece ilişkin siyasal hesaplar ve muhtemel manevra imkânları açısından kendileri ile arasına mesafe koymuş bir güç ile ilişki daha kolay yürütülebilirdi çünkü.
İkinci neden doğrudan doğruya “Aydınlık çevresi”nin niteliği ile ilişkilidir. Belirtmek gerekir ki, bu çevre, “siyasal duyarlılığı” en fazla “gelişmiş” çevre olagelmiştir. Hattâ “siyasal duyarlılık”larının –sahip olduklarını iddia ettikleri– “sosyalist duyarlılığı” kat be kat geçtiği, onu bastırdığı dahi söylenmelidir.
Pek “gelişmiş” siyasal duyarlılık, olayları, gelişmeleri hemen tamamen devlet, iktidar ve güç ile bağlantısında algılamak, onlara tahvil etmek öylece anlamlandırmak demektir. Bu, her ne şekilde olursa olsun “güç”lenme sonucu verebiliyorsa her şeyin mübah olduğuna inanç anlamına da gelir. Kimliğini ve kişiliğini bastırmak, “güç”lü görünmeyi sağlıyorsa tâbi, hizmetkâr oluvermeyi kolayca kabullenmeyi de “normal saydırır.” Aydınlık çevresi gibi kendisi “güç” olmayan, kendinde kendine mahsus bir güç göremeyen birilerinin “siyasal duyarlılığı”nın pek gelişmiş olması o tür tâbiyet ilişkilerini kaçınılmaz olarak gerektirir. Hattâ tâbi olmaksızın, yani bir “güç”ün koltuk altında olmaksızın var olamaz bunlar.
Nitekim, “sol” Kemalist darbecilerin “gücü” gölgesinde, onların destekçisi esvabına ve diline bürünerek “siyaset” yapmak isteyen Aydınlık çevresi, o “güç”ten beklediği “iltifat”a nail olamayacağını anlar anlamaz şaşılası bir çabuklukla kanadı altına gireceği yeni “güç”ü buluverdi. ÇKP idi bu.
1960’larda SBKP’ye (Sovyetler Birliği Komünist Partisi) alternatif yeni “merkez” iddialılığı ile ortaya çıkan ÇKP (Çin Komünist Partisi), SBKP’nin SSCB’nin devlet çıkarlarını dünya sosyalist hareketine empoze edebilmesine yönelttiği keskin eleştirilerin yanısıra, sosyalizmi bir iktisadî sistem olarak değil, yeni sosyalist değer ve ilişki normlarıyla örülü bir “kültür”, insanların, toplulukların eşdeğerliliğini gerçek kılma yönünde aralıksız bir hamle ve arayış süreci olarak tasarlamaya çağrıştıran tezleriyle, 1960’ların “klasik Komünist Parti”leri dışında gelişen sosyalist/devrimci hareketleri nezdinde ciddi bir sempati ve ilgiyle karşılanmıştı. Yalnızca “Üçüncü Dünya” ülkelerinde değil, kapitalist/emperyalist Batı ülkelerinde yükselen sol/sosyalist dalga içinde de ÇKP’ye, Mao’nun tezlerine yönelik büyük ilgi bundan kaynaklanmaktaydı. “İleri endüstriyel toplum”lardaki bu devrimci hareketler, Mao’nun tezlerinde, onun Çin’de siyasal iktidarı ele geçiriş “tarzı”nı tanımlayan “Halk savaşı” stratejisinden çok, kulağa zengin çağrışımlar yapan “Kültür Devrimi” sloganlarını buldular.
Ama ÇKP ve Çin Halk Cumhuriyeti, o dönem dünya konjonktüründe bütün bunların ötesinde SSCB’ye karşı düşman bir güç olarak ortaya çıkışıyla değerlendiriliyordu. Siyaset “bilimi”nin, siyasal yaklaşımın çiğ güç mantığında ÇKP ve ÇHC, ABD emperyalizmine ve onunla eşit -giderek çok kısa süre sonra daha fazla- derecede suçlanan SSCB “sosyal-emperyalizmi”ne karşı gayet ağdalı bir ideolojik söyleme bulanmış eleştiriler yöneltiyordu. Ama siyasetin mantığına adapte olmuş, “siyasal duyarlılığı pek keskin” olanlar o eleştirilerin ağdalı örtüsüne pek “takılmayarak”, onu güç-iktidar mücadelesinin diline tercüme ediyor, bundan ÇHC’nin dünya güç dengelerinde yeni bir düzenleme, kendi güç payını arttırma talebini kolayca çıkarıyorlardı. ÇHC, “Sosyalist Blok”un gücünü ciddi ölçüde azaltan ayrı bir “güç merkezi” olarak ortaya çıkışıyla her ne kadar genel dünya güç paylaşımında -“güç dengeleri”nde- kendi lehine bir kazanç peşinde olduğunu ilân ediyor idiyse de; kapitalist/emperyalist güç odakları nezdinde hâlâ birincil rakip olarak duran SSCB’ye karşı dikkate değer bir avantaj da sağlamaktaydı. O nedenle ÇKP ve onun gücüne yaslanarak, onun takipçiliğine soyunarak var olan hareketler, bu analiz bağlamında, SSCB yanlısı veya bağımız sosyalist/devrimci hareketlere göre “tercih edilir” sayılacaklardı. Bu son cümleyi, “Aydınlık çevresi”nin 1970’lerin ortalarından itibaren izlediği “siyaset”i yerli yerine oturtabilmek için akılda tutalım.
Ancak az yukarıda ÇKP üzerine söylenenlerden dünya ve Türkiye’deki “Maocu” etiketi altında toplanan tüm hareketler için geçerli sonuçlar çıkarılmamalıdır.
Bir ilk tasnif yapılacak olursa, genelde iki tür “Maocu” akım, hareket oluştu. Bunlardan ilki, Çin’in ve ÇKP’nin deney ve tezlerinden esinlenen, bunlardan hareketle veya bunları model alarak kendi devrim pratiklerine girişenlerdir. Endüstriyel Batı toplumlarında Çin’in o yıllarda başlattığı “Kültür Devrimi” esinleyici oldu genellikle. Ancak bir süre sonra “Kültür Devrimi”ne dair iç karartıcı bilgiler edinildikçe bu esinlenme hayal kırıklığı ve öfkeyle terk edildi. Türkiye gibi ülkelerde ise Mao’nun formüle ettiği ÇKP’nin ünlü “Halk savaşı” tezi, “kırlardan şehirlere doğru” devrim stratejisi idi esinleyici olan. Pek çok ülkede bu “model”i uygulamaya girişen Maocu hareketler kırsal alanlara çıkıp, gerilla faaliyetleri ile işe koyuldular.
“Aydınlık çevresi” Türkiye’deki Maoculuğun ilk temsilcisi, odağı oldu ve önceleri o da “esinleniyormuş” gibi göründü. Fakat gerçekte ÇKP’nin o tantanalı tezlerinin gerisindeki soğuk, Çin’in devlet çıkarını, hesabını içeren reel politiker mantığı sezen, o mantığa hizmeti esas alan eğilimlerden biri, belki de ilkiydi. Türkiye’de bu türün tek, yegâne temsilcisi Aydınlık çevresi oldu ve hep de öyle kaldı. ÇKP’nin “Halk Savaşı” tezlerinin çekim alanına giren herkes bu tezlerin adeta Türkiye bayiliğini yapan Aydınlık çevresine yanaştı, dahil oldu veya ilişkiye geçti. Ama bir süre sonra Aydınlık çevresinin o tezlerle ilişkisinin “bir başka” olduğunu anlar anlamaz -çoğu kez açık ve silinmez bir öfkeyle ayrılıp- kendi yoluna gitti. “Aydınlık çevresi” orada Halk Savaşı tezlerinin değil, ÇKP merkezinin, dünya güçler dengesinin bu yeni yükselen gücünün “temsilcisi”, tâbisi olarak kaldı.
“Aydınlık çevresi”nin “sabit unsurları” ile çoğu buradan ayrılarak değişik adlar altında “Maocu” hareketler oluşturan eğilimler arasındaki aslî, niteliksel fark bu noktadadır. Bu ikincilerin görüş ve davranışları hakkında ne denilirse denilsin, şurası apaçıktır ki bunlar, kendilerini ve kendilerine katılacak herkesi tasarladıkları devrimin öznesi, bizatihi yapıcısı olarak görüyor; bu rolü yerine getirmenin “güçlenmek”le, yani kendi çabalarıyla yaratacakları güçle mümkün olduğu bilinciyle yola çıkıp, öylece devam ediyorlardı.
Oysa Aydınlık çevresi savunur göründüğü siyasal hedefin gerçekleşmesini “kendi gücü”ne değil, tâbi olduğu odağın gücüne bağlamıştır peşinen. O nedenle Aydınlık çevresi, pek marifetli olduğu propaganda faaliyeti “kendi gücü”nü arttırmaktan ziyade ve asıl olarak tâbi olduğu odağın, güç merkezinin güç ve prestijini arttırmaya matûftur.
Aydınlık çevresinin tüm “siyasal kariyeri” boyunca, ister sosyalist, ister “demokratik” devrim amaçlı olduğunu söylediği “devrim stratejileri”nde, isterse “dünyanın ya da Türkiye’nin içinde bulunduğu özel durum, dönem” gerekçesiyle savunduğu politikaların değişmez bir özelliği vardır. Bunların tümünde stratejinin ya da politikanın aslî icra günü kendisi değil, bir başka “büyük güç”tür. Bu kendisinden büyük güç, örneğin 1970’lerin ilk yıllarında -ÇHC dünya güçler dengesinde bağımsız bir rol oynamaya ilk çıktığında- savunduğu devrim tezi ve stratejisinin empoze ettiği ÇHC ve ÇKP de olabilir; 1970’lerin ortasında ÇHC-ABD ile zımni ittifak içinde SSCB’yi geriletme stratejisine geçtiğinde öne çıkardığı “Sovyet sosyal emperyalizmine karşı mücadele”nin Türkiye şubesi olarak ülkenin tüm anti-Sovyet güçleri, kadim “Moskof düşmanlığı”nın tüm güç ve iddiaları da olabilir; devirler değişip Türkiye gündemine laik-anti laik gerilimi empoze edildiğinde, Aydınlık çevresi yine kendi gücünün değil, Türk ordusunun “icra” gücünün aslî rol oynayacağı bir politik hattın üzerine yerleşiverir. Bütün bu süreç boyunca tâbiyetine girdiği veya gölgesinde durduğu ya da yamanmaya çalıştığı o büyük gücün dilini kırk yıllık aşinaymışçasına konuşmaya başlar.
Nitekim 1970’lerin ilk yıllarında “Aydınlık çevresi”, ortalama bir Pekinli’ye gıpta ettirecek, Maocu lafızlardan geçilmeyen diliyle namlıyken; 1970’lerin ortalarından itibaren anti-Sovyet literatürden ve ülkemize özgü Moskof düşmanlığı külliyatından başka bir şey konuşmayan söylemiyle sivrildi; şimdi ise herhalde 1930’ların tek parti diktatörlüğüne “altın çağ” olarak bakan nostaljik Kemalistler’in bile, ağızlarına yakıştırmadığı kudurgan bir “laik” kapı bekçisi üslûbuyla konuşuyorlar.*
AMAÇ İÇİN SİYASET/SİYASET İÇİN AMAÇ
Sınırlı bir çıkar ya da talebin gerçekleştirilmesinden tutun da toplumsal, ekonomik... kültürel yapının kökten dönüşümünü (devrim) gerçekleştirmeye kadar tüm amaçlar, -gerekli faaliyetleri düzenlemek, o faaliyetlere bir uyum ve dayanışma boyutu kazandırmak anlamında- siyaseti doğal olarak içerir. Ama siyaset belirli bir mantık, belirli bir örgüt biçimi (siyasal parti) belli bir icra ve işleyiş ortamını (devlet ve yönetim aygıtı) gerektiren siyaset disiplini içinde gerçekleştirildiği gibi, kimi amaçlar için bu bir zorunluluk olmayabilir. Eğer o amacın mantığı siyaset disiplini –güç– mantığı ile uyuşabiliyor ise –örneğin çıkar mantığı– ve ayrıca verili siyasal düzen ve kurumları ile “sorun”u yoksa ayrı, ama örneğin sosyalist devrim gibi siyaset bilimi de dahil mevcut bütün disiplinlerin mantığı ile tartışmalı, bunların temelde onayladıkları genel düzenin tümüyle “sorun”u olan, bir yaklaşımın tanımladığı amaç, siyasetini “siyaset disiplini”ne indirgeyemez.
Bu yargının daha esaslı nedenlerine girmeksizin konumuz açısından sadece şu noktaya dikkat çekmek bile yeterli sayılabilir. Bu yazıda da bir çok kez vurguladığımız gibi “siyasal yaklaşım”, özel bir mantıktır ve şeyleri güç olma, güce tahvil edilebilme özellikleri ile algılar ve bu özellikleri ile kullanır. “Siyaset” güce tahvil etme mekanizmasını olabildiğince doğrudanlaştırma eğilimindedir. Bunun sonucu olarak “siyaset” yoluyla gerçekleştirilmek istenen bir amaç eğer farklı faaliyet alanlarını ilgilendiriyor, bunların müşterek katkısını gerektiriyorsa, siyasetin o faaliyetleri (ve ürünlerini) güce tahvil etme mekanizması bazı faaliyetlerin ayırdedici niteliklerini yitirmesine, yozlaşmasına, kendisi olmaktan çıkmasına yol açar. “Siyaset”in çeşitli faaliyet türlerini siyasal örgüt bünyesi içinde işlevsel kılmaya, onlardan türeteceği gücü bu aygıtın işleyişine hasretmesi, o faaliyetlerin tümünü monotipleştirmeye zorladığı oranda, o yozlaşma süreci daha da katmerleşir. Başlangıçta siyasetin kendisinde değil, bizzat kapsadığı faaliyet türlerinin “bünye” ve ürünlerinde tasarlanan ve siyaseti bu tasarının aracı olarak kurgulayan amaç, bir süre sonra tamamen siyasetin güç ve konum hesabının örtüsü haline gelip “içi boşalmış” duruma düşebilir. Önceleri amaç siyaseti belirliyorken, güce tahvil mekanizmaları çalışıp siyasal güç ve konum edinildikçe, bu kez o güç ve konumun amacı belirlemesi amacın güç ve konuma göre “yeniden” tanımlanması evresine girilir.
Sosyalist literatürde bıktıracak kadar çok örneği olan -sosyalist devrimin aracı olarak tasarlanmış- partilerin (ve iktidara gelmeleri halinde kurdukları devlet aygıtının) giderek tutuculaşıp “devrime ihanet eden” sonuçta da “geriye dönüş”e kapı açan aygıtlar haline gelmesi bu anlatılanların en açık kanıtıdır.
Ortada sosyalizm gibi bir amaçtan söz edildiğine göre; bu amaç için kurulmuş bir örgütün varabileceği en onursuz ve uğursuz nokta bu değildir. Daha da kötüsü vardır. Sonuçta “geriye dönüş”e yol açmış, kendisi de bu arada “geriye dönüp” oraya adapte olmuş bir parti yine de bu “döngü”yü kendisi kalarak yaşamıştır. İktidar olmuş olsun, ya da olmasın, amaçtan uzaklaştığını ya da amacı zaten gerçekleşemez olduğunu itiraf ederek yeni yolunu açıkça bildiren parti de dürüsttür en azından. Bunlar o noktada kendilerine hangi sıfatı layık görürsek görelim, daima sahici bir güç olmuş, bu güçleri çapında rol oynamış, iyi ya da kötü sahip oldukları gücün imkân ve özellikleriyle örtüşen bir etkinlik yürütmüşlerdir.
Ya, kendisi asla sözü edilir bir güç oluşturamamış, sözde savunduğu amacı gerçek kılacak gücü bizzat oluşturmak yerine, o amacı bir yerde gerçekleştirmiş sayılan ve dolayısıyla burada da gerçekleştireceği hesaplanan bir büyük güce yaslanmayı, onun “avanesi”nden olduğunu her vesileyle gösterip, ortamı o “büyük gücün gelişi”ne hazırlamak için bir propaganda makinası gibi çalışmayı seçen, salt bunu yapabilecek biçimde örgütlenen bir oluşuma ne demeli? Bu oluşum, o avanesi olduğu güç ile yediği içtiği ayrı gitmeyen bir yakınlık iddia edebiliyorken, hadi diyelim o gücün bir parçasıdır, kendine özgü bir gücü yoktur ama, amaçları tıpatıp olduğundan onu o büyük gücün doğal uzantısı, onun “ileri karakol”da siyaseti sayalım. Aynı amacı savunanların burada “ileri karakol”daki gibi değil, “asıl muharebe alanı”ndaki gibi siyaset yapmalarını dikkate almayalım ve aradaki bu farklılığın anlamını da sorgulamayalım... Ama eğer “ileri karakol”u olunan o büyük güç, bu karakoluna sormadan savaşı keser, vaktiyle mücadele ettiği amaç için savaşmayı kestiğini ilân ederse ve bir süre sonra o karakolun yine “ileri karakol”luğunu yapacağı orta-büyük güç aramaya başladığını, bunun için müracaat ettiği güçlerin çeşit çeşit olduğunu, bir gün diyelim “ülkeyi böleceği” iddia edilenlere yanaşıp, bir süre sonra “ülke bölünemez” diyenlere rotasını çevirdiğini; derken laiklik diye bir muharebe sahasının açıldığını fark edip, bu karargahın ileri karakolu sıfatıyla arz-ı endam etmeye başladığını görseniz ne dersiniz?
Daima avane olarak siyaset yapmak. Giderek avanesi olunan güçle amaç bağının zayıflamasına aldırmadan bu yolda gitmek... Başlangıçta amaç bakımından tamamen özdeş saydığın bir büyük gücün avanesiyken, daha sonra avane olmak için kısmi amaç beraberliklerini bile yeter saymaya başlayıp sonunda ya kendi uydurduğu bir kısmi amaç beraberliği iddiasıyla süslediği bir büyük gücün avaneliğine varan, eğer uydurmuyorsa zaten ta başlangıçtaki kendisi olmaktan tümüyle çıktığını itiraf anlamına gelen bir avanelik konumunda duran bir “çevre”, eğer aynı zamanda sosyalist sıfatını hâlâ taşıyorsa, bu durum, sosyalizmin siyaset zemininde en onursuz en dip noktaya bile düşebileceğinin kanıtıdır.
Bu noktaya düşmüşler için siyaset, artık bir amaç için araç olmaktan tamamen sıyrılmış, kopmuş, bizatihi kendisi amaç olmuş bir faaliyettir. Siyasetin doğasındaki güce, vaadettiği “iktidar”ın büyüsüne kapılmış olmanın kendisidir bu faaliyette bulunmanın amacı. Siyaseti avane olarak icra etmek ise o büyünün kokusuyla bile yetinmek, koku nereden ve nasıl geliyorsa gelsin fark etmez deme noktasına düşmüş olmaktır. Siyaset literatüründe tüm hayatını, her şeyini siyasete adamış, sadece onunla yaşayabilen kişilere “siyasal hayvan” derler. Siyasal hayvanın avane türü bu familyanın “asalaklar” türüne tekabül eder.
* * *
Yukarıda “Aydınlık Çevresi”nin 1970’lerin ortalarından günümüze kadarki “macera”sının kuşbakışı bir tasviri var. Değinilen safhaları daha somut canlandırabilmek için bu “çevre”nin 1980’li yılların sonlarına doğru, sosyalist-devrimci unsurlar nezdinde kendilerine yönelik tecridin kaldırılması için yaptığı girişimleri, her kesim “Aydınlıkçılık”ın alamet-i farikası olan görüş ve tavırlardan hangisini istiyorlarsa onlardan vazgeçeceklerine dair söz vermelerini ve bu “omurgasız”lığın kendilerine duyulan güvensizliği daha da pekiştirmesinden ötürü Aydınlık çevresi ile kimsenin bir arada olmaya yanaşmadığını; onların da tek başlarına yola çıkıp yaslanacakları bir güç aramaya koyulduklarını, “dışarıda” yeterince güçlü bir sırt kalmadığı için, “iç pazar”a döndüklerini, ’70’lerde kanlı bıçaklı oldukları şimdi “emperyalizmle işbirliği ile” suçladıkları PKK ile kısa bir flört denemesinden sonra, örgütlü işçi hareketinden dayanak bulmak için giriştikleri faaliyetten de sonuç alamamışken “laiklik” ipine sarıldıkları hatırlanmalıdır.
Bu son safhasına gelinceye kadar Aydınlık çevresinin yaptıklarını ne biz, ne de başkaları eleştirmek gereğini pek duymadılar. Sosyalist fikirler ve pratik kimsenin tapulu malı olmadığı için, bu sıfatı taşıyan birileri “fiilî tecritli” Aydınlıkçı bile olsalar, belli değer ve normları açıkça çiğnemedikleri takdirde, o görüş ve pratikler zemininde şüphesiz faaliyette bulunabilirlerdi.
Ama “Aydınlık çevresi”nin şu son safhadaki durumu farklıdır. Türkiye’de sosyalist/devrimci sıfatını hâlâ taşıyan herkes en azından şu noktada aynı tespiti paylaşmaktadır: Ülke gündemine egemen kılınmaya çalışılan laik-anti-laik kutuplaşması, başından beri, Türkiye toplumunu giderek ağırlaşan bir buhrana sürükleyen yapısal sorun ve çelişkilerin üstünü örtmek, bu sorun ve çelişkilerden kaynaklanan çok yönlü tepki ve değişim enerjisini, ikisi de mevcut düzenin restorasyonu anlamına gelecek kanallara yöneltme girişimidir. Bu bakımdan sosyalistlerin, hele odaklar tarafından tanımlanmış içeriğiyle bir laik-anti-laik kutuplaşmasında saf tutmak yerine, söz konusu yapısal buhranı bilince çıkaran, onun çözüm zeminini inşâya yönelik bir “gündem” uyarınca çaba göstermeleri gerekir. O yapısal buhranın içeriği, bunu bilince çıkarmanın “dili” ve araçları, çözüm zemininin nasıl inşâ edilebileceği konularında farklılıklar var ve ciddi olabilir ama, laik-anti-laik çatışması gündemine yazılmama “laik cephe”nin ve onun ardında duran ordunun destekçileri olarak saf tutmamak konusunda zımni bir ortak görüş de vardır.
Bu durumda Aydınlık çevresinin tek sosyalist sıfatı taşıyan grup olarak “laik” cephenin en şirret sözcüsü, en şiddetli reaksiyon önerilerinin teşvikçisi kimliğiyle ortada dolaşması, sosyalist/devrimci kesimin görece geride durduğu o tartışma zemininde “Aydınlık çevresi”ne “sosyalistlerin sesi” gibi bakılmasına neden oluyor. Ve sosyalist/devrimci kesimlere zaten düşman olanların o şirret üslûbu ve önerileri sosyalizmin kendisine mal etmelerine ve bilhassa dinî çevrelerin pek işine gelip bol bol kullandıkları o mahut “Kemalizm ile sosyalizm özünde aynıdır” veya “sosyalistler Kemalizmin kuyruğundadır” yollu tezlerine alabildiğine çanak tutuyor.
Aydınlık çevresi burada bile durmadı. Son zamanlardaki yayınlarıyla sosyalist literatürün kimi temel kavram ve tespitlerini yaslandıkları kapının süslenmesi için arsızca kullanır, kullanırken de içeriğini arsızca bozmaktan geri durmamaya başladılar. Ayrıca eşanlı olarak kapılanmaya uğraştıkları gücü sosyalist ve işçi hareketine güya şirin ve kabul edilir göstermek için –galiba efendilerinin bile aşağılayıcı gülümsemelerine konu olan– “numaralar” da yapmaya başladılar.
Bu yaltaklanmanın onursuzluğu, Aydınlık çevresi”nin bırakmayıp peşi sıra sürüklediği “sosyalist” etiketi nedeniyle “kanımıza dokunuyor”. Bu pespayelik ile asla ilişkimizin olmadığını net biçimde duyurmanın yanısıra, o derekeye düşmenin nedenleri üzerine bir ilk düşünmenin sonuçlarını aktarmak üzere yazıldı bu yazı.
* * *
İçselleştirilmiş şeylerin sözü pek edilmez. Onur kavramının sosyalizmdeki yeri de böyledir. Türkiye ve dünyada sosyalist hareketlerin ağır hata ve ihmallerinden bolca söz edilebilir, ama etik kaygı ve onur duygusu bahsindeki duyarlılığının hiçbir akımla kıyaslanamayacak derecede yüksek olduğu söz götürmez.
“Aydınlık çevresi”nin bundan pek nasiplenmediğini yeni tespit etmiş değiliz. Örneğin 1970’lerde ÇKP üst yönetiminde klikler mücadelesi hızlanır, kısa bir dönem öbürünü alt eden klik, yenilenleri lanetleyen pasajlarla görüş değişikliklerini de ilân ettiğinde “Aydınlık” da hemen aynı lanetlemeyi ve ilânı yapar, çok geçmeden yenilenler üste geçip lanetlenenler ve görüşler değiştiğinde “Aydınlık” da hemen bu yeni dili kullanmaya başlardı. Bu kukla tiyatrosuna benzer durum, dün göklere çıkardığını bugün yerin dibine batırmadaki kolaylık, onda hafif bir mahcubiyete bile yol açmazdı. Bu vesileyle şunu da hatırlıyoruz: Yine o yıllarda ÇKP “Sovyet Sosyal Emperyalizmi”ne tam güç saldırırken “Aydınlık çevresi” de şüphesiz onu izliyor ve bu arada Türkiye’nin özgül tarihî-jeopolitik koşullarında ırkçı ve gerici bir yaklaşımla türetilmiş o ünlü “Moskof düşmanlığı”nı, Rus milleti kimliğine yüklenen yığınla aşağılık iftirayla bezeli o kirli çıkını sonuna kadar açıp kullanmayı da ihmal etmiyordu. O sırada Türkiye’deki birçok sosyalist-devrimci akım SSCB’deki düzeni şüphesiz ÇKP ve Aydınlık’ın şirret ve demagojik üslûp ve tezleriyle değil, sosyalistçe yaklaşımın daha ağır ve radikal teşhisleriyle eleştiriyor, ama bu teşhis ve eleştirilerine “Moskof düşmanlığı”nın ırkçı ve gerici cephaneliğinden malzeme eklemek gibi aşağılık bir yola başvurmuyordu. Bu ülkede sosyalistlere “Moskof uşağı” yaftasını aşmanın kolaylığı ve bu yaftanın ağırlığı altında çalışmanın zorluğu dikkate alınırsa, “Moskof düşmanlığı” cephaneliğini kullanmak, hem o yaftadan kurtulma rahatlığı verebileceği, hem de böylece popüler destek bile kazanılabileceği düşünülerek -mesela Aydınlık gibi- davranılabilirdi. Ama Aydınlıkçılar dışında Maoist gruplar dahil, kimse buna tenezzül ve teşebbüs etmedi. Bu faydacılıkla sosyalizmin “doğa”sına aykırı bir ırkçı-gerici malzemeye el sürmenin onursuzluğunu yaşamak peşinen reddedildi ve o malzemeyi kullanmaktansa Aydınlık çevresinin de yandan katıldığı “Moskof uşaklığı” korosunun hakaretlerine göğüs germeye devam edildi. Ve Aydınlık da bu arada dünün Moskof düşmanlığına gerekçe edilmiş olgularıyla günün “sosyal emperyalizm” tespitlerinin gerekçelerini, aralarında olgusal bir bağlantı olup olmadığına aldırmaksızın harman edip kullanmayı sürdürdü.
“Aydınlık çevresi”nin “doğa”sındaki bu etik yoksunluğu, “siyaset” için anlık dahi olsa “kullanım değeri” taşıyan her çeşit malzemeyi –bazen daha da pisleterek– kullanabilme pervasızlığı, gerektiğinde işe yarar “malzeme”yi bizzat uydurması, şu sırada da aynen geçerli.
Şimdiye kadar Aydınlık, “ileri karakol”luk yaptığı “büyük güç”lerin kendi siyasal hesapları ve politikasına göre, ona meşrûluk kazandıracak biçimde tertiplenmiş bir “dünya veya dönem analizi” içinde yerleştirirdi kendisini. 1980’lere kadar yaslandığı o büyük güç, analizleri de yaptığından Aydınlık çevresine bunları yinelemek ve yayımlamak düşerdi. Dolayısıyla bir zamanlar İdi Amin, Mobutu, İran Şahı, Ziya ül-Hak, Pinochet, Körfez bölgesinin emirleri, Latin Amerika’ya kan kusturan generaller ve elbette ’70’ler Türkiye’sinin MC hükümetleri gibi uğursuz bir seriyi “dünya devriminin yedek gücü” payesiyle olumlayan ünlü “Üç Dünya Teorisi” gibi yüz kızartıcı belgeler onun eseri değildi. O sadece üfleneni yükselten bir aletti.
Şimdi öyle dünya analizini de gönderen “büyük güç”ler bulunamıyor. En azından Aydınlık bulamadı. Buldukları öyle dünya analizleri yapacak kadar iddialı değil. Ülkede bulmuş gözüktüğünün analiz yapma gibi bir alışkanlığı yok. Yaptığında ise Aydınlık tüm istemesine rağmen sığışacak kadar bile yer bulamaz. O nedenle yaslandığı büyük güç adına, sanki ondan mülhemmişçesine bir analiz yapıp, sevgili büyük gücünün bu analize göre davrandığını “izah etmek” de çaresiz ona düşüyor! Aydınlık’ın ordunun tutumunu da içinde “izah ettiği” o analize göre, “yeni dünya düzeni” veya globalleşme dönemindeyiz ve TC Ordusu bu dönemin egemen gücü ABD’nin millî bağımsızlığımızı tehdit eden politikalarına ve bu arada ABD’nin Türkiye’ye RP aracılığı ve kanalıyla empoze etmeye çalıştığı “ılımlı İslâmi düzen” projesine ve o projenin gereği olarak yürütülen “laikliği” imha girişimlerine karşı son derece rahatsız ve kararlı. Bu kararın ve kararlılığın sonucunda ordu bir “Devrimci Cumhuriyet Programı” uygulamaya azimlidir. Aydınlık çevresi de zaten bunun için onun yanında saf tutmaktadır.
Kanıt mı? MGK’nın ünlü 28 Şubat toplantısında kabul edilen (ettirilen) kararlar. Aydınlık, o günden beri bu kararların kendi adlandırdığı “Devrimci Cumhuriyet Programı”nın tümünü içerdiğini durmaksızın ilân ve iddia etmekte.
Propaganda savaşı teorisi, en tehlikeli propaganda türünün “gri propaganda” olduğunu belirtir. Bir miktar doğrunun uygun şekilde yedirilmiş yalanlarla birlikte sunulması demektir bu.
O bir miktar doğruya sıvanmış yalanları tek tek ayıklama zahmetine girmiyoruz. Çünkü bu propagandayla aklı karıştırılmak istenen sosyalist/devrimciler hem sahibinin sesi bile olamayan “Aydınlık çevresi”nin “analiz”lerine ne ölçüde güvenilebileceğini gayet iyi biliyorlar, hem de ordumuzu şu son çeyrek yüzyıldır birkaç kez gayet yakından tanımak gibi çok değerli ve ciddi bir bilgi yığınına sahip olduklarından dolayı “Aydınlık analizleri”ne zaten “siz buyurun” demişlerdir.
Ama “Aydınlık” azimlidir. Başka bir olta denenemez mi? Mesela “Genelkurmay’ın geniş cephe stratejisi” başlıklı bir haber. Genelkurmay Başkanı’nın kendisini ziyarete gelen TÜRK-İŞ heyetine yaptığı konuşmada “sürekli işçi sınıfından bahsettiği”ni yazsanız bu “haber”de ve ardından insanların aklına takılan onca soru, canlanan onca anı nedeniyle mecburen “ya 12 Eylül rejimi” diye sorulduğunu da ekleyen bir cümleden sonra sözü “Karadayı bunları ilgiyle dinledi” diye bitirirseniz okuyanlar “bak işçi sınıfı bile demiş” deyip “hayallere dalmaz” mı?
Ama haber “üretmek” yetmez. Daha doğrudan etki yapacak marifetler de gerekir. Mesela bu sosyalist/devrimcilerin pek hassas oldukları türden kavramlar imal etmeye ne demeli?
“Devrimci demokrasi” mesela. Bu sosyalist/devrimciler devrim deyince hassaslaşırlardı. Şimdilerde demokrasi konusunda da hassaslaştılar. Devrim ve demokrasiyi iç içe düşünen, sentezleyen bir perspektiften yaklaşmak istiyorlar “maalesef.”
Yemin üstüne bu iki sözcük yazılsa ve denilse ki mesela; nasıl Cromwell önderliğindeki devrimin ve Fransız ihtilalinin kurduğu rejimler devrimci demokrasi ise, ordumuzun RP’nin “köklerini kazımak” için yapacağı bir darbe ve kuracağı düzen de bir devrimci demokrasidir. Ey tarihen Cromwell devriminin ve Fransız ihtilalinin safında yer alanlar şimdi neden bu Türk usûlü “devrimci demokrasi”nin yanıbaşında saf tutmuyor, hattâ daha ileri gidip, tıpkı Aydınlık gibi, dört kol çengi bunun çığırtkanlığını yapmıyorsunuz?
Olguları tahrif edip, olmazsa uydurulmuş olgularla, onu içine oturtmak istediğiniz bir kavrama, kavramsal çerçeveye uygun hale getirmek, öylece sunmak namussuzcadır ama, hiç değilse kavrama dokunulmamıştır. O nedenle olgu yanlışını veya uydurmayı ortaya koyar, bu marifeti ortaya çıkarırsınız.
Ama daha alçakçası ve daha küstahçası da vardır bu tür marifetlerin. Kavramın içeriğini değiştirir, belirli, yaşanmış, tasnif edilmiş ve kavramlaştırılmış bir olgu yığınına şimdi “işinize öylesi geliyor” diye, ya da sırf bir kerecik kullanıp atmak üzere, yeni bir ad takarsınız. Bu ad, içeriği farklı farklı olguları veya olguların farklı boyutunu içeren kavramlar olabilir ve böylece dün literatürünüzde cumhuriyet veya cumhuriyet devrimleri kategorisinde kavramlaştırılmış şeylere diyelim “devrimci demokrasi” gibi bir ad veren birileri ile karşılaşırsınız.
Ölü tarih üzerinde bir zevzeklik yapmaktalar deyip geçeceksiniz ama, adı geçen devrimlerle kıyası, yan yana getirilmesi bile ağır saygısızlık olacak alelade bir askerî darbe ihtimaline yandaş devşirmek için bu hilekârlıkları denediklerini görmüşseniz ne yaparsınız?
Hiç değilse sırtlarına ve önlerine bu usanmadan icra ettikleri mesleği etiket diye yapıştırın. Mikropluydular, artık mikrobun ta kendisi oldular deyin, herkes duysun...